Özellikle “üçüncü dalga” demokratikleşme konusundaki devasa külliyat, silahlı kuvvetlerin rejim muhafızı olma rolünün dünya çapındaki düşüşüne ve seçilmiş hükûmetlerin yükselişine bir açıklama arıyor.
Bu yazıda ele alacağımız iki ülke Türkiye ve Pakistan, sürecin düz bir çizgide ilerlemediğini ve sivil-asker çekişmesinde gerçek iktidarın, klasik anlamda darbenin olmadığı dönemlerde bile dalgalandığını gösterir.
Türk ordusu 1997 yılında Necmettin Erbakan hükûmetini, ülkenin dümenini İslami bir yöne kırarak Atatürk’ün 1923 Cumhuriyetinin laik ruhunu ihlal ettiği gerekçesiyle istifa ettirtmişti.
Pakistan’da ise General Müşerref Navaz Şerif hükûmetini devirerek feci Kargil macerasının sonuçlarından kaçmış ve Türkiye’dekinin tersine iktidarı kendisi için gasp etmişti.
Her iki durumda da ordunun müdahalesi, kendiliğinden şu determinist görüşü canlandırdı: Seçilmiş liderler ne yaparlarsa yapsınlar, generaller mecburen müdahale etmeye devam edeceklerdir.
Türkiye ve Pakistan’da daha sonra cereyan eden olaylar birbirinin aynısı değildir, aslında yönetimin kalitesi ve kapsayıcı milli gücün toplanmasını göz önüne alırsak, olayların akışının taban tabana zıt olduğu ortaya çıkar. Fakat, her iki durumda da generaller müdahale etmeye mecbur değillerdi.
29 Temmuzda Türk Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ve Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanları istifa ettiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri ile büyük bir çoğunlukla üçüncü kez seçim kazanan Başbakan Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi arasındaki uzun ve çetrefil ilişki dönüm noktasına ulaştı.
Önemli bir zamandı, çünkü Türkiye’nin Yüksek Askeri Şurası üst düzey komutanların atamalarını yapmak üzereydi. 1960’da Türk ordusu Demokrat Parti hükûmetini devirdi ve ertesi yıl, Başbakan Adnan Menderes’i astı.
Bu olay Pakistan’ın hafızasında, Zülfikar Ali Butto’nun şehit edilmesiyle birlikte iz bıraktı. 1971 yılında ordu Süleyman Demirel gibi bir lideri bile devirdi ve sıkıyönetim ilan etti.
1980’de Orgeneral Kenan Evren iktidara el koydu ve Türkiye’ye sert “Kemalist” bir anayasa hediye etti.
Son seçim kampanyasında Recep Tayyip Erdoğan, anayasada büyük değişiklikler yapma niyetinden defalarca söz etti. Bu karanlık arka plana rağmen Necdet Özel, Hayri Kıvrıkoğlu, Mehmet Erten ve Emin Bilgel; Genelkurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığını 4 Ağustosta devraldılar.
Bu tarihi geçişi; bir tarafın zaferi diğer tarafın mağlubiyeti olarak görmek yerine biz Pakistanlılar, Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve onların AKP’deki kurmaylarının; siyasi, ekonomik ve kültürel atmosferi yalnızca dokuz sene içinde nasıl değiştirdiklerine odaklanmalıyız.
Türkiye önde gelen bir ekonomik güçtür. Irak’ın işgaline izin vermeyen, buna rağmen Batı ile güçlü ilişkileri koruyabilmiş bir NATO ülkesidir. AB üyeliğine adaydır ve üyeliğine Fransa’nın sert itirazını ekonomisini çeşitlendirerek fırsata çevirebilmiş ve kendisine yeni bölgesel rol biçmiş bir ülkedir.
Her şeyden önce İslami duyarlılığı olan AKP orduya; laikliğin, Türkiye’nin Kemalist cumhuriyeti zenginleştiren Müslüman kültürünün yavaş ve barışçı evriminin gerisinde kaldığını gösterdi.
Pakistan’daki askerî darbe karşıtları, Batının ikiyüzlülüğünün ötesine bakmalı ve iktidarı kullanma şartlarının sosyal ve siyasi gelişmeler yoluyla nasıl değiştirilebileceğini tanımlamalıdır.
Silahlı kuvvetler boşluk kaldırmaz ve samimi olarak kendi konumunu güçlendirme işaretleri veriyor. Seçilmiş liderlerin hiçbir gayret göstermediği dönemlerde, bizim politikacılarımız askerleri ıvır zıvır her şeye müdahale edecekmiş gibi görebilir, fakat generaller Müşerref diktatörlüğüne dönme arzusu göstermiyor.
Karaçi vakasında, ordunun gelmesi için yapılan basiretsiz talepler var. 2002’de Türkiye sendeliyordu. Ve AKP çok sayıda güçlüğü aşmak için bütünlük, kararlılık ve yaratıcılık gösterdi. Pakistan siyasi sınıfı da -eğer Bonapartçı eğitimlerin siyasette canlanmasını istemiyorlarsa- benzer şeyleri yapmalıdır.
* The Express Tribune, Pakistan, Tercüme: BYEGM