Immanuel Wallerstein *
1945’ten 1960’ların sonuna kadar olan dönem sosyal demokrasinin zirve dönemiydi.
Sosyal demokrasi o yıllarda devlet kaynaklarının toplumun geniş kesimleri yararına, çeşitli yollarla yeniden dağıtımını öngören bir ideoloji ve hareketi temsil ediyordu: eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, çocuklar ve yaşlılar gibi çalışmayan kesimlerin ihtiyaçlarının çeşitli programlar aracılığıyla karşılanmasının yaşam boyu güvence altına alınması ve işsizliği azaltmaya yönelik programlar.
Sosyal demokrasi yeni nesiller için daha iyi bir gelecek, ulusal ve aile düzeyinde kalıcı bir gelir artışı vaat ediyordu. Bu kapitalizmin tanzim edilebileceğini ve daha insancıl bir yüze kavuşturulabileceğini savunan “refah devleti” ideolojisiydi.
Sosyal demokratlar Avrupa, Büyük Britanya, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada ve ABD gibi dünya sisteminin zengin ülkelerinde güçlüydüler. Bu ülkeler, Pan Avrupa Dünya olarak adlandırılabilecek bir dünyayı oluşturuyorlardı.
Sosyal demokratlar o kadar başarılıydılar ki sağcı rakipleri bile refah devletini destekliyor, sadece onun kapsam ve maliyetini daraltmaya çalışıyorlardı.
Dünyanın geri kalan kısmında çeşitli devletler “ulusal kalkınma” projeleriyle bu akıma katılmaya çalışıyorlardı.
Sosyal demokrasi bu dönem boyunca, zamanın iki gerçekliği tarafından desteklenen, hayli başarılı bir projeydi.
Bunlardan ilki, yeniden dağıtım politikalarını mümkün kılan, dünya ekonomisindeki muazzam genişleme ikincisi ise refah devletinin yürürlükte olduğu bölgelerde ciddi çatışmaların yaşanmıyor olmasıydı.
Bu güllük gülistanlık tablo sonsuza kadar sürmeyecekti. İki şey bu dönemin sonunu getirdi. Dünyada ekonomik büyüme durdu ve bugün de içinde bulunduğumuz uzun durgunluk dönemine girildi.
İkinci olarak ABD’nin hegemonik gücü yavaş da olsa uzun bir düşüş dönemine girdi. Her iki gelişme, 21. yüzyılda da ivme kazanarak varlığını sürdürdü.
1970’lerde başlayan yeni dönem, dünya üzerinde refah devletinin faziletleri üzerine varılmış olan uzlaşının ve ulusal kalkınmacılığın sonunu haber veriyordu.
Bunların yerine geçen, neoliberalizm ya da Washington Uzlaşısı olarak adlandırılan ve devletin değil piyasanın faziletlerini vaaz eden, çok daha sağ bir ideolojiydi. Bu program başka bir alternatifinin olmadığı söylenen küreselleşme realitesine dayanıyordu.
Uygulanan neoliberal program hisse senedi piyasalarına yüksek düzeyde büyüme getirirken aynı zamanda dünya çapında borçlanma ve işsizlik oranlarında artış ve dünya nüfusunun büyük kısmının gerçek gelirlerinde azalmayı beraberinde getirdi.
Ne var ki, merkez solun dayandığı toplumsal kesimler zaman içinde sağa kaydı, refah devletine olan destek azaldı ve reformist hükümetlerin rollerinin azaltılması gerektiği görüşü kabul gördü.
Yaşanan olumsuz gelişmeler zengin Pan Avrupa Dünyasında hissedilse de esas olumsuz etkiyi dünyanın geri kalan kısmı gördü.
Peki, onlar ne yaptılar? ABD’nin ekonomik ve jeopolitik düşüşünden istifade ederek kendi ulusal kalkınmalarına odaklandılar.
Devlet aygıtlarının ve düşük üretim maliyetlerinin gücünü kullanarak yükselen ülkeler olarak ortaya çıktılar. Söylemleri ve politik konumları ne kadar solda ise kendilerini “kalkınmaya” o kadar adamışlardı.
1945 sonrası dönemde Pan Avrupa Dünyada işe yarayan bu strateji bu ülkeler için de yararlı olacak mıydı?
Bu ülkelerden bazılarının -özellikle BRIC ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin)- geçtiğimiz 5-10 yıl içinde yakalamış oldukları yüksek büyüme oranlarına karşın bunu iddia etmek oldukça güç. Çünkü dünya sisteminin bugünkü durumuyla 1945 sonrası dönemdeki durumu arasında ciddi farlılıklar bulunmakta.
İlk olarak, gerçek üretim maliyet düzeyleri, tüm neoliberal çabalara rağmen, 1945 sonrası döneme göre oldukça yüksek ve bu sermaye birikim ihtimallerini tehdit etmekte. Bu durum, kapitalizmi kapitalistler için daha az cazip kılmakta ve bunu idrak eden kapitalistler imtiyazlarını korumanın başka yollarını aramaktalar.
İkinci olarak, gelişmekte olan ülkelerin kısa dönemde zenginliklerini arttırmaya yönelik çabaları, ihtiyaç duydukları kaynaklar üzerinde büyük bir baskı oluşturmakta. Toprağa, suya, gıdaya ve enerji kaynaklarına yönelik yarış, kapitalistler arası şiddetli bir mücadeleyi getirmekle kalmayıp aynı zamanda kapitalistlerin dünya sathında sermaye birikim imkânlarını da azaltmakta.
Üçüncü olarak, kapitalist üretimdeki muazzam artış, ekolojik sistem üzerinde büyük baskı oluşturmakta bu da dünya üzerinde hayat kalitemizi tehdit eden küresel ısınma gibi sorunları yaratmakta.
Bu durum ayrıca “büyüme” ve “kalkınmanın” ekonomik hedefler olarak faziletlerini yeniden düşünmemizi salık veren bir hareketi güçlendirmekte. Farklı bir medeniyet perspektifine yönelik artan talep Latin Amerika’da “buen vivir” (yaşanılası bir dünya) hareketi olarak adlandırılmakta.
Dördüncü olarak, alt grupların dünyada karar alma süreçlerine katılmaya yönelik talepleri yalnızca “kapitalistleri” değil ulusal “kalkınmayı” amaç edinmiş sol hükümetleri de hedef almakta.
Son olarak, tüm bu faktörler ve hegemonik gücün gerileyişi, dünyada girişimcileri ve devletleri felce uğratan, dünya ekonomisinde ve jeopolitik durumda daimi ve radikal çalkantılara neden olan bir iklim yaratmakta. Sadece uzun dönemde değil kısa dönemde bile görülen bu belirsizlik şiddeti yükseltmekte.
Sosyal demokrat çözüm bir illüzyona dönüşmüş durumda. Asıl soru ise dünyanın büyük bölümünde yerine neyin geçeceği?
* Çeviri: Erdem Demirtaş, Sendika.org