Hayrettin Karaman *
İslam insanların mal ve servet bakımından eşit olmalarını hedeflemiyor; mutlaka servet farkları olacak, zenginler ve zengin olmayanlar bulunacaktır.
Özel sektörün elinde, mal ve hizmet üretimi için, başka milletlerin servet yoluyla Müslümanlara hükmetmelerini engellemek için, zorunlu kamu giderline katkı yapmak, zorunlu olmayan hayırlı ve sevaplı harcamalarda bulunmak... için yeterli sermaye (servet) bulunacaktır.
Ancak bütün bunların meşru ve helal olabilmesi için bir temel şart da "toplum içinde temel ihtiyaçlarını karşılayamamış, bu yüzden normal bir hayat sürdüremeyen, ihtiyaç içinde kıvranan, ıztırap çeken, mahrumiyet yaşayan bir tek şahsın bulunmamasıdır.
Eğer böyle biri varsa ve -hemen yanından, yakınından başlayarak uzaklara doğru- başkalarında da ihtiyacından fazlası varsa bu fazladan, muhtaç olanın ihtiyacını karşılamak farz-ı kifayedir. Birileri bunu karşılamadığı sürece bütün elinde fazlası olanlar sorumludurlar, başkasına ait malı gasbetmiş, ellerinde tutmuş olurlar.
Efendim Allah zekatı farz kılmış, sermayemizin, servetimizin kırkta birini yoksullara veriyoruz, verdiğimiz zekat ihtiyacı karşılasın karşılamasın bunun ötesinde bir yükümlülüğümüz yoktur" denemez; birçok ayet ve hadis, zekat yetmediğinde muhtaçların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir miktar malın daha –elinde fazlası olanlardan- alınacağına, bunun ihtiyari –isteğe bağlı- olmadığına delalet etmektedir.
İslam devletinde zekat dışında vergi almanın caiz olup olmadığı tartışılırken "yoksulların ihtiyaçlarını kırkta birlik zekat karşılayamazsa devlet bu ihtiyacı karşılayacak kadar vergiyi cebren alır" denmiştir.
Ortada iki aşırı bir de gerekli ve mutedil uygulama yolu var:
Aşırı olanların biri, serveti eşit dağıtıp herkesi eşit derecede zengin veya yoksul yapmaktır. İkincisi ise sorumluluk sahibi müminlerin, kendileri ve toplum için gerekli olan servet ve sermayelerini, kendileri de yoksulluk seviyesine gelinceye kadar yoksullara dağıtmalarıdır.
Birincisi denendi, iyi sonuç alınamadı. İkincisi de bir süre bir kısım yoksulun ihtiyacını giderse de uzun vadede yoksulların sayısını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Makul ve işe yarar olan uygulama, yoksullukla mücadelede devlet ile sivil toplumun işbirliği yapmaları, yardımı olabildiğince geniş tabana yaymaları ve gerekli dengeyi bozmadan toplum içinde bir tek muhtacın kalmamasını sağlamalarıdır.
Ülkemizde yoksullukla mücadele, olması gereken şekil ve ölçüde yapılmadığından açlar, açıklar, tedavisiz, tahsilsiz, bekar kalanlar, geçinmek için işverenin kölesi olmak mecburiyetine düşenler, manevi ve ahlaki değerlerinden ferağat edenler... var.
Bunlar var iken bir de zenginlerimiz var.
Zenginlerimizin dinî hassasiyeti olanların -öyle görünenlerin- bir kısmı, zekat dışında da yardım yaparak, yardım örgütleri oluşturarak, bunlara katkıda bulunarak yoksulluğa çare bulmaya çalışmak şöyle dursun zekatlarını bile hakkıyla ödemiyorlar.
Hesabı da eksik yaparak kırkta bir zekat verdikten sonra eskiden padişahların sahip olamadıkları lüks ve refah içinde yaşıyor, üstelik bu lüks ve refahı da "aslî/temel ihtiyaç" sayarak zekat matrahından düşüyorlar.
Şu ülkede –hatta dünyada- gerçek manada temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yoksullar var olduğu sürece hem ihtiyaç fazlası servetten hem de bilhassa lüks hayattan ve masraflı nafile ibadetlerden (nafile hac ve umre gibi) sorumlu olacağız. Kurtulmak için hiç olmazsa lüks harcamaların "kefareti olsun diye" yoksullara, zekat dışında ödemeler yapalım.
* Yeni Şafak