Murat Yetkin
Daha Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Suriye ordusunun tankları Hama’dan çektiği haberlerinin gazete baskılarındaki mürekkebi kurumadan, tankların Hama’ya geri dönmeye başladığı haberleri geldi.
İlk akla gelen, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Şam ziyareti sonucu adeta uluslararası gözlemci sıfatıyla Hama’ya giden, askeri hareketleri gözleyen, halkla öğle namazına giden Türk büyükelçisi Ömer Önhon’un şehri terk etmesinin ardından her şeyin eski haline döndüğü.
Üstelik, daha önceki akşamdan itibaren ve yoğunlukla dün sabah gelen haberler Esad’ın ordusunun Hums’a da girdiği yolundaydı. Baba Esad’ın 1982’deki korkunç katliamının Hiroşiması Hama ise Nagazakisi Hums idi.
Bununla da bitmiyordu. Deyr Ez Zor’dan gelen görüntüler, bir caminin minaresinin hedef alınarak tahrip edildiğini gösteriyordu. Adeta Ankara’dan Riyad’a dek “Bari ramazanda yapmayın” uyarıları, Esad’ın ordusunu aksini yapmaya sevk etmiş gibiydi. Bunu yalnızca şu anda Suriye konusunda uluslararası diplomasinin mızrak uçlarından biri gibi görünen Türkiye için söylemek doğru değil. Davutoğlu’nun ardından, mevcut Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni temsilen Şam’a giden Brezilya, Güney Afrika ve Ürdün dışişleri bakanları da aynı muameleye maruz kalmış oldu.
Esad ya herkesle dalga geçiyor ya kedi gibi dokuz canı olduğuna inanıyor ya da güvendiği bir şeyler var ki kim ne derse desin biraz geri çekilip sonra bildiğini okumayı sürdürüyor.
Bunların başında, Esad giderse yerine kimin geçeceği konusundaki belirsizlik, başka deyişle Esad’ın yerine geçecek kişinin her şeyi daha da kötüye götüreceği yolundaki endişe geliyor.
Bu endişe, bölgede birbirinden ayrı gündemleri olan pek çok oyuncuyu Esad’ın devrilmesini istememe çizgisinde birleştiriyor.
Örneğin, İran ile İsrail’in aynı düşündüğü muhtemelen tek konu, en azından şu an itibariyle Esad’ın gitmemesi. Yakın zamana dek İsrailliler şu siyasi şakayı yapmayı pek severlerdi: “Baba Esad odaya girdiğinde generallerinin dizleri titrerdi, generalleri odaya girdiğinde oğul Esad’ın dizleri titriyor.” İsrailliler artık bu soğuk espriyi pek tekrarlamıyor; çünkü gelenin gideni aratacağı korkusu var.
Ankara da bu endişeyi Avrupa’daki çoğu güç gibi paylaşıyor. Esad da bunu biliyor. Ama Esad’ın ve Suriye’nin başka güç etkenleri de var.
Örneğin, Suriye’deki muhalefet örgütsüz ve eve dönememe ihtimaline rağmen sokakları her gün dolduran korku duvarını aşmış insan sayısı dışında bir gücü yok. İnsanları sokağa çıkarmamak, meydanlarda toplamamak Suriye güvenlik kuvvetlerinin birinci önceliği. Çünkü muhalifler için meydanlar koruma sağlıyor; Mısır’da Tahrir Meydanı’nda haftalar geçiren muhalifler, sürüden ayrılıp eve gittiklerinin sabaha karşı saatlerinde polis tarafından tek tek toplanacaklarını biliyorlardı. Suriyeliler de biliyor, bu nedenle Esad meydanlara insan çıkarmamak için tanklara başvurmaktan çekinmiyor.
Esad’ın elini güçlendiren bir başka etken de yönetimde bir çatlak olmaması; en azından şimdiye dek açığa çıkmaması. Bunda, yönetimin –çoğunlukla- Nusayri mezhebine mensup azınlıktan olmasından da çok, katı Baas ideolojisine sıkı sıkı bağlılık rol oynuyor.
Bu etkenlerin bileşkesi, Esad’a görünmez bir korunma kalkanı oluşturuyor ve kim ne derse desin baskıcı yoluna devam etmesini sağlıyor.
Sürdürülebilirliği sınırlıdır, ama koşullarda köklü bir değişiklik olmadıkça en azından kısa sürede bitmeyeceği ne yazık ki görülebiliyor.
Genceli Nizami’nin 12’nci yüzyıldan kalma beytini hatırlayalım:
Dünyaya fatih olmaz zulüm ile rezalet
Bu dünyanın fatihi adalettir, adalet
Ne yazık ki adalet tecelli edene kadar zalimlerin rezaleti çok can yakıyor.