Suriye'de Baas rejiminin, çıkan krizi yönetmek yerine bastırmayı seçişinin üzerinden beş ay geçti. Yakın zaman önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Şam ziyareti ile de aslında Suriye konusunda yeni bir evreye girilmiş oldu.
Şu ana kadar Türkiye'nin Suriye'deki meseleye yaklaşımı, rejimin değişimini değil, dönüşümünü esas alıyordu. Çünkü Suriye'de geçişi yönetecek siyasî bir oluşumdan söz etmek imkânsızdı.
Bu plana göre Esed yönetiminin reformlara hız vermesi ve gerçek reformlarla halkını tatmin ederek bu krizi aşması ve böylece orta ve uzun vadede Suriye'de herhangi bir rejim boşluğu ve kaos olmaksızın Esed'le kansız bir geçiş öngörülüyordu. Ancak işler Türkiye'nin istediği yönde gitmedi.
Bu süreçte Beşar Esed üç konuşma yaptı; ancak hiçbirinde demokrasi ve özgürlük kelimelerini kullanmadı. Şam yönetiminin başından beri reformlar konusundaki gayri ciddi tavrı bugün gelinen noktayı aslında aylar öncesinden haber veriyordu.
Yıllardır halka sözü verilen reformlara ilişkin kanunlar, kriz büyüdükçe bir bir meclisten geçti ancak uygulamada değişen bir şey olmadı. Ve şu anda gelinen noktada Baas'ın krizi tam anlamıyla yönetememesi, daha doğrusu yönetmek için çabalamak yerine bastırmayı daha kolay ve kesin bir çözüm olarak görmesi ve öte yandan gün geçtikçe daha fazla sokağa inen halkın, yüz yüze geldikleri şiddet neticesinde korku duvarını aşmış ve vazgeçemeyecekleri hayatî bir noktaya gelmiş olmaları ile birlikte tam bir tıkanıklık yaşanıyor.
Büyük tıkanıklıklar aslında büyük çözülüşlere gebe demektir. Bu sürecin uzaması halinde, tıkanıklığın aşılmasını isteyen ve uman Türkiye ve uluslararası camianın, bu büyük çözülüşün negatif etkileri ile yüzleşmek zorunda kalmaları kaçınılmaz olacak.
Esed değil, Baas sorunu
Buradaki "Baas" vurgusu kasıtlı bir vurgu. Çünkü süreç bir kere daha gösterdi ki Suriye'de yaşanan sorun "tek adam" sorunu değil. Yani bir Esed sorunundan bahsedemiyoruz, bilakis sorunun ana damarı Baas rejimi.
Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Bülent Aras da aynı noktaya dikkat çekiyor: "Suriye'de sorun sadece Beşar Esed yönetimi değil. Azınlık yönetiminin ordu, emniyet, istihbarat gibi topluma sızan kılcal damarlara hakim olması. Bu açıdan bugün Beşar Esed'in yönetimden çekilmesi Suriye'deki sistemi dönüştürmez."
Bunun yanında Esed'in kişisel eğilim ve karakteri, yaptığı açıklamaları ve vizyonu, mevcut uygulamalarıyla tamamen çelişiyor. Suriye'deki olaylar başlamadan yakın zaman önce Wall Street Journal'a verdiği röportajında Tunus ve Mısır'ı değerlendirirken "İhtiyacı vaktinde göremezseniz, geç yapılan reform, reform olmaz." diyen Esed ile bugün Suriye Devlet Başkanı Esed arasında büyük bir uçurum var.
O röportajda bütün medya Esed'in "reformcu yanına" dikkat kesilmişti ancak bir noktanın atlandığı bugün daha iyi anlaşılıyor. Konuşmasında sürekli tedricilikten ve reformların bir/kaç alanda değil tüm alan ve kurumlarda olması gerektiğinden bahsediyordu.
Ona göre "Diyalog ve özellikle kurumlarda reform olmadan hiçbir şey olmaz"dı. Ancak bir şeyi üstüne basa basa söylüyordu: "Temel mesele kafaların, düşüncenin, zihnin yani toplumun açılması; fert fert ve istisnasız herkesin. Devletten ya da toplumun çoğundan yahut ortalamasından bahsetmiyorum. Herkes diyorum. Bir görevli olarak siz düşüncenizi kapatırsanız yenilik yapamazsınız."
Bu cümleleri şimdi okuduğumuzda Esed'in, Baas rejimi içerisinde bir reform olmaksızın halka dönük reformların sonuç vermeyeceğini farklı bir dille ifade ettiğini görmek zor değil. Ayrıcalıklılar dünyasında kral olan Esed'in "Herkes"e yaptığı vurgu da meselenin başkan ya da halk değil, sistem meselesi olduğunun bir göstergesi.
Nitekim Türk medyasında bazı kalemler de eski dönemlerde Beşar Esed ile görüşmelerinden elde ettikleri izlenimlerini paylaşırken, karşılarında danışmanı (Buseyna Şaban) tarafından sürekli düzeltilen ve kontrol edilen, konuşacağı zaman danışmanının mimikleri ile belli ettiği onayına bakan bir başkan olduğunu aktardılar.
Davutoğlu ziyareti sonrasında ortaya çıkan "Ben askerlere havaya ateş açmalarını emrettim ama dinlemediler." mealindeki cümlesine ilişkin haberler de kontrolün ne kadar Esed'in elinde olduğunu sorgulamamıza neden oluyor.
Netice olarak artık şunun anlaşılması gerekiyor: Karşımızda y/etkisi çok sınırlı, kimi noktalarda da güdümlü ve iktidarsız bir başkan olduğunu; o yüzden meselenin büyük ölçüde Esed sorunu olmaktan çok Baas sorunu olduğunu görmek ve meseleye buna göre yaklaşmak gerekiyor.
Suriye muhalefeti ve Türkiye
Suriye'deki muhalefet, üç faktöre bağlı olarak ortaya çıktı: Birincisi, barışçı gösteriler karşısında dalga dalga büyüyen şiddet ve artan ölümler; ikincisi, 11 yıldır sözü verilen ama türlü sebepler gösterilerek yapılamayan reformların haftalar içerisinde yapılması çünkü bu, rejimin fiilen kendi kendini yalanlamasıydı; üçüncüsü de 40 yıllık baskı rejimine karşı değişim umutlarının son kertede tamamen yok olması.
Suriye'de Baas rejiminin izni ve kontrolü olmaksızın herhangi bir oluşum içine girmenin, söz gelimi basit bir dernek bile kurmanın imkânsız olduğu düşünüldüğünde, neden yekpare ve koordinasyon içinde bir muhalefetin olmadığı anlaşılır. Suriye'deki bütün "sivil" kuruluşlar ya doğrudan Baas güdümlüdür ya da Baas'a yakın isimlerin gözetimi altındadır.
Dolayısıyla bir istihbarat devleti olan ve bu anlamda halkına karşı çok acımasız olduğu bilinen Suriye'de yıllar içinde oluşmuş ve kemikleşmiş bir muhalefetten söz etmek mümkün değil ki bu da Suriye'de sözünü ettiğimiz tıkanıklığın ana nedenlerinden biri.
Burada yapılan yaygın bir hata Türkiye'nin Suriye'deki tavrının Libya ile kıyaslanması. Libya'da saflar netleşmeye başladığında Adalet Bakanı Mustafa Abdülcelil mevcut Ulusal Geçiş Meclisi'nin başkanı- 21 Şubat'ta istifa ettiğini ve muhaliflerin safına katıldığını duyurdu.
Mustafa Abdülcelil her ne kadar Kaddafi yönetiminin bir bakanı idiyse de görevi sırasında Libya'da insan hakları konusundaki sorunları ve bundan duyduğu rahatsızlığı basında sıklıkla dile getirmişti. Bu durum birkaç itiraz dışında onu önce yeni muhalefetin liderliğine sonra da mevcut geçiş hükümetinin başkanlığına, getirmeye yetti.
Libya'da muhalefet silahlı direnişi ve ayrışmayı seçtiği için tüm kartlar açıktı. Oysa Suriye'de bir "Mustafa Abdülcelil" figürü henüz yok. Muhalefet silahsız eylemi yöntem olarak seçtiği için de an itibarıyla saflar hâlâ net değil. Böylesi güvensiz bir ortamda, olası bir rejim değişikliği için süreci yönetebileceği düşünülen devlet içinden- bir karakterin çıkması şimdilik mümkün değil, dolayısıyla Türkiye için somut ve etkili bir muhatap da yok. Netice olarak Türkiye'nin Suriye'deki muhalefet ile Libya'daki olaylara ve muhalefete yaklaşımını doğrudan kıyaslamak tutarlı bir iş değil.
Suriyeli muhaliflerin beklentisi Türkiye'nin, ABD ve Avrupa'dan daha fazla öne çıkması yönünde. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Suriye halkı Batı'ya güvenmiyor ve bu konuda onların insafına kalmak istemiyor. Ayrıca rejim tarafından sürekli dış güçlerin adamları olma ithamından ve sair emperyalist töhmetlerden kurtulmak için Türkiye bir çıkış kapısı olarak görünüyor.
İkinci neden ise Türkiye'nin son dönemde bölgede ortaya koyduğu aktif rolden hasıl olan doğal beklenti. Başka bir ifade ile dış politikada Türkiye'nin geliştirdiği yeni söylemin zor günlerinde de kendilerine yardım etmesini bekliyorlar. Şam'da görüştüğüm muhalif liderlerden bazılarının umutlarını "askerden gelecek toplu kopuşlara ve Türkiye'nin somut ve etkin çabalarına" bağlaması bunun en somut ifadesi.
"Türk dış politikasında açılım" vs "Arap Baharı" Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun son Şam ziyareti sonrası oluşan hava gösterdi ki Suriye'de diyalog seçeneği üzerinden yapılacakların sayısı ve etkisi giderek azalıyor. Bunun bir sonraki adımı ise Bülent Aras'ın da belirttiği gibi izolasyon ve yaptırım politikası. Erdoğan ve Davutoğlu'ndan birbiri ardına gelen sert mesajlar bu yeni evrenin ve ekonomik yaptırımların habercisi gibi.
80'lerden itibaren Suriye'ye uygulanan ambargo, Suriye için bir ekonomik zafiyet doğurduğu kadar, onu diplomatik müdahale ve baskılara da tamamen kapatmıştı.
Şimdi Türkiye, gerçekleştirdiği açılımla birlikte Suriye'de artan ekonomik varlığını, bir yaptırıma ve böylece siyasî bir nüfuz aracına dönüştürebilir ve bu kan banyosunu durdurabilirse, sıfır sorun politikası ve son dönemde Türk dış politikasında gerçekleştirilen açılım kesin bir başarı kazanmış olacak.
Zira sorunları azaltmasının yanında krizlere de müdahale edebildiğini ve sonuç aldığını yani işlevselliğini göstermiş olacak.
Suriye rejiminin şu an katliamı sürdürebilmesinin yegâne nedenlerinden biri, iş dünyasının, diğer bir ifadeyle tüccar sınıfın desteğini henüz kaybetmemiş olması. Türkiye, ekonomik yaptırımı devreye sokarsa bu önce klasik tüccar sınıfın şehri Halep ve yeni nesil iş dünyasının mekânı Şam'da hissedilecektir.
Bu da Suriyeli iş dünyasının son kararını vermesinde etkili olacaktır. Zira 2010 itibarıyla 2,5 milyar dolara ulaşan ticaret hacmi içerisinde Türkiye için ihracatta % 30'luk bir artış söz konusu iken Suriye için bu oran % 100'dür. Suriye'nin ABD Büyükelçisi Robert Ford da "Türkiye'nin yaptırımları Suriye'nin canını yakacaktır" derken aynı noktaya işaret ediyor.
Öte yandan ekonomisi her geçen gün kötüye giden Suriye'nin İran'dan geleceği söylenen 5,8 milyar dolarlık yardım paketiyle idare etmesi de pek mümkün görünmüyor. Amerika'nın bankacılık sisteminde uyguladığı ambargodan sonra perşembe günü aldığı Suriye'den petrol ithalini yasaklama kararı ekonomiyi ciddi bir darboğaza sokacaktır.
Denklemin diğer tarafında elbette İran var. Suriye konusunda farklı olmanın ötesinde zıt düşünen Türkiye ve İran, bu konuda doğrudan birbirlerini hedef ve muhatap alan sert açıklamalar yapmaktan şu ana kadar kaçındılar. Bu, şu anlama geliyor: İki ülke de Suriye'de olanları kendi açılarından önemsemekle beraber, birbirleri ile olan ilişkilerini de fazlasıyla önemsiyorlar.
Çünkü karşılıklı olarak 20 milyar dolarlık ticaret hedefiyle 2010 itibarıyla ticaret hacmi 10,5 milyar doların üstüne çıkmış durumda. Netice olarak son dönemdeki açılım sonrasında karşılıklı tehdit algısının azalmasıyla gelişen ilişkiler ve ortaya çıkan ticarî hacim, iki ülke için de kolay vazgeçilir olmaktan çok uzak. Dolayısıyla PKK ile mücadele ve istihbarat paylaşımı konusunda MİT Müsteşarı Fidan'ın raporunda görünen durum ne kadar kötü olursa olsun, "ilişkilerde 90'lara dönülüyor" söylemi biraz aceleci bir yorum.
Suriye'nin iç aktörleri Esed ve muhalefetin yukarıda bahsettiğim durumları dikkate alındığında, düğümü çözebilecek en büyük dış aktörler Türkiye ve İran. İran ile Suriye arasında bir mezhep ilişkisi olduğu şeklindeki yaklaşımın yüzde yüz doğru bir yaklaşım olmadığını en baştan söylemek gerekiyor.
Lübnan'da Hizbullah'ın Siyasî Bürosu'nda üst düzey yetkililerden Hadi Ahmed ile, İran ve Hizbullah'ın Suriye'ye bakışlarını tartışırken o da Aleviliğin Şia ile bir alakası olmadığını, kaldı ki yönetimdeki Nusayri Aleviliğin ateist ve reenkarnasyonist yanlarının bulunduğunu, kendilerinin ve İran'ın tevhid inancına bağlı Şiiler olarak Suriye ile olan ilişkilerinin İsrail'e karşı direnişte gördükleri destek ve Suriye'nin İran ile aralarındaki bağlantı olmasından ibaret olduğunu söylemişti.
İran için esas mesele, bir yönüyle Suud'a bir yönüyle İsrail'e karşı ve her iki müttefiki üzerinden de Amerika'ya karşı cephe açtığı Lübnan ve doğal uzantısı Hizbullah. Yani İran ile Suriye arasında temel düzeyde bir yakınlık varsa da sanıldığı gibi derin bir mezhep bağı yok.
İran siyasî tarihini bilenler, ne kadar pragmatik bir yönetim ve diplomasisi olduğunu da bilirler. Bu da şu anlama geliyor: İran, maliyetinin yüksekliğini görerek bu saatten sonra Esed ile yol alamayacağına ikna olursa/edilebilirse, bölgede yeni oluşacak statükoda pay sahibi olabilmek ve Türkiye'nin tek büyük aktör olmasının önüne geçmek, öte yandan içeride ve dışarıda meşruiyetini korumak adına Baas rejiminden desteğini çekip yeni yönetimle -özellikle Lübnan konusunda- çıkarlarına uygun anlaşmalar geliştirmeye yönelebilir.
Hizbullah'ın ikinci adamı Naim Kasım'dan sonra İran'ın da 11 Ağustos'ta Suriye'ye, şiddetin durması ve çoğulcu bir sistem inşa edilmesi çağrısında bulunması bu olası süreç için bırakılmış bir açık kapı olabilir.
Bu tabloda en net olan ise, Batı'dan gelen yaptırımların yanında komşuları Türkiye ve Ürdün'ün en yetkili makamlarından sert uyarılar alan ve yaptığı katliamın en yakın müttefiki İran için bile savunulacak tarafı kalmayan Suriye için çemberin gittikçe daraldığı.
* Ekopolitik Dış Basın Editörü, Zaman