Uygar Aktaş / TİMETURK
İran’ın dini lideri rehber İmam Hamaney geçen hafta verdiği bir beyanatta Suriye’de yaşananların diğer Arap devrimlerine benzemediğini ve ABD ile İsrail’in bir tertibi olduğunu ifade etmişti. Benzer bir beyan da Hasan Nasrallah’tan gelmiş, Nasrallah, Suriye’nin bölgede ABD-İsrail hegemonyasına karşı direnen yegâne Arap ülkesi olduğunu belirterek halkı Beşar Esad’ın yanında durmaya çağırmıştı.
Suriye hakikaten ABD-İsrail hegemonyasına karşı direnen bir ülke miydi? Esad ailesinin kırk yıllık iktidarı aslında bu iddiayı tekzip eden hadiselerle doludur. Mesela Hafız Esad, Lübnan’da Falanjistlerle Filistin’li direnişçiler arasında yaşanan savaşta durum kesin bir şekilde Filistin direniş örgütleri lehine sonuçlanacakken ABD ve İsrail’in muvafakatıyla Lübnan’a girmiş ve Filistin örgütlerine ağır bir darbe vurmuştu. Yine aynı Hafız Esad, Körfez harbinde Irak’ın başına gelenlerin kendi başına gelmesinden korktuğu için 91 Şubat’ında Alman hükümeti nezdinde girişimde bulunarak İsrail’i tanımaya hazır olduklarını ilan etmişti. Körfez harbinde Suriye’nin Irak’a karşı emperyalist ABD yanında savaşmak üzere birlik gönderdiği de bilinen bir vaka. Oğul Beşar Esad ise Irak’ın işgalinden sonra CIA ile işbirliğine gitmiş, ABD işgaline karşı silahlı mücadele veren Sünni savaşçıları işkence altında konuşturarak bilgileri CIA’ye iletmiş ve bu direnişin kırılmasında ABD’ye büyük hizmetler sunmuştu.
Esad rejiminin İsrail ve ABD ile asli bir kavgası olmadığını söyleyebilmek için bu örnekleri saymaya bile gerek yok. Bu hususta Baba Esad döneminde ordunun fonksiyonunun nasıl dönüştüğüne bakmak yeterli olacaktır. Esad dönemine kadar en yetişmiş neferler ile en iyi techiz edilmiş birlikler İsrail sınırına yerleştirilirken, Hafız Esad ile birlikte kahir ekseriyetini Nusayri askerlerin teşkil ettiği en iyi techiz edilmiş özel birlikler rejimi korumak üzere Şam civarına yerleştirilmiş buna mukabil İsrail sınırına daha zayıf ve daha az eğitimli birlikler gönderilmeye başlanmıştır. Bu, aslında İsrail’e ‘biz bundan böyle seninle devlet olarak savaşmayacağız’ diye taahüdde bulunmak demektir. Filistin direniş örgütlerine verilen destek ise nüfusun ancak 5%’ini teşkil eden bir azınlığın meşruiyet hilesinden başka bir şey değildir. Esad rejimi kırk yıl boyunca esasen İsrail’in kuzey sınırlarını korumuş, Filistin örgütlerine ise ancak meşruiyet ihtiyacı kadar destek vermiş buna mukabil bu örgütler İsrail için ciddi bir tehlike olmaya başlayınca da yukarıda Lübnan örneğinde olduğu gibi onlara ağır bir darbe vurmaktan da imtina etmemiştir.
Peki, Esad rejiminin esasen İsrail’in korunması üzerine yapılandığı bu kadar açıkken ve ayrıca iktidarı elinde tutan azınlığın asırlar boyunca Şii ulema tarafından dahi gulat olarak tavsif edildiği ortadayken Hamaney ve Nasrallah’ın meseleleri çarpıtarak ve ülkede vahşice katledilen ve işkence gören insanları gözardı edip bu rejime sahip çıkmasının sebebi nedir?
Suriye’nin İran-Şii yayılmacılığı projesinde önemli bir yer işgal etmesi olabir mi?
İran, bir yandan Türkiye’de alevileri, Suriye’de Nusayri ve İsmailileri, Yemen’de Zeydileri, hatta Arnavutluk’ta bektaşileri Şii-Caferileştirerek, Lübnan, Bahreyn ve hatta Fildişi Sahilleri’nde ise Şii koloniler tesis ederek Şiiliğe dayalı bir yayılma siyaseti takip ederken diğer taraftanda gerek Arap yarımadasında gerek Afganistan ve Pakistan’daki Şii azınlık üzerinden de nüfuzunu arttırmaya çalışmaktadır. İran aynı zamanda Amerikan-İsrail karşıtı bir söylem çerçevesinde gerek kendi örgütü ‘Hizbullah’ gerek Hamas ve İslami Cihad’a destek sağlayarak bu bölgede de Arap-İsrail çekişmesinde önemli bir aktör olarak yer almaktadır. Yani İran bir yandan bölgedeki Şiiler üzerinde bir ‘patronaj’ tesis etmeye çalışırken diğer yandan da Mısır’ın bölgede bıraktığı boşluğu doldurarak Arap-İslam âleminin hamisi rolünü üstlenmektedir. Bu bölgede Davos hadisesine kadar en sevilen bölge liderlerinin Esad, Nasrallah ve Ahmedinecad olması bu siyasetin başarılı olduğunu göstermektedir. Öyleki Ürdün Kralı 2. Abdullah 2004 yılında Şii Hilali’nden bahsettiğinde, - bu satırların sahibi de dâhil- çoğu insan bu iddiayı ciddiye almamış Amerikancı cephenin hedef saptırmaya matuf bir hamlesi olarak yorumlamış hatta Mısır İhvan’ı ve Hasaneyn Heykel Kral Abdullah’a karşı çok ağır bir dille saldırmış, İsrail dururken İran’ı itham etmenin ihanet olduğunu söylemişlerdi.
Gerçi İran’ın Afganistan’da Taliban’a karşı ABD’ye destek vermesi, Irak’taki Şiileri ABD’yle işbirliğine ikna etmesi, Irak’ta sünni entelejansiyanın sistemli tasfiyesi, Sünni direniş kuvvetlerinin Şii Emel ve ‘Hizbullah’ tarafından güney Lübnan’dan atılması, ‘Hizbullah’ın’ kök saldıktan sonra son beş yıldır bütün Lübnan’a hükmetmeye başlaması zihinlerde bazı istifhamlar doğurmuş olsa da Hamas ve İslami Cihad’a verilen destek ve ‘Hizbullah’ın’ İsrail’e karşı sağladığı askeri başarılar bu şüpheleri izale etmiş, İran birçok insan tarafından ümmetin ve direnişin hamisi olarak görülmeye devam etmişti.
Peki, Şii-İran Sünniler de dâhil bütün ümmetin hamisi olabilir miydi? Ne de olsa sünniler Ali bin Ebi Talib’in İmametini amir nassın varlığını kabul etmemek haysiyetiyle ‘asiydiler’. Ayrıca Kerbela hadisesi sebebiyle yerleşmiş olan yezid-sendromu ve buna bağlı olarak kritik her hadisede bütün sünnileri Yezid’le özdeşleştirme geleneği böyle bir misyonun önündeki en önemli engellerdi. Sünni gelenek İslam dışı âlemle mücadele ve cihad biaenaleyh kâfire karşı açık şuur üzerine kurulu bir İslami mücadele kültürü geliştirmişken - ki bugün İran’a ve Hizbullah’a duyulan sempati de bu kültürün bir neticesidir - Şii gelenek ise yukarıda saydığımız unsurlar üzerine kurulu bir İslam içi mücadele kültürü geliştirmiştir. Yani bir tarafta hasım küffar iken diğer tarafta hasım Sünni Müslümanlar olmuştur. İran’ın ümmetin hamisi olabilmesi veya ümmeti maruz kalınan bütün sıkıntılarda ayrım yapmadan sahiplenebilmesi önce bu kültürün dönüştürülmesini iktiza ederdi. Aksi takdirde bu mücadele ve cihad söylemi aslında geleneksel düşmana karşı geliştirilen taktik hamleler olmaktan öteye gitmeyecekti.
İşte Suriye olayları bu bakımdan İran’ın ve haliyle ‘Hizbullah’ın’ takındığı tavra ışık tutmaktadır. Zira Suriye’de yaşananların gerçek bir zulm ve tuğyan olması, insanların ilk başta basit reform taleplerinin dahi böylesi bir şiddetle cevaplandırılması, binlerce insanın öldürülmesi, binlercesinin işkence görmesi İran ve Şii cephenin söylemlerinde ne kadar samimi olduklarını ve söz ettiğimiz kültürü ne kadar dönüştürebildiklerini gösterecekti. Maalesef Şii cephenin dört aydır sergilediği tavır bu cepheye muhabbet ve ümitle bakan insanları hayal kırıklığına uğratmıştır. Zira gerek Hamaney gerek Nasrallah’ın verdikleri beyanlarda yaşanan zulümden hiç bahsetmemeleri, hürriyet arayan insanları ABD işbirlikçisi olarak suçlamaları yukarıda zikrettiğimiz yezid-sendromunun bir eseridir. Belli ki ölen ve işkence edilenlerin sünni olmaları bu olayları zulüm olarak görmelerine mani olmaktadır. Bugün Lübnan’dan kafilelerle Suriye’ye gelen Şiilerin katliamcı orduya kan bağışında bulunmalarını ve Suriye ekonomisini güçlendirmek için Suriye bankalarında hesap açtırmalarını basit bir stratejik ortaklık olarak görmek safdillik olacaktır. Ayrıca Irak Şiilerinin Suriye devletine destek vermeleri de dikkat çekmektedir. Facebook’a düşen haberlerde Mukteda Sadr’a bağlı Mehdi ordusu’ndan 300 kişilik bir birliğin Deir el-Zor’a girdiklerinin yer alması da gayet manidardır.
Suriye devrimi ile birlikte bütün bu mukavemet söylemlerinin arkasında yatan asıl davanın Şii hegemonyası sağlamak, mukavemet söyleminin ise hem asıl davayı gizlemek hem de sünni coğrafyada kök salabilmek için faydalanılan bir ‘enstrüman’ olduğu ortaya çıkmıştır. Sadrettin Beyanuni ‘Suriye olayları ‘Hizbullah’ın’ yıllardır mukavemet maskesiyle gizlediği çirkin yüzünü ortaya çıkarmıştır’ derken bunu kastetmektedir.
Suriye olaylarıyla beraber İran-Şii yayılmacılığı artık inkâr edilemez bir vakıa haline gelmiştir. Elbette bu durum uluslararası ilişkilere vakıf çevrelerin malumuydu. Bizim kastettiğimiz bu vakıanın artık sokaktaki insan tarafından da kolayca idrak edilebilir bir açıklığa kavuşmuş olmasıdır. Suriye devrimcilerinin miting ve yürüyüşlerde ‘Hizbullah’ ve İran bayraklarını yakmaları, Facebook’a düşen mesajlarda bilhassa Hasan Nasrallah’ın ağır bir şekilde eleştirilmesi bu idrakin sokaktaki akisleridir.
Daha önce Suriye’de devrimin sadece Esad hanedanlığını yıkmakla kalmayacağını bölgedeki cari cephelerin sahteliğini de ortaya çıkaracağını söylemiştik. Bugün devrim meydanlarında bunun gerçekleştiğini görüyoruz.
Burada bir hususa dikkat çekmekte fayda var. Olaylar beşinci ayını doldurduğu halde Batı âlemi ve bilhassa ABD’den rejime çok ciddi bir müeyyide gelmedi. Buna mukabil basına sızan haberlerde ABD’nin İsrail’in güvenliği sebebiyle Beşar Esad liderliğinde bir geçiş sürecini esas alan bir yol haritası çizmiş olduğu söyleniyor. Düşman kampta yer alan İran ve ABD’nin Afganistan ve Irak’tan sonra Suriye’de de aynı payda üzerinde buluşmaları doğrusu pek manidar.