Fatih Tezcan*
13 Temmuz 2011 tarihli bir yazıyı okumaya başlıyorum.
Daha başlığı, nasıl bir karalamayla karşı karşıya kalacağımız konusunda gayet uyarıcı seçilmiş:
“Suriye sınırına dayanma çılgınlığı yeni Madımak'a davetiyedir!”
Başlık buysa, sonluk nedir, deyip, Euzû besmele çekiyoruz…
*****
Bu arada hemen başta, yazdıklarımızın yanlış yerlere çekilmemesi adına, malumu ilan etmeliyim ki, İttihad-ı İslam’a, İslam Birliği’ne gönül vermişimdir.
Ve fakat 16 Temmuz Hareketi ile organik hiçbir bağım yoktur.
Her yazının bir son kullanım tarihi vardır, bu yazı da gündeme ait bir değerlendirme olacağı için bir-iki gün sonra ‘eskimiş’ olabilir; yani açıkçası benim sevdiğim türden yazılardan değil ama mecbur kaldım.
Zira ‘Allah rızası için adalete şahidlik’ vecibesinin son kullanım tarihi yoktur.
Bütün çabamız da buna matuftur.
2009’un Ocak ayında İsrail Terör Örgütü Gazze’ye ölüm yağdırırken, benzer bir konvoyla Şam’a gitmiş, Suriye Meclisi’nin önünde ‘Türkiye-Suriye Belde Vahide!/Türkiye Suriye Tek Ülke!’ diye haykırmıştık!
Şimdi sınıra gidemiyorum fakat kazasız, belasız işin üstesinden gelmeleri için kardeşlere dua ediyorum.
Bu hareket, isminden anlaşılacağı üzere, 16 Temmuz’da ‘Esad’ı protesto ve Suriye Halkı’na destek’ için Kilis ve Hatay’a gidecek insanlardan oluşuyor ve sözcülerinin beyanları net, niyetleri temiz, duruşları dik ve amaçları güzel.
Gerekli tüm beyanları hemen tüm ilgili kanallarda yaptılar, sosyal medya’da yazdılar ve okuduk, dinledik.
‘Beyan’ı esas alan bir terbiye’ üzere olduğumuz için, duyduğumuzla yetindik, dua ettik, ederiz.
Allah halis niyetlerle mazlumlara el uzatanları sever.
Bu kardeşlerimizi de sevsin ve desteklesin.
Ne ki, maslahattan, yardımlaşmaktan ve gündemdeki katliamları nedeniyle Suriye Diktatörü Esad Ailesi’ni protestodan farklı herhangi bir temayülü olmadığını beyan eden bu harekete çok iftira atıldı.
İftira diyorum, zira mesnetsiz ve zanna dayanan her iddia apaçık bir iftiradır.
İnsanların arkalarından onların haberi dahi olmayan ve asla kabul etmeyecekleri, hakikate muhalif yalanları söyleyerek iftira etmekten daha aşağılık bir insan tipi olabilir mi?
Bu çukur tiplerden maalesef Müslümanlar’ın arasında da çok sayıda mevcut ve Hatay Kafilesi de payını aldı.
Ha nedir, 16 Temmuz geçer de 17 Temmuz olur.
Başka bir mesele olur.
Her insan, kurum, kuruluş veya oluşum kurulduğu parametrelere, verdiği sözlere sırt dönebilir, yanlıştır ama mümkündür ve bu hareket de şimdi kendisine atılan iftiraların sahiplerini, ben ihtimal vermiyorum ama haklı çıkarabilirler.
Velev ki, bugün dua ettiğimiz insanlar, yarın farklı yanlışlara imza atabilirler.
Allah onları korusun.
Hiç kimsenin zerre şüphesi olmasın ki, biz o gün kalkıp, bu kez de onların yanlışlarını ifade edeceğiz. Şüphesiz, bizim de hatalarımız olur.
Allah’a dua ederiz ki bizi ‘yeri geldiğinde hatasını itiraf ve dâhi tashih’e mecbur bir hal’ üzere tutsun.
İçimizden geleni değil, içtenlikle yazmayı nasib etsin…
Kınadıklarımızdan eylemesin…
Masum ve iyi niyetli insanlara çamur atanlardan değil, eleştirisini el vermek üzere sunanlardan eylesin…
*****
Gelelim şu yanlış alarm veren kara yazıya…
Önce ‘Erdoğan tek parti rejimiyle uğraşmanın ne demek olduğunu iyi bilir. Dolayısıyla, Beşar Esad’ın durumunu da anlaması lazım. Sonuçta Esad’a da yazık, tek parti sisteminin elinde rehin gibidir. Düzelir inşaallah!’ şeklinde özetlenebilecek bir girizgâh bizi ürkütüyor…
Suriye’de Esad Ailesi tarafından öldürülen insan sayısı 1500 olmasına rağmen Erdoğan henüz ‘nasihat’ten ileri gitmemişken, Libya ile alakalı amorf bir teşbih ile karşılaşmak düşündürüyor…
Kafa karışık, o açık…
‘Madem Libya’da insanlar ölüyor, madem oraya da NATO müdahalesi istenilmiyor, Suriye’ye de Türkiye müdahale etmesin, ne farkı var, her ikisi de emperyalistçedir!’ gibi bir laf, zaten kamuoyunda dillendirildiğinden dolayı aşina olduğumuz bir sestir ama maalesef, ne günbegün öldürülmeye devam eden bir halk’ın sadr’ına şifa’dır ne de Türkiye’nin pasif bir pozisyon almasını bekleyen ABD’nin, BM’nin, NATO’nun, Batı’nın velhasılı Batılı Akbabalar’ın, bizim güney, İsrail’in doğu ve Lübnan Hizbullah’ının kuzey komşusu olmalarına manidir!
Açıkçası bu sadece laf’tır, üstelik nesne’cedir.
‘Türkiye Suriye’ye müdahale etmesin!’ sözü, Özne’liğe gücü yetmeyen bir kompleksin veya kendisinden başkasının özne olmasına yüreği müsaade etmeyen bir hased’in son derece asimetrik oynanan tehlikeli bir oyunu fark edemeyişinin müşahhas tecellisinden ileri gitmez!
Ama bazılarına göre madem Beşar Esad Avrupa’da eğitim görmüş ve ümit vaad eden, üstelik babasının kanlı mirasını red etmiş(!), yakışıklı ve az miktarda patlayıcı madde taşıyan iyi niyetli bir adamdır, ha o zaman eyvallah’tır!
Ne olmuş elinde Kur’an’la BAAS diktatörlüğünün üstüne yürüyen insanları kurşunlayıp kopmuş kafalarını bir eli cebinde diğer eli cep telefonunda görüntüleyen, psikopat bir kardeşi varsa…
Yazarımız, bir ruh hastasını, yani Mahir Esad’ı özel kuvvetlerin başından alamayan Beşar Esad’ın, buna rağmen bir muktedirliği olduğuna kendini inandırmış ve işin kötüsü okuyucusunu da bu muhayyile serabına angaje etmeye çabalıyor…
13 Temmuz 2011 tarihli bir yazıyı okumaya başlıyorum.
Daha başlığı, nasıl bir karalamayla karşı karşıya kalacağımız konusunda gayet uyarıcı seçilmiş:
“Suriye sınırına dayanma çılgınlığı yeni Madımak'a davetiyedir!”
Başlık buysa, sonluk nedir, deyip, Euzû besmele çekiyoruz…
*****
Bu arada hemen başta, yazdıklarımızın yanlış yerlere çekilmemesi adına, malumu ilan etmeliyim ki, İttihad-ı İslam’a, İslam Birliği’ne gönül vermişimdir.
Ve fakat 16 Temmuz Hareketi ile organik hiçbir bağım yoktur.
Her yazının bir son kullanım tarihi vardır, bu yazı da gündeme ait bir değerlendirme olacağı için bir-iki gün sonra ‘eskimiş’ olabilir; yani açıkçası benim sevdiğim türden yazılardan değil ama mecbur kaldım.
Zira ‘Allah rızası için adalete şahidlik’ vecibesinin son kullanım tarihi yoktur.
Bütün çabamız da buna matuftur.
2009’un Ocak ayında İsrail Terör Örgütü Gazze’ye ölüm yağdırırken, benzer bir konvoyla Şam’a gitmiş, Suriye Meclisi’nin önünde ‘Türkiye-Suriye Belde Vahide!/Türkiye Suriye Tek Ülke!’ diye haykırmıştık!
Şimdi sınıra gidemiyorum fakat kazasız, belasız işin üstesinden gelmeleri için kardeşlere dua ediyorum.
Bu hareket, isminden anlaşılacağı üzere, 16 Temmuz’da ‘Esad’ı protesto ve Suriye Halkı’na destek’ için Kilis ve Hatay’a gidecek insanlardan oluşuyor ve sözcülerinin beyanları net, niyetleri temiz, duruşları dik ve amaçları güzel.
Gerekli tüm beyanları hemen tüm ilgili kanallarda yaptılar, sosyal medya’da yazdılar ve okuduk, dinledik.
‘Beyan’ı esas alan bir terbiye’ üzere olduğumuz için, duyduğumuzla yetindik, dua ettik, ederiz.
Allah halis niyetlerle mazlumlara el uzatanları sever.
Bu kardeşlerimizi de sevsin ve desteklesin.
Ne ki, maslahattan, yardımlaşmaktan ve gündemdeki katliamları nedeniyle Suriye Diktatörü Esad Ailesi’ni protestodan farklı herhangi bir temayülü olmadığını beyan eden bu harekete çok iftira atıldı.
İftira diyorum, zira mesnetsiz ve zanna dayanan her iddia apaçık bir iftiradır.
İnsanların arkalarından onların haberi dahi olmayan ve asla kabul etmeyecekleri, hakikate muhalif yalanları söyleyerek iftira etmekten daha aşağılık bir insan tipi olabilir mi?
Bu çukur tiplerden maalesef Müslümanlar’ın arasında da çok sayıda mevcut ve Hatay Kafilesi de payını aldı.
Ha nedir, 16 Temmuz geçer de 17 Temmuz olur.
Başka bir mesele olur.
Her insan, kurum, kuruluş veya oluşum kurulduğu parametrelere, verdiği sözlere sırt dönebilir, yanlıştır ama mümkündür ve bu hareket de şimdi kendisine atılan iftiraların sahiplerini, ben ihtimal vermiyorum ama haklı çıkarabilirler.
Velev ki, bugün dua ettiğimiz insanlar, yarın farklı yanlışlara imza atabilirler.
Allah onları korusun.
Hiç kimsenin zerre şüphesi olmasın ki, biz o gün kalkıp, bu kez de onların yanlışlarını ifade edeceğiz. Şüphesiz, bizim de hatalarımız olur.
Allah’a dua ederiz ki bizi ‘yeri geldiğinde hatasını itiraf ve dâhi tashih’e mecbur bir hal’ üzere tutsun.
İçimizden geleni değil, içtenlikle yazmayı nasib etsin…
Kınadıklarımızdan eylemesin…
Masum ve iyi niyetli insanlara çamur atanlardan değil, eleştirisini el vermek üzere sunanlardan eylesin…
*****
Gelelim şu yanlış alarm veren kara yazıya…
Önce ‘Erdoğan tek parti rejimiyle uğraşmanın ne demek olduğunu iyi bilir. Dolayısıyla, Beşar Esad’ın durumunu da anlaması lazım. Sonuçta Esad’a da yazık, tek parti sisteminin elinde rehin gibidir. Düzelir inşaallah!’ şeklinde özetlenebilecek bir girizgâh bizi ürkütüyor…
Suriye’de Esad Ailesi tarafından öldürülen insan sayısı 1500 olmasına rağmen Erdoğan henüz ‘nasihat’ten ileri gitmemişken, Libya ile alakalı amorf bir teşbih ile karşılaşmak düşündürüyor…
Kafa karışık, o açık…
‘Madem Libya’da insanlar ölüyor, madem oraya da NATO müdahalesi istenilmiyor, Suriye’ye de Türkiye müdahale etmesin, ne farkı var, her ikisi de emperyalistçedir!’ gibi bir laf, zaten kamuoyunda dillendirildiğinden dolayı aşina olduğumuz bir sestir ama maalesef, ne günbegün öldürülmeye devam eden bir halk’ın sadr’ına şifa’dır ne de Türkiye’nin pasif bir pozisyon almasını bekleyen ABD’nin, BM’nin, NATO’nun, Batı’nın velhasılı Batılı Akbabalar’ın, bizim güney, İsrail’in doğu ve Lübnan Hizbullah’ının kuzey komşusu olmalarına manidir!
Açıkçası bu sadece laf’tır, üstelik nesne’cedir.
‘Türkiye Suriye’ye müdahale etmesin!’ sözü, Özne’liğe gücü yetmeyen bir kompleksin veya kendisinden başkasının özne olmasına yüreği müsaade etmeyen bir hased’in son derece asimetrik oynanan tehlikeli bir oyunu fark edemeyişinin müşahhas tecellisinden ileri gitmez!
Ama bazılarına göre madem Beşar Esad Avrupa’da eğitim görmüş ve ümit vaad eden, üstelik babasının kanlı mirasını red etmiş(!), yakışıklı ve az miktarda patlayıcı madde taşıyan iyi niyetli bir adamdır, ha o zaman eyvallah’tır!
Ne olmuş elinde Kur’an’la BAAS diktatörlüğünün üstüne yürüyen insanları kurşunlayıp kopmuş kafalarını bir eli cebinde diğer eli cep telefonunda görüntüleyen, psikopat bir kardeşi varsa…
Yazarımız, bir ruh hastasını, yani Mahir Esad’ı özel kuvvetlerin başından alamayan Beşar Esad’ın, buna rağmen bir muktedirliği olduğuna kendini inandırmış ve işin kötüsü okuyucusunu da bu muhayyile serabına angaje etmeye çabalıyor…
Sonra yazar ‘iki’de bir tezat’a imza atıyor.
Hayır, laf gelişi değil, gerçekten artarda 2 cümlede 1 tezat, buyrun:
1.cümle: “Servis edilen görüntülerin ne kadarının gerçek, ne kadarının mizansen olduğunu ayırdetmek kolay değil.”
2.cümle: “Burada sorulması gereken soru, Suriye'de tek parti rejiminin sokak gösterilerine ateş açtığı gerçeği zaten yeterince büyük bir faciayken neden bununla yetinilmediği ve mizansen görüntülerle de desteklenen bir propaganda faaliyeti yürütüldüğüdür. ”
Mizansen?
Şimdi açıkçası siz, sosyolojik analiz derdine düşüp sayha’lardaki dua’ları duymaz, mazi’deki sicilleri görmez birisi olup, Arap Baharı diye bir şey değil de, olsa olsa ‘Amerikan destekli bir Arap Azgınlığı’ söz konusu olabileceğini suret-i kat’iyede muhkem bir tesbit falan zan eder, olup bitenleri de ‘kalabalıkların ‘ben garı isterem’ türü arsızlıklarından daha fazla önemsenecek işler değil’ betimlemesine uygun ifadelerle yerin dibine geçirirseniz, El Cezire’nin adresini de ‘Katar’daki manavdan dön sağa, döndün mü, sağda CIA var, hemen onun yanında da El Cezire!’ diye tarif edebilir, sonra da sizin de ‘facia’ nitelemesinde bulunduğunuz halde, öldürülen binlerce insanın kabirlerinin üstüne ‘Cezire Tiyatrosu’nun Mizansenleri’ gölgesini düşürebilirsiniz…
Yakışır mı?
Sanmam, ama velev ki birkaç direnişçi, ‘savaşta her yol mübahtır’ dedi ve sürdü salçaları yüzüne gözüne, yattı aşağı, ‘çek olum çek la’ dedi ve bastılar deklanşöre…
Ne değişir?
Buradan tutup koca direnişi ‘ABD’nin CIA destekli El Cezire kameramanlarının marifetleriyle Esad’ı devirmesi’ gibi bir safsataya kurban etmek, hangi ‘yalnız benim mesleğim haktır!’ taassubunun ürünüdür…
Hadi, baktığı yeri yanlış olanın doğruyu görmesi muhaldir, diyeyim de geçeyim ama bu ikide bir tezat’ı ne yapacağız…
‘Kesin bir mizansen vardır, Esad bu kadar çok insan öldüremez’ ön yargısını izleyen ilk cümleyi müteakip ‘mizansenin miktarında müphemiyet’ itirafı…
Ama ikinci cümlede o sevimli ilkokul öğretmenimizin sınıfta ünlediği ‘kelimenin sonuna gelen –ler, -lar takıları çokluk bildirirler’ kuralına yazar ihaneti…
Buna da kısaca ‘kendi yazdığı mizansen mizanseninde repliği karıştırmak’ deyip geçelim…
*****
Ama ne ki, biraz ileride yine yanlış bir okuma…
Batılı sömürgenler ‘Suriye halkının tamamının ayaklanmasını beklemeye gerek yok, tez bölün Suriye’yi’ diyormuş ve zaten buradan anlaşılacağı üzere (?) bütün mesele aslında ‘Suriye'nin bölgesel stratejik anlamı’yla ilgiliymiş.
Kör, gözleri eşyayı değil, algısı hakikatleri görmeyendir.
5 Haziran 1967’den bu yana kaç ‘bölgesel stratejik anlam dolu gün’ geçti hesaplamak için deli olmak lazım!
Allah’tan aylar yakın da fazla delirmedim, hesapladım, bugün itibariyle tam 44 sene 40 gün!
Sen İsrail’e ‘Colan’ Tepeleri’ni, yani, fizikî coğrafya haritasına şöyle bir bakanlar beni af edeceklerdir, ‘kıçını’ kaptıracaksın, 44 sene 40 gün boyunca ‘İsrail’den kıçını kurtarmak’ için kılını kıpırdatmayacak, yalnızca 5 Haziran’larda ‘âh Golan âh! Alacağım elbet seni bir gün’ martavallarıyla halkını uyutacaksın, sonra da birileri kalkıp bu dışarıda aciz kalan ama içeride psikopatça ısıran familyayı, İran’la el birliği edip İsrail’in işini bitirecek Esad/Aslan gibi tanıtmaya çabalayacak, biz de bunu kabulleneceğiz, öyle mi…
Şaka?
Neden yanlışlığı 44 sene 40 gündür ispatlanan bir teoriyi millete matah bir şeymiş gibi dayatırlar ki…
Sonra, kendi halkına zulüm eden bir devlet, Golan’ı alsa ne olur, almasa ne olur?
Hafız Esad’ın nasıl bir katil olduğunu bilmeyen yok…
Beşar Esad’ın nasıl başa geldiğini de!...
Sâhi, her yanından su alan, ama ne hikmetse batmayan ve batmadıkça da İsrail’e güven telkin eden bir geminin yelkenlerine rüzgâr üflemek nedendir?
Esad Ailesi, Suriye’yi Kerbela’lara boğmuştur ve bu sunî rüzgâr, Huseynî bir rüzgâr değildir!
Bakın açık konuşalım, ABD’nin ‘eliyle koyduğu’ ve fakat ‘iyi niyetli ama esir bir Arap Eliti’nin, Türkiye’de bu denli savunulması, doğal olarak mezhebî taassubları akıllara getirmektedir.
Her ne kadar kürsü sahipleri, kesinlikle bir mezheb takıntısı içerisinde olmadıklarını beyan etseler de, şahsen sahib olduğum istifham, Şia’nın iman akidesinde yer alan altıncı maddedir, Yani imam’a biattır!
Ben Hanif bir Müslüman’ım ve Kur’an’da olmayan herhangi bir mezheble kategorize edilmem söz konusu dâhi değildir! Sünnî benim kardeşimdir, Şia benim kardeşimdir.
Mezhebim İslam’dır, Resulullah’ın yakın arkadaşlarından ve ‘ailemdensin’ dediği Selman-ı Farisî’nin ifade ettiği gibi İslam’ın oğlu ve Mücadele Suresi 22.ayete atfen ifade ediyorum ki, Allah’ın Hizbi olabilmek bana yeter.
Bu bağlamda Kur’an Aklı’na göre özgürce düşünebilmenin avantajıyla, mezhebî hiçbir noktaya takılmadan değerlendirme yaptığımızda, yazıp çizenlerin bir kısmının, yanlışlığı en az 44 sene 40 gündür ispatlanan bir işi savunmakla, ‘acaba itibar ettikleri imam’larına/rehber’lerine/merci’lerine karşı gelemedikleri için mi böylesine diretiyorlar?’ sorusunu akıllara getirmelerinden daha doğal bir şey kalmıyor.
İşte tam burada ‘sünnî hassasiyetler’ atağa geçirilmekte ve behemahal devrilmesi icab eden bir diktatörlük için olması gereken en son şey yapılarak Türkiye’de bir ‘mezheb münazarası’ yapılmaya çalışılmaktadır.
Geçersizdir, fitnedir, ortadan kaldırılmalıdır.
Hamas ve Hizbullah Direniş Örgütleri bizim canlarımızdır.
Ben bu arada, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da düzenlenen ve Suriye’nin bugünü ve geleceğinin masaya yatırıldığı toplantıda konuşan Suriye’li alim gibi giyinmiş şahsın ‘Hizbullah’ın amacı neyse İsrail’in de amacı odur!’ şeklindeki sözlerini de şiddetle kınıyorum!
Hasan Nasrullah, Suriye halkı ve dâhi İran Halkı öz kardeşimiz gibi mülahaza edilmelidir.
Suriye’de Esad’ın yerine, İran’a ve Hizbullah’a halel getirecek ve yine İsrail’i örtülü/örtüsüz koruyacak bir isim geleceği anlaşıldığı noktada, sınırlara inmekten değil sınırları delmekten söz etmek durumunda kalırız!
İttihad-ı İslam, parçalamayı değil birleşmeyi vacib kılar ama bu minval üzere bir fikriyat, halkına zulm eden diktatörlere karşı başlatılan isyanları, kıyamları, ayaklanmaları, adını her kim nasıl koyuyorsa koysun ama bu haklı başkaldırıları ‘Amerika-İngiltere-İsrail oyunları ve bunların kuklası Akepe Hükümeti’nin işbirliği’ şeklinde anlayamaz, lanse edemez, etmemelidir.
Zihnini Batı’nın sömürge hareketlerinin zıddına göre kodlayan bir zihin, ‘ters manyel’ politikaları, asimetrik atraksiyonları algılayamaz.
Bu zihin, farkında olmaksızın kontrole alınır ve düşmanın her hareketine refleks geliştirme derdindeyken kendi yol haritasını unutabilir!
İşte bugün işlediğimiz yazının da en büyük handikabı budur.
Yazar, aklını kiraya vermişçesine bir savrulma içerisindedir ve ismini vermek istemediğim ve çok sevilen bir yazar ağabeyimize olan kinini, her fırsatta, her röportajda izhar etmeyi adeta bir ritüel sanmaktadır.
Yazı, bu haliyle ona ve 16 Temmuz Gençliği’ne adeta bir tahkirname özelliği taşıyor!
Hayır, laf gelişi değil, gerçekten artarda 2 cümlede 1 tezat, buyrun:
1.cümle: “Servis edilen görüntülerin ne kadarının gerçek, ne kadarının mizansen olduğunu ayırdetmek kolay değil.”
2.cümle: “Burada sorulması gereken soru, Suriye'de tek parti rejiminin sokak gösterilerine ateş açtığı gerçeği zaten yeterince büyük bir faciayken neden bununla yetinilmediği ve mizansen görüntülerle de desteklenen bir propaganda faaliyeti yürütüldüğüdür. ”
Mizansen?
Şimdi açıkçası siz, sosyolojik analiz derdine düşüp sayha’lardaki dua’ları duymaz, mazi’deki sicilleri görmez birisi olup, Arap Baharı diye bir şey değil de, olsa olsa ‘Amerikan destekli bir Arap Azgınlığı’ söz konusu olabileceğini suret-i kat’iyede muhkem bir tesbit falan zan eder, olup bitenleri de ‘kalabalıkların ‘ben garı isterem’ türü arsızlıklarından daha fazla önemsenecek işler değil’ betimlemesine uygun ifadelerle yerin dibine geçirirseniz, El Cezire’nin adresini de ‘Katar’daki manavdan dön sağa, döndün mü, sağda CIA var, hemen onun yanında da El Cezire!’ diye tarif edebilir, sonra da sizin de ‘facia’ nitelemesinde bulunduğunuz halde, öldürülen binlerce insanın kabirlerinin üstüne ‘Cezire Tiyatrosu’nun Mizansenleri’ gölgesini düşürebilirsiniz…
Yakışır mı?
Sanmam, ama velev ki birkaç direnişçi, ‘savaşta her yol mübahtır’ dedi ve sürdü salçaları yüzüne gözüne, yattı aşağı, ‘çek olum çek la’ dedi ve bastılar deklanşöre…
Ne değişir?
Buradan tutup koca direnişi ‘ABD’nin CIA destekli El Cezire kameramanlarının marifetleriyle Esad’ı devirmesi’ gibi bir safsataya kurban etmek, hangi ‘yalnız benim mesleğim haktır!’ taassubunun ürünüdür…
Hadi, baktığı yeri yanlış olanın doğruyu görmesi muhaldir, diyeyim de geçeyim ama bu ikide bir tezat’ı ne yapacağız…
‘Kesin bir mizansen vardır, Esad bu kadar çok insan öldüremez’ ön yargısını izleyen ilk cümleyi müteakip ‘mizansenin miktarında müphemiyet’ itirafı…
Ama ikinci cümlede o sevimli ilkokul öğretmenimizin sınıfta ünlediği ‘kelimenin sonuna gelen –ler, -lar takıları çokluk bildirirler’ kuralına yazar ihaneti…
Buna da kısaca ‘kendi yazdığı mizansen mizanseninde repliği karıştırmak’ deyip geçelim…
*****
Ama ne ki, biraz ileride yine yanlış bir okuma…
Batılı sömürgenler ‘Suriye halkının tamamının ayaklanmasını beklemeye gerek yok, tez bölün Suriye’yi’ diyormuş ve zaten buradan anlaşılacağı üzere (?) bütün mesele aslında ‘Suriye'nin bölgesel stratejik anlamı’yla ilgiliymiş.
Kör, gözleri eşyayı değil, algısı hakikatleri görmeyendir.
5 Haziran 1967’den bu yana kaç ‘bölgesel stratejik anlam dolu gün’ geçti hesaplamak için deli olmak lazım!
Allah’tan aylar yakın da fazla delirmedim, hesapladım, bugün itibariyle tam 44 sene 40 gün!
Sen İsrail’e ‘Colan’ Tepeleri’ni, yani, fizikî coğrafya haritasına şöyle bir bakanlar beni af edeceklerdir, ‘kıçını’ kaptıracaksın, 44 sene 40 gün boyunca ‘İsrail’den kıçını kurtarmak’ için kılını kıpırdatmayacak, yalnızca 5 Haziran’larda ‘âh Golan âh! Alacağım elbet seni bir gün’ martavallarıyla halkını uyutacaksın, sonra da birileri kalkıp bu dışarıda aciz kalan ama içeride psikopatça ısıran familyayı, İran’la el birliği edip İsrail’in işini bitirecek Esad/Aslan gibi tanıtmaya çabalayacak, biz de bunu kabulleneceğiz, öyle mi…
Şaka?
Neden yanlışlığı 44 sene 40 gündür ispatlanan bir teoriyi millete matah bir şeymiş gibi dayatırlar ki…
Sonra, kendi halkına zulüm eden bir devlet, Golan’ı alsa ne olur, almasa ne olur?
Hafız Esad’ın nasıl bir katil olduğunu bilmeyen yok…
Beşar Esad’ın nasıl başa geldiğini de!...
Sâhi, her yanından su alan, ama ne hikmetse batmayan ve batmadıkça da İsrail’e güven telkin eden bir geminin yelkenlerine rüzgâr üflemek nedendir?
Esad Ailesi, Suriye’yi Kerbela’lara boğmuştur ve bu sunî rüzgâr, Huseynî bir rüzgâr değildir!
Bakın açık konuşalım, ABD’nin ‘eliyle koyduğu’ ve fakat ‘iyi niyetli ama esir bir Arap Eliti’nin, Türkiye’de bu denli savunulması, doğal olarak mezhebî taassubları akıllara getirmektedir.
Her ne kadar kürsü sahipleri, kesinlikle bir mezheb takıntısı içerisinde olmadıklarını beyan etseler de, şahsen sahib olduğum istifham, Şia’nın iman akidesinde yer alan altıncı maddedir, Yani imam’a biattır!
Ben Hanif bir Müslüman’ım ve Kur’an’da olmayan herhangi bir mezheble kategorize edilmem söz konusu dâhi değildir! Sünnî benim kardeşimdir, Şia benim kardeşimdir.
Mezhebim İslam’dır, Resulullah’ın yakın arkadaşlarından ve ‘ailemdensin’ dediği Selman-ı Farisî’nin ifade ettiği gibi İslam’ın oğlu ve Mücadele Suresi 22.ayete atfen ifade ediyorum ki, Allah’ın Hizbi olabilmek bana yeter.
Bu bağlamda Kur’an Aklı’na göre özgürce düşünebilmenin avantajıyla, mezhebî hiçbir noktaya takılmadan değerlendirme yaptığımızda, yazıp çizenlerin bir kısmının, yanlışlığı en az 44 sene 40 gündür ispatlanan bir işi savunmakla, ‘acaba itibar ettikleri imam’larına/rehber’lerine/merci’lerine karşı gelemedikleri için mi böylesine diretiyorlar?’ sorusunu akıllara getirmelerinden daha doğal bir şey kalmıyor.
İşte tam burada ‘sünnî hassasiyetler’ atağa geçirilmekte ve behemahal devrilmesi icab eden bir diktatörlük için olması gereken en son şey yapılarak Türkiye’de bir ‘mezheb münazarası’ yapılmaya çalışılmaktadır.
Geçersizdir, fitnedir, ortadan kaldırılmalıdır.
Hamas ve Hizbullah Direniş Örgütleri bizim canlarımızdır.
Ben bu arada, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da düzenlenen ve Suriye’nin bugünü ve geleceğinin masaya yatırıldığı toplantıda konuşan Suriye’li alim gibi giyinmiş şahsın ‘Hizbullah’ın amacı neyse İsrail’in de amacı odur!’ şeklindeki sözlerini de şiddetle kınıyorum!
Hasan Nasrullah, Suriye halkı ve dâhi İran Halkı öz kardeşimiz gibi mülahaza edilmelidir.
Suriye’de Esad’ın yerine, İran’a ve Hizbullah’a halel getirecek ve yine İsrail’i örtülü/örtüsüz koruyacak bir isim geleceği anlaşıldığı noktada, sınırlara inmekten değil sınırları delmekten söz etmek durumunda kalırız!
İttihad-ı İslam, parçalamayı değil birleşmeyi vacib kılar ama bu minval üzere bir fikriyat, halkına zulm eden diktatörlere karşı başlatılan isyanları, kıyamları, ayaklanmaları, adını her kim nasıl koyuyorsa koysun ama bu haklı başkaldırıları ‘Amerika-İngiltere-İsrail oyunları ve bunların kuklası Akepe Hükümeti’nin işbirliği’ şeklinde anlayamaz, lanse edemez, etmemelidir.
Zihnini Batı’nın sömürge hareketlerinin zıddına göre kodlayan bir zihin, ‘ters manyel’ politikaları, asimetrik atraksiyonları algılayamaz.
Bu zihin, farkında olmaksızın kontrole alınır ve düşmanın her hareketine refleks geliştirme derdindeyken kendi yol haritasını unutabilir!
İşte bugün işlediğimiz yazının da en büyük handikabı budur.
Yazar, aklını kiraya vermişçesine bir savrulma içerisindedir ve ismini vermek istemediğim ve çok sevilen bir yazar ağabeyimize olan kinini, her fırsatta, her röportajda izhar etmeyi adeta bir ritüel sanmaktadır.
Yazı, bu haliyle ona ve 16 Temmuz Gençliği’ne adeta bir tahkirname özelliği taşıyor!
Fillere bakar mısınız!
Müslüman kardeşlerini ellerinde ‘Ordu Göreve!’ pankartlarıyla göstermeye çalışmak,
İnsanlığını muhafaza eden bir Beşar Esad’a nötr durumunu koruyan ama halkın haklı isyanının karşısında taleb edilen reformları yapmak yerine yandaşlarıyla ‘meclis tiyatrosu’ oynamaya kalkan ve katliam yapmakta çok Mahir bir Esad’ın yanında kukla, Esadizm’in elinde, iyimser ifadeyle, zavallı bir rehin durumuna düşen Suriye Lideri’nin liyakat ve ehliyetini kesinlikle kaybettiğini ifade eden bizleri, batılı başkentlerin düzenledikleri operasyonun Türkiye’deki uzantıları gibi gösterme şaşkınlığına düşmek!
Hemen tüm kıyaslarında olduğu gibi yine anakronizm yanlışını taçlandırıp Irak-Suriye kıyasındaki pozisyon farklarını sorgulamaya kalkmak!
Yetinmemek ve ‘Kemalizm’in silahlı kanadı’ olarak nitelediğim Ergenekon ile bizim aynı paydada buluştuğumuzu iddia etmeye utanmayıp, yargılanmamız gereğini dillendirmek,
2010 ruhu olarak adlandırdığımız ve Ebu Zer’lerine selam gönderdiğimiz hareketlerle ilgili yazılarımızdan bihaber, adımızı 2011 lobisi koyup, saç baş yolduran bir provakasyondan hiç çekinmeyerek, bizi bir Jitem tezgahı olan Madımak Vahşeti’yle aynı cümlede kullanmak ve ‘yeni Madımak’ın potansiyel katilleri’ iftirasına dolayarak hedef göstermek!
Esadist Katliamlar’ı protesto etmek isteyen gençleri, 33 insan evladının cayır cayır yakıldığı Madımak Oteli’nin yangın görüntüleriyle yan yana getirmeye çalışan bir algı mühendisliğine ar etmemek!
İnternet ortamında kim olduğu belirsiz insanların yazdığı hatta yazıldığı bile belli olmayan hakaretleri, 16 Temmuz Hareketi’ne mal ederek, yanında sınırdaki Suriye’li çocuklar için profesyonel bir palyaço ve oyuncaklar götüren bu hareket hakkında ‘dehşetli tahrikçiler’ etiketini vurmaya çalışırken hiç Allah’tan korkmamak ve kul’dan utanmamak!
Daha bir takım iftiraların ve söylentilerin ortaya çıkmasının hemen akabinde büyük bir basiret örneği göstererek rotasını Hatay’a değil Kilis’e çeviren 16 Temmuz Hareketi’ne Hükümet’in müdahale etmesi gereğini belirtirken, içinde sakladığı jakobenizm’in fışkırmasını fark etmemek!
Suriye’de binlerce insanın öldürülmesini, mizansen değil, bizzat Mahir Esad’ın cep telefonundan çektiği ve elinde Kur’an varken başı kopmuş insanların görüntülerini izlerken yürekleri dağlanan dindarların, 16 temmuz Hareketi’nin bu mutevazı ama inşallah etkin eylemiyle biraz olsun ferahlamasını ve teselli bulmasını hesab edemeyerek, hala Madımak saçmalıklarıyla bu temiz işe çamur atma girişiminde bulunmak!
Zamanında 6.filoya saldıran solcuları kovalamak hatasına düşen müslümanlarla, 16 Temmuz Hareketi gibi birden fazla oluşumun içinde bulunduğu ve yalnızca bir ‘Esad’ı Protesto ve Suriye Halkı ile Yardımlaşma’ eylemi ortaya koymak isteyenleri yine serab misali bir ‘reenkarnasyon havuzu’nda boğmak istemek!
1 Mart’ta Amerika’nın Irak’a müdahalesine karşı çıktığı gibi şimdi de Amerika’nın Suriye’ye müdahalesine karşı çıkan ve zaten biraz da bunun için işi sıkı tutmak isteyen zihin yapısına, Irak-Suriye Tezatı gibi ne idüğü meçhul bir kıyası dayatmak!
Milyonların duasını alan ve saf niyetlerini pak şehidleriyle ispatlamış bir yardım örgütünün adını, bu karalamalarla, yalanlarla, yanlışlarla dolu yazıda zımnen de olsa geçirirken ‘ben ne yapıyorum’ diye iki kere düşünmemek!
Ve nihayet; aynı toplumda yaşadığı Müslümanlarla yüzyüze bakarken utanacağını, yüzünün kızaracağını hiç düşünmeden, mahşeri hesaba katmadan, ‘beyan’ı esas alan bi edeb’i yerin dibine sokarak, “USrail'in sancağı altında Suriye sınırına dayanmaya hayır!” gibi bir cümleyi yazmaya utanmamak!
16 Temmuz Hareketi USA ve İsrail’in sancağı altında, öyle mi…
Kardeşlerine karşı böyle bir kuru iftira yazısını kaleme alıp, kendisine ‘Baas destekçisi’ şeklinde karalama yapıldığından şikayetçi olurken ‘Madem destekçisi değilsin ve diyelim ki sana iftira edildi, sen bilinçaltında kime ve nasıl bir destek isteği besliyorsun ki böyle bir rezaleti kaleme aldın?’ sorusuyla karşı karşıya kalacağını hiç hesab edememek!
Ve fazlası…
Bunca yalan, yanlış, iftira ve karalamanın içerisinde “Bahreyn ve Yemen'de ülkenin tamamı sokaklarda ve aylardır rejimin gitmesi için gösteri yapıyor ama ABD başta olmak üzere batı dünyası ve Arap saltanatları halkın talebine ve sokaklarda yapılan katliamlara rağmen bu ülkelerdeki tek parti veya saltanat rejimlerini destekliyor. Bu ağır çelişkinin Türkiye'de Suriye için ayağa kalkmış heyecan ve hissiyat tarafından hiç algılanamadığını şaşırtıcı biçimde görüyoruz.” gibi çok doğru bir tespit de kayboldu gitti, yazık…
Tıpkı ‘yanında kendisini olası provakasyonlara karşı koruyacak bir yakınları olmayan hanımları beraberinde götürme sorumluluğunu’ almayan ama sonra ‘sırf bu koruyucu tedbir nedeniyle yoğun eleştirilere tabi tutulduğunu ve hatta hareketin sırf bu tedbir nedeniyle boğulmaya çalışıldığını’ fark ederek refleks geliştiren 16 Temmuz Hareketi’nin, bana da ters gelen bu hatasının, niyetinin saflığı, amacının güzelliği, söylemlerinin netliği arasında kaybolup gitmesi gibi…
Nazarlığı olsun, bir şey olmaz. Ulvî niyetler, nazarlık nisbetinde kusurlara feda edilmez!
Kaldı ki bu da bize göre böyledir ama hareket öyle karar aldıysa da öyledir.
“Olsun, gerekirse biz de kendi hareketimizi kurar gideriz. Şimdilik destek verelim, dua edelim.” demek neden bu kadar zor olsun ki…
Üzüntüm o ki, bu dille, bu zihinle, bu kibirle, ne Sünnîmiz, ne Şiîmiz, ne Sufi’miz ne Selefi’miz ne de kendini her ne şekilde ifade ediyorsa o kardeşimiz, hiçbirimiz hiçbir şey yapamayız!
Biz ihtilaflarımızı bu gibi bir dil’le kavga’ya devşirirsek, devletimiz, yani gücümüz, potansiyellerimiz elimizden gider!
Benim bu yazımda eleştirdiğim yazardan bir tek ümidim vardır, o da perspektifini tekrar gözden geçirmesi, özne’leşmesi ve her nasıl düşünürse düşünsün, dil’ini düzeltmesidir.
Tabi dilerse iyi niyetinden başka sermayesi olmayan insanları karalayacak daha da fazla şey yazabilir, o da mümkündür…
Ne ki o zaman bizim gibiler de “kibir’e karşı kibir sadaka’dır” hadis’inin Sahibi’nin izcisi ve O’nun Rabbi’nin hayata hâkim kılmak istediği ‘adalet’ mefhumunun meftunu olarak benzer cevablara mecbur kalabiliriz…
İyisi mi herkes birleştirici, bütünleştirici, barışçıl bir dil kullansın da, Allah kalplerimizi yakınlaştırsın, birliğimizin yollarını açsın…
Müslüman kardeşlerini ellerinde ‘Ordu Göreve!’ pankartlarıyla göstermeye çalışmak,
İnsanlığını muhafaza eden bir Beşar Esad’a nötr durumunu koruyan ama halkın haklı isyanının karşısında taleb edilen reformları yapmak yerine yandaşlarıyla ‘meclis tiyatrosu’ oynamaya kalkan ve katliam yapmakta çok Mahir bir Esad’ın yanında kukla, Esadizm’in elinde, iyimser ifadeyle, zavallı bir rehin durumuna düşen Suriye Lideri’nin liyakat ve ehliyetini kesinlikle kaybettiğini ifade eden bizleri, batılı başkentlerin düzenledikleri operasyonun Türkiye’deki uzantıları gibi gösterme şaşkınlığına düşmek!
Hemen tüm kıyaslarında olduğu gibi yine anakronizm yanlışını taçlandırıp Irak-Suriye kıyasındaki pozisyon farklarını sorgulamaya kalkmak!
Yetinmemek ve ‘Kemalizm’in silahlı kanadı’ olarak nitelediğim Ergenekon ile bizim aynı paydada buluştuğumuzu iddia etmeye utanmayıp, yargılanmamız gereğini dillendirmek,
2010 ruhu olarak adlandırdığımız ve Ebu Zer’lerine selam gönderdiğimiz hareketlerle ilgili yazılarımızdan bihaber, adımızı 2011 lobisi koyup, saç baş yolduran bir provakasyondan hiç çekinmeyerek, bizi bir Jitem tezgahı olan Madımak Vahşeti’yle aynı cümlede kullanmak ve ‘yeni Madımak’ın potansiyel katilleri’ iftirasına dolayarak hedef göstermek!
Esadist Katliamlar’ı protesto etmek isteyen gençleri, 33 insan evladının cayır cayır yakıldığı Madımak Oteli’nin yangın görüntüleriyle yan yana getirmeye çalışan bir algı mühendisliğine ar etmemek!
İnternet ortamında kim olduğu belirsiz insanların yazdığı hatta yazıldığı bile belli olmayan hakaretleri, 16 Temmuz Hareketi’ne mal ederek, yanında sınırdaki Suriye’li çocuklar için profesyonel bir palyaço ve oyuncaklar götüren bu hareket hakkında ‘dehşetli tahrikçiler’ etiketini vurmaya çalışırken hiç Allah’tan korkmamak ve kul’dan utanmamak!
Daha bir takım iftiraların ve söylentilerin ortaya çıkmasının hemen akabinde büyük bir basiret örneği göstererek rotasını Hatay’a değil Kilis’e çeviren 16 Temmuz Hareketi’ne Hükümet’in müdahale etmesi gereğini belirtirken, içinde sakladığı jakobenizm’in fışkırmasını fark etmemek!
Suriye’de binlerce insanın öldürülmesini, mizansen değil, bizzat Mahir Esad’ın cep telefonundan çektiği ve elinde Kur’an varken başı kopmuş insanların görüntülerini izlerken yürekleri dağlanan dindarların, 16 temmuz Hareketi’nin bu mutevazı ama inşallah etkin eylemiyle biraz olsun ferahlamasını ve teselli bulmasını hesab edemeyerek, hala Madımak saçmalıklarıyla bu temiz işe çamur atma girişiminde bulunmak!
Zamanında 6.filoya saldıran solcuları kovalamak hatasına düşen müslümanlarla, 16 Temmuz Hareketi gibi birden fazla oluşumun içinde bulunduğu ve yalnızca bir ‘Esad’ı Protesto ve Suriye Halkı ile Yardımlaşma’ eylemi ortaya koymak isteyenleri yine serab misali bir ‘reenkarnasyon havuzu’nda boğmak istemek!
1 Mart’ta Amerika’nın Irak’a müdahalesine karşı çıktığı gibi şimdi de Amerika’nın Suriye’ye müdahalesine karşı çıkan ve zaten biraz da bunun için işi sıkı tutmak isteyen zihin yapısına, Irak-Suriye Tezatı gibi ne idüğü meçhul bir kıyası dayatmak!
Milyonların duasını alan ve saf niyetlerini pak şehidleriyle ispatlamış bir yardım örgütünün adını, bu karalamalarla, yalanlarla, yanlışlarla dolu yazıda zımnen de olsa geçirirken ‘ben ne yapıyorum’ diye iki kere düşünmemek!
Ve nihayet; aynı toplumda yaşadığı Müslümanlarla yüzyüze bakarken utanacağını, yüzünün kızaracağını hiç düşünmeden, mahşeri hesaba katmadan, ‘beyan’ı esas alan bi edeb’i yerin dibine sokarak, “USrail'in sancağı altında Suriye sınırına dayanmaya hayır!” gibi bir cümleyi yazmaya utanmamak!
16 Temmuz Hareketi USA ve İsrail’in sancağı altında, öyle mi…
Kardeşlerine karşı böyle bir kuru iftira yazısını kaleme alıp, kendisine ‘Baas destekçisi’ şeklinde karalama yapıldığından şikayetçi olurken ‘Madem destekçisi değilsin ve diyelim ki sana iftira edildi, sen bilinçaltında kime ve nasıl bir destek isteği besliyorsun ki böyle bir rezaleti kaleme aldın?’ sorusuyla karşı karşıya kalacağını hiç hesab edememek!
Ve fazlası…
Bunca yalan, yanlış, iftira ve karalamanın içerisinde “Bahreyn ve Yemen'de ülkenin tamamı sokaklarda ve aylardır rejimin gitmesi için gösteri yapıyor ama ABD başta olmak üzere batı dünyası ve Arap saltanatları halkın talebine ve sokaklarda yapılan katliamlara rağmen bu ülkelerdeki tek parti veya saltanat rejimlerini destekliyor. Bu ağır çelişkinin Türkiye'de Suriye için ayağa kalkmış heyecan ve hissiyat tarafından hiç algılanamadığını şaşırtıcı biçimde görüyoruz.” gibi çok doğru bir tespit de kayboldu gitti, yazık…
Tıpkı ‘yanında kendisini olası provakasyonlara karşı koruyacak bir yakınları olmayan hanımları beraberinde götürme sorumluluğunu’ almayan ama sonra ‘sırf bu koruyucu tedbir nedeniyle yoğun eleştirilere tabi tutulduğunu ve hatta hareketin sırf bu tedbir nedeniyle boğulmaya çalışıldığını’ fark ederek refleks geliştiren 16 Temmuz Hareketi’nin, bana da ters gelen bu hatasının, niyetinin saflığı, amacının güzelliği, söylemlerinin netliği arasında kaybolup gitmesi gibi…
Nazarlığı olsun, bir şey olmaz. Ulvî niyetler, nazarlık nisbetinde kusurlara feda edilmez!
Kaldı ki bu da bize göre böyledir ama hareket öyle karar aldıysa da öyledir.
“Olsun, gerekirse biz de kendi hareketimizi kurar gideriz. Şimdilik destek verelim, dua edelim.” demek neden bu kadar zor olsun ki…
Üzüntüm o ki, bu dille, bu zihinle, bu kibirle, ne Sünnîmiz, ne Şiîmiz, ne Sufi’miz ne Selefi’miz ne de kendini her ne şekilde ifade ediyorsa o kardeşimiz, hiçbirimiz hiçbir şey yapamayız!
Biz ihtilaflarımızı bu gibi bir dil’le kavga’ya devşirirsek, devletimiz, yani gücümüz, potansiyellerimiz elimizden gider!
Benim bu yazımda eleştirdiğim yazardan bir tek ümidim vardır, o da perspektifini tekrar gözden geçirmesi, özne’leşmesi ve her nasıl düşünürse düşünsün, dil’ini düzeltmesidir.
Tabi dilerse iyi niyetinden başka sermayesi olmayan insanları karalayacak daha da fazla şey yazabilir, o da mümkündür…
Ne ki o zaman bizim gibiler de “kibir’e karşı kibir sadaka’dır” hadis’inin Sahibi’nin izcisi ve O’nun Rabbi’nin hayata hâkim kılmak istediği ‘adalet’ mefhumunun meftunu olarak benzer cevablara mecbur kalabiliriz…
İyisi mi herkes birleştirici, bütünleştirici, barışçıl bir dil kullansın da, Allah kalplerimizi yakınlaştırsın, birliğimizin yollarını açsın…
*Analizmerkezi