Azınlıkların mülkleri iade ediliyor. Devlet açısından bakıldığında, durum "hakkın iadesi" oluyor. Ancak tartışılsa da, azınlıklar açısından, iktidardan gelen ciddi bir "jest" bu. Neden böyle olduğunu anlamanın bir yolu Islahat Fermanı'ndan bu yana bu topraklarda yaşayan gayrimüslimlerin başlarından geçen hikâyeye bakmaktan geçiyor...
AK Parti hükümetinin "kanun hükmünde kararname" ile kapsamını genişlettiği "azınlıklara ait vakıf malları" düzenlemesi, 1936 Beyannamesi'nde yer aldığı halde azınlıkların elinden alınan mülklerin iadesini gerçekleştirecek. Süreç 2002'de başlamıştı. Avrupa Birliği (AB) uyum yasaları çerçevesinde, 1936 Beyannamesi dayanak yapılarak malları 'gasp edilen' azınlıklara, yeni mülk edinme hakkı iade edilmişti. 2003 ve 2008'de de bu 'gasp edilen' mülklerin iadesi için adımlar atılmıştı, ancak önce Hazine'ye devredilip ardından üçüncü kişilere satılan mülklerle ilgili iade uygulaması "jest" kapsamında. Devlet açısından bakıldığında, durum "hakkın iadesi" oluyor. Ancak tartışılsa da, azınlıklar açısından, iktidardan gelen ciddi bir "jest" bu. Neden böyle olduğunu anlamanın bir yolu Islahat Fermanı'ndan bu yana bu topraklarda yaşayan gayrimüslimlerin başlarından geçen hikâyeye bakmaktan geçiyor...
1915'ten bugüne Ermeni tehciri
19. asırda Avrupa'nın içlerinden başlayıp Balkanlara uzanan 'uluslaşma' heyecanı, çok-uluslu Osmanlı Devleti'ni krizlerle karşı karşıya bırakacaktı. 1912'deki Balkan Savaşları'na da sebep olan kopuşlar, o bölgede Türk-Müslüman nüfusu azınlık haline getirdi. Osmanlı'da milliyetçi akımlar güçlendikçe, önceleri "tebaa" statüsü içinde padişah fermanlarıyla ve sonrasında Islahat Fermanı'yla uluslararası hukuk eliyle koruma altında olan azınlıkları da "potansiyel tehdit" durumuna düşürdü. Özellikle İttihat ve Terakki'nin (İTC) azınlıklara yaklaşımları, "Avrupalı devletlerin Truva atı" mantığı ile ifade ediliyordu. Bu görüşler, ilk olarak 1915'i netice verdi. İTC iktidarı, "tehcir kanunu" ile İstanbul başta olmak üzere Anadolu'daki Ermenileri Doğu'ya gönderdi. "Emvali Metruke İdare Komisyonları" eliyle, sürgün edilenlerin mülkleri devletleştirildi. 1920'de bunların iadesi kararlaştırıldıysa da, 1923'te "tasfiye kanunu" güncelleştirildi.
Türk-Yunan mübadelesi
Azınlık problemi, uluslararası hukuk çerçevesinde Lozan'da yeniden ele alındı. 1923'te azınlıkların tanımı "gayrimüslimler" olarak saptanırken, "eşit vatandaşlık" statüsü tanınacağı taahhüt edildi. Lozan'ın ek protokolü olarak düzenlenen "Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi" azınlık sorununun çözüme kavuşmadığını gösterdi. Buna göre Türkiye'de yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar (zaten bir kısmı 1922'de göçmeye başlamıştı) Yunanistan'a gönderilecek, oradaki Türk nüfus da Türkiye'ye dönecekti. Ayrım, din üzerinden yapıldığı için Yunanca bilmeyen Hıristiyanlar ve Türkçe bilmeyen Müslümanlar mübadelede hem yurtlarını, hem de dillerini kaybetmiş oldu. Bu karşılıklı göç, her iki ülke ekonomisini de 20 yıl süren bir etkiye maruz bırakırken, İstanbullu Rumları ve Balkan Türklerini, ilerleyen yıllarda başka problemlerle karşı karşıya bıraktı.
Türkiye'de anti-semitizm
1930'lu yıllar "Balkanlardan gelen anti-semitizm rüzgârı" ile başladı. 1934'te Trakya bölgesinde varlıklı olan Yahudilere karşı kampanya yürütülmesi sonucu, yağmalamalar ve tehditler başladı. 14 Haziran'da çıkarılan "iskân kanunu" neticesinde, devletin bu olaylara karşı tavrı belli olmuş oldu: 15 bin Yahudi İstanbul'a veya yurt dışına göç etti. Azınlıkların "daha zengin" oluşları Cumhuriyet tarihi boyunca nazara verilen bir durumdu. İkinci Dünya Savaşı'nın ekonomik etkileri bahane edilerek 1942'de çıkan "Varlık Vergisi" gayrimüslimlerin mülklerinin 'devletleştirilmesi' adına kullanıldı. Kanun, sadece gayrimüslimleri kapsamasa da, uygulumada başta Yahudiler olmak üzere, Rum, Ermeni ve Süryani azınlıklara ödeyemeyecekleri miktarda vergi mükellefiyeti getirildi. Bu süreçte 1.400 kişi Erzurum'da çalışma kamplarına sürüldü. 21 kişi, kış ve çalışma şartları sebebiyle öldü. Olay, New York Times gazetesinde haber olunca vergi kaldırıldı, ancak bu süreçte çok sayıda yabancı ve azınlık mülkü ya Hazine'ye devredildi ya da üçüncü kişilere satıldı.
'Vatandaş Türkçe konuş!'
13 Ocak 1928'de bugünkü İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin o zamanki öğrencileri bir karar alır: Azınlıkların özellikle İstanbul'da Türkçeden başka bir dil konuşmasını yasaklamalı. Bu karar, bir propagandaya dönüşecektir. İstanbul'un muhtelif yerlerine "Vatandaş Türkçe konuş!" yazan bayraklar ve flamalar asılır, bunları yırtan azınlıklar gözaltına alınır. Gayrimüslimler o dönem, Ermenice, Rumca, Ladino gibi dilleri konuşuyordu ve kampanya ile, mübadelede Türkiye'ye gelmiş Boşnak ve Arnavut asıllı vatandaşların da kendi dillerini konuşmaları engellendi. Bu kampanya, 1950'lerde 6-7 Eylül Olayları'nın paralelinde yine gündeme gelecek, 27 Mayıs darbesinden sonra da, konuşulacaktı.
1955 yılı, İstanbul Beyoğlu'ndaki gayrimüslim dükkânlarının yağmalanması, gasp edilmesi ve şiddet eylemlerine sahne oldu. Kıbrıs meselesi nedeniyle Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar arasında yaşanan gerginlik, bugünlerde anlaşıldığı kadarıyla bir "Özel Harp Dairesi" operasyonuna hamledildi. 6-7 Eylül Olayları, asparagas haberler ve yıldırım baskılarla birlikte medyanın da sahne aldığı bir nefret eylemine dönüştü.
1971 tarihli Yargıtay kararı
1971'deki "Balıklı Rum Hastanesi" davası, bugün de gündemde olan 'Azınlık vakıfları' meselesinin başladığı tarihti. 1936 Beyannamesi, azınlıklardan istenen basit bir mal varlığı beyanıydı. Buna göre, gayrimüslim vakıfları, sahibi oldukları mülkleri devlete haber verecekti. Balıklı Rum Hastanesi yönetim kurulu ile maliye hazinesi arasında görülen davada Yargıtay 1936'da beyan edilen mallar dışındaki bütün mülklerin Hazine'ye geçmesine karar verdi. Üstelik bir üst Yargıtay mercii olan Hukuk Genel Kurulu, "Türk olmayan" diye tanımladığı gayrimüslim vatandaşların, mülk edinebilmesini "tehlikeli" bulduğunu belirtti. 2007 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı'nın elinden alınan taşınmazı nedeniyle Türkiye'nin tazminat ödemesine karar vermişti. Bu karar, diğer mülkler için de emsal teşkil ediyor.
Heybeliada Ruhban Okulu
Avrupalı siyasetçilerin her Türkiye ziyaretlerinde gündeme getirdikleri, azınlıkları ilgilendiren bir diğer mesele de Heybeliada Ruhban Okulu. 1844 ile 1971 yılları arasında eğitim veren okul, 127 yılda bin mezun verdi. Ortodoks Hıristiyanların, din adamı yetiştirebilmeleri için önemli olan okul, 1971'de Anayasa Mahkemesi'nin verdiği "Bir devlet üniversitesine bağlanma" şartı nedeniyle kapatıldı. 2003 ve 2005 yıllarında açılması yolunda girişimlere başlandı ancak 2003'te Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ile Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) arasındaki anlaşmazlık nedeniyle; 2005'te de Dışişleri Bakanlığı'nın Yunanistan'dan "karşı-taviz" isteme fikrine takıldığı için planlar suya düştü. Azınlık okulları, bugün hâlen varlıklarını devam ettirebilseler de, merkezî eğitim sistemi nedeniyle gün geçtikçe öğrenci kaybediyor. Bu okullarda okuyanlar da her sabah "Türküm, doğruyum, çalışkanım..." diye başlıyor güne mesela.
Bütün bu problemler, Türkiye'de yaşayan gayrimüslimlerin zaman zaman göç etmelerine sebep oluyor. Özellikle İsrail Devleti kurulduğunda, İstanbul'da yaşayan Yahudilerin önemli bir kısmı göç etti. Yine Ermeni ve Rum nüfusu da giderek azalıyor.
Zaman