Suriye'de kimi kime karşı savunacağız?
Türkiye'nin hakiki solcuları Suriye'deki gelişmeler gerçek perspektiften okumaya başladı. Yıllardır emekçi sınıfın ve halkların yanında olduğu ifade eden bazı solcuların, 40 yıldır solcular dahil tüm muhaliflerin ezen diktatörlerin safında yer alması Arap ülkelerindeki ayaklanmalarda yer alan solcuları ciddi üzüyordu.
14 Yıl Önce Güncellendi
2011-08-25 11:50:50
Haber Merkezi / TİMETURK
5deniz.net ve Sendika.org sitelerinde yazılar kaleme alan yazar Ali Ergin Demirhan, "Suriye'de kimi kime karşı savunacağız?" başlıklı makalesinde sol cenahtan Suriye'deki olayları değerlendirdi. Arap dünyasındaki ayaklanmalarda solcular dahil tüm halkın yer almasını görmezlikten gelen bazı ulusalcı-solcuların diktatörlere sahip çıkan açıklamalarını eleştiren Demirhan, "Dostu düşmanı yerli yerine koymak o kadar zor olmasa gerek. Yanındayız diye açıklama yapabileceğimiz tek güç, Suriye halkının bağımsız hareketi. Emperyalist müdahaleye ve Türkiye egemenlerinin aktif taşeron dış siyasetine karşı çıkarken de, ne Esad´ı ne Selefileri desteklediğimizi açıklarken de gerekçemiz bu olmalı. Türkiyeli sosyalistler, egemen sınıflarca tarif edilen saflaşmaların, solu ve ezilen sınıfların bağımsız siyasetini yok sayan bir düzen taktiği olduğunu bilmiyor olamaz" dedi. Hakiki bir sol perspektiften Suriye'deki olayları değerlendiren Demirhan'ı tebrik ediyoruz. İşte, Ali Ergin Demirhan'ın yazısı;
Suriye'de kimi kime karşı savunacağız?
Suriye´deki gelişmeleri, emekçi sınıfların kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda herhangi bir katılımının olmadığı bir çatışma, Suriyelileri de ya Beşar Esad yönetiminden ya da “dış güçlerden” yana olmak zorunda olan bir zavallılar kütlesi olarak görmek solun yöntemi olamaz. Yöntem hatalı olunca çatışmanın tarafları hakkında doğru bilgilenmek de mümkün olmaz, çünkü yönteminiz erişeceğiniz bilginin içeriğini belirler.
Solun uluslararası gelişmelere yaklaşımındaki temel referans noktası, ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesidir. Emperyalist müdahalelere de, ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesi ile çelişki içinde olduğu için karşı çıkılır. Bu genel ilkeyi tersinden anlayıp, ABD emperyalizmi ile çıkar çelişkisi yaşayan herkese “ilericilik” ve bu “ilericilerle” derdi olan herkese de “gericilik” atfetmek, iki kutuplu dünya koşullarında SSCB ve Çin tarafından geliştirilen denge siyasetinin olumsuz mirasının bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde sahiplenilmesinden başka bir şey değildir.
“Düşmanımın düşmanı dostumdur” önermesinden hareketle geliştirilen o denge siyaseti, nihayetinde Çin ve SSCB´yi birbirine düşman ettiği gibi, Ortadoğu´da pek çok devrimci hareketin Arap milliyetçiliği / BAAS iktidarları ile ittifak uğruna imha edilmesine ya da karikatürleştirilmesine yol açmıştır. En iyileri, ancak ABD´den yüz bulamayınca para ve silah için yüzünü SSCB´ye dönmek zorunda kalan Cemal Abdülnasır olmak üzere, Ortadoğu´nun kendine “sosyalist” de diyen “Arap milliyetçisi” liderleri Mısır´da, Irak´ta, Suriye´de komünistleri ya imha etmiş ya da kendilerine eklemleyerek aksesuara dönüştürmüştür.
Esad rejiminin hakkını ayrıca vermek gerekir. Ortadoğu´daki denge siyasetinin bir duayeni İran ise diğeri de Esad rejimi altındaki Suriye´dir. Lübnan Hizbullah´ı, Hamas ve FHKC başta olmak üzere çeşitli direniş hareketlerinin liderliklerini barındıran ya da lojistik destek sağlayan Suriye, Filistinli mültecilere Arap ülkeleri içinde en iyi statüyü sunmaktadır. PKK ve Türkiye devrimci hareketinin kimi unsurları da yıllarca Suriye kontrolündeki bölgelerde kamp ve üs imkanı bulmuştur. Bunlar madalyonun bir yüzünü oluşturmaktadır, diğer yüzünde ise tüm bu hareketlerle kurulan ilişkinin uluslararası ilişkilerde bir pazarlık malzemesi olarak kullanıldığı gerçeği yatmaktadır. Kollananlar/kullanılanlar, pazarlıkların bir gereği olarak kimi zaman yüzüstü bırakılmakta ya da hoşa gitmeyen hareketlerinden dolayı hedef alınmaktadır. Lübnan iç savaşında sağcıların imdadına koşan Suriye ordusunun imkan vermesiyle gerçekleşen Sabra ve Şatilla katliamı, Abdullah Öcalan´ın sınır dışı edilmesi ve yakın zamanda Şam´daki Yermuk mülteci kampında Filistinli mültecilerin silahla taranması vb. akılda tutulması gereken örneklerdir.
Esad rejimi ülke içinde de bir denge siyaseti izlemektedir. “Esad yönetiminin Sünni çoğunluğa rağmen bir Alevi (Nusayri) iktidarı” olduğu çarpıtmadan ibarettir. Nusayri Esad ailesi, ülkenin Sünni ağırlıklı burjuvazisiyle ittifak kurmuştur ve yönetimde valilikler gibi pek çok kademede Sünnilerin ağırlıkta olduğu da görülebilmektedir. Esad rejimini bir “Nusayri diktatörlük” olarak tanımlamak ne kadar yanlışsa, muhalefeti de, içinde İslamcı/mezhepçi unsurlar bulunmasını ve dış güçlerin manipülasyon girişimlerini gerekçe göstererek “Nusayri düşmanı, emperyalizm işbirlikçisi, gericiler” olarak tanımlamak o kadar yanlıştır.
Bir yanda 7 yıldızlı oteller, bir yanda işsizler
2000´li yıllarla birlikte Suriye´yi bir neoliberal dönüşüm sürecine sokarak, eskinin kamucu kalıntılarını yavaş yavaş tasfiye etmeye başlayan Beşar Esad; kamunun ekonomi içindeki ağırlığını azaltmakta, özel sektörün ve yabancı yatırımların önünü açmakta, ticaret ve finans sistemini serbestleştirmektedir. Suriye bu alanlarda geç kaldıysa, Esad yönetimi direndiği için değil, örneğin Dünya Ticaret Örgütü´ne üyelik başvurusu yıllarca ABD engeline takıldığı içindir. Ancak Irak savaşının ABD´nin umduğu gibi gitmemesi üzerine, dış müdahale tehditlerini bir süreliğine de olsa öteleyen Suriye, Türkiye´nin aracılığında emperyalist-kapitalist sisteme neoliberal entegrasyon için bir aralık yakalayabildi. Şimdilerde araları bozulan Tayyip Erdoğan´la Beşar Esad bu süreçte kol kolaydı.
Kutsal kitaplarda, Adem ve Havva´nın oğullarından Kabil´in kardeşi Habil´i öldürdüğü yer olduğuna inanılan Kasyon dağının gece manzarası, Şam´ın bütün ışıklarını ayaklar altına serer. Ama ışıklardan biri ötekilerden fazla parlar. O, Beşar Esad´ın yönetime gelmesiyle benimsenen neoliberal dönüşümün Ortadoğu´ya özgü simgelerinden 7 yıldızlı bir oteldir. Pek çok Suriyelinin geçimlerini sürdürebilmek için birden fazla işte çalıştığı, pek çoğunun da göçmen işçi olarak diğer Arap ülkelerine gittiği Suriye´de; Körfez sermayesinin simgelerinden 7 yıldızlı otellerin pırıltısı, yeni çağın karlılık olanaklarından mahrum kalmama derdindeki burjuvazinin gözlerini kamaştırırken, emekçi sınıflarda isyan dürtülerini tetiklemektedir.
Suriye´deki neoliberal tahribat henüz diğer Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleriyle kıyaslanacak ölçekte olmasa da, Körfez ekonomilerini sarsan 2008 krizinin ülke gelirinde önemli pay tutan göçmen işçilerin eve dönüşünü tetiklemesiyle sınıfsal huzursuzluk kendine bir maddi temel kazanmıştır. İsyanın patlak verdiği Dera kenti de bu göçmen işçi hareketlerinin odaklarından biridir.
Özetle, karşımızda anti-emperyalist ya da anti-kapitalist bir Suriye yönetimi yok. Aksine kendi koltuğunu korumak kaydıyla emperyalist-kapitalist sistemle entegrasyon niyetini beyan etmiş, ezilenlerin kurtuluş mücadelesinin önünde bir engel teşkil eden, “sosyalist/komünist” adlı partileri bir aksesuar olarak yanında tutup ezilen sınıfların mücadelesini örgütlemekten alıkoyan, direniş hareketlerini suiistimal eden bir Esad rejimi var.
Sokaklar pür-i pak mı?
Yazının başında da belirtildiği gibi, yönteminiz, Suriye´deki gelişmeleri emekçi sınıfların kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda herhangi bir katılımının olmadığı bir çatışma, Suriyelileri de ya Beşar Esad yönetiminden ya da “dış güçlerden” yana olmak zorunda olan bir zavallılar kütlesi olarak görmekse muhalefet hareketine dair pek çok sorundan söz edilebilir. ABD´nin, AB´nin, Türkiye´nin dışardan müdahalesi ve muhalefet hareketi içinde yer alan Müslüman Kardeşler´in bu dış müdahaleleri bizzat çağırıyor oluşu bir gerçektir. Ancak adil bir değerlendirme için muhalefet hareketinin tamamını, bileşenlerin sınıfsal karakterini ve taleplerin sınıfsal içeriğini de ortaya koymanız gerekir.
Yoksa her Arap halk hareketini işbirlikçi-İslamcı, İslamcılarla gerilim içindeki her Arap rejimini de laik-antiemperyalist olarak görmeye başlarsınız ki, Anayasasında 30 yılı aşkın bir zamandır “Anayasanın temel kaynağı Şeriattır” yazan, ABD-İsrail işbirlikçisi Mısır rejimi bile gözünüze bir hoş görünmeye başlar. Ayrıca bu mantığı sonuna kadar ilerlettiğinizde, Ekim devriminin öngününde kendi ülkesi Rusya ile savaş halindeki Almanya´dan para aldığı ayan beyan ortaya çıkan V.I. Lenin´i ve Küba devriminin öngününde CIA´in Batista karşıtı kanadından silah ve para yardımı almayı kabul eden Fidel Castro´yu da bi zahmet yargılamanız gerekir. Olmayana ergi ile, önermenizin yanlışlığını kendi kendinize ispat etmiş olursunuz.
Suriye sokaklarındaki hareket de bir halk hareketi olarak açığa çıkmıştır. Dünyadaki istisnasız bütün politik süreçlere müdahale için yeterli askeri, ekonomik, politik araçları bulunan ABD emperyalizminin bu halk hareketini kontrol altına alma çabası sürpriz değildir ve bu çabanın ve muhataplarının varlığı hareketi toptan mahkûm etmeye yetmez.
Eğer bu çatışmada, “ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesinden yana olmak” denen şeyi soyutluktan kurtaracaksak, mevcut çatışmada kim kimdir, halkın taleplerini kim savunmakta emperyalist müdahaleye kim çanak tutmaktadır, bunları somut olarak ortaya koymaya da ihtiyacımız var.
Suriye´deki son durum üzerine görüşlerine başvurduğumuz Lübnan Komünist Partisi (LKP) dış ilişkiler bürosunun Suriye asıllı üyesi Ahmed Dîrki; Suriye halk hareketinin Esad rejimi, dış müdahale ve muhalefet içindeki dış bağlantılı Selefi grupların arasında sıkıştırıldığına dikkat çekiyor. Dîrki´nin görüşlerini aktarmadan önce, Lübnan´ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi´ndeki oylamada Suriye´yi kınama kararına karşı çıkan tek ülke olduğunu, Suriye´ye yönelik olası bir saldırının Lübnan´a yansımama şansının bulunmadığını, LKP´nin akıntıya kürek çekercesine Ortadoğu´da halkın özgücüne yaslanarak sınıf eksenli siyaset yapma becerisini gösteren ve anti-emperyalizminden şüphe duyulamayacak sayılı sol hareketlerden biri olduğunu hatırlatmakta fayda var.
“Suriye rejimi kendi kendisine karşı işleyen bir komplo”
Ahmed Dîrki´ye göre, Suriye´deki rejim kendi kendisine karşı bir komplo işletiyor. Dîrki´nin bu durumu Suriye rejiminin komplosu olarak açıklamasının çok anlaşılır nedenleri var. Tunus ve Mısır´da halk hareketleri dalgası başladığında aynı şeyi Suriye içinde deneyenler, toplumsal tahribatın görece daha sınırlı olması nedeniyle bir yanıt bulamıyor, dış güçler de güçlü bir muhalefetin ve egemenler arası çatlakların bulunmadığı, Esad´ın ciddi bir kitle desteğine sahip olduğu bir ortamda Suriye´ye karşı müdahale seçeneğini dile getirmiyor, “reform” çağrısı yapmakla yetiniyordu. Ancak küçük sokak hareketlerinin büyük bir şiddetle bastırılması ve çatışmacı bir dilin öne çıkarılması hem halkın tepkisini büyüttü hem de Selefilerle, emperyalistlerin oyunlarına meydan verdi.
Dîrki, “komplo”nun, muhalefet içindeki radikal gruplar ve yabancı müdahale ile desteklendiğini söylüyor. “Yabancı müdahale dolayısıyla, rejim göstericilerle teröre başvurarak baş etmeye çalışıyor. Rejim halkı terörize ediyor.”
“Rejim sokağı kontrol etmek için üç güce yaslanıyor: Ordu, istihbarat servisi (Muhaberat), el Shabeha (hüküm giymiş suçlular). Polis anlaşmalı olarak hapishaneden çıkardığı bu suçluları, göstericilerle karşı karşıya getirmek için örgütlüyor. Saldırının ardından istihbarat servisi devreye giriyor ve göstericileri tutukluyor. Ordu da istihbaratı kolluyor. İşkence ve cinayete başvuran sistem de göstericilerin ´terörist silahlı gruplar´ olduğu sloganına sarılıyor.”
Muhalifler kim?
Dîrki, muhalefetin iki kesimden oluştuğunu söylüyor. “[Birincisi] yerel muhalefet; radikal reform talebiyle örgütlenenler. Bu talepler arasında yeni bir anayasa, özgürlük, demokrasi, bütün siyasi tutsakların serbest bırakılması, ifade özgürlüğü, gösteri hakkı, rejimin ´güvenlik´ çözümünü bir kenara bırakıp dış politik müdahaleyle bağlantılı olmayan muhalefet güçleriyle bir yuvarlak masa oluşturması, bulunuyor.”
“Diğer muhalefet; doğrudan İsrail, ABD, AB ve Türkiye gibi dış güçlerle bağlantılı olanlar. Bu dış bağlantılı muhalefet, rejimin tutumundan faydalanarak rejimi yıkmak için yabancı güçlerin desteğini isteyebiliyor. Diğer yandan rejim de bu bağlantılı güçleri bütün muhalefeti bertaraf etmek için bir bahane olarak kullanıyor. Dolayısıyla sokaktaki insanlar bu güçler arasında sıkışıyor ve bağımsız muhalefet de bunun bedelini ödüyor.” Dîrki’nin son cümlesi bu.
Dostu düşmanı yerli yerine koymak o kadar zor olmasa gerek. Yanındayız diye açıklama yapabileceğimiz tek güç, Suriye halkının bağımsız hareketi. Emperyalist müdahaleye ve Türkiye egemenlerinin aktif taşeron dış siyasetine karşı çıkarken de, ne Esad´ı ne Selefileri desteklediğimizi açıklarken de gerekçemiz bu olmalı. Türkiyeli sosyalistler, egemen sınıflarca tarif edilen saflaşmaların, solu ve ezilen sınıfların bağımsız siyasetini yok sayan bir düzen taktiği olduğunu bilmiyor olamaz.
SON VİDEO HABER
Haber Ara