Mazlumder 2010 insan hakları raporunu yayınladı
Mazlumder '2010 Türkiye İnsan Hakları Raporu'nu yayınladı. Mazlumder raporunda Türkiye'nin 2010 karnesini, 'geçmiş yıllara nazaran insan hakları konusunda iyileşmeler olsa da, geçmişin militarist/tek tipçi alışkanlıkları ihlalleri yaşatmaya devam etmektedir' cümlesiyle özetliyor.
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-06-07 14:52:48
HABER MERKEZİ / TIMETURK
Bugün '2010 Türkiye İnsan Hakları Raporu'nu yayınlayan Mazlumder, 2010 yılında yaşanan insan hakkı ihlallerini şu şekilde sıralıyor:
- Askeri kışlalardan gelen kurşunlar ve kullanılmış mühimmatın uluorta bırakılması neticesinde yaşanan çocuk ölümleri,
- Mayınlı araziler dolayısıyla yaşanan sivil ve asker ölümleri,
- İntihar ya da kaza olduğu iddia edilen asker ölümleri -ki son on yılda sadece Jandarma Teşkilatında 400 ün üzerinde intihar vakası yaşanmıştır- ve çift başlı yargı nedeniyle etkili soruşturma imkânlarından yoksun oluşu,
- Dur ihtarına uymadıkları için polis veya jandarma kurşunuyla öldürülen siviller,
- Cezaevlerindeki kötü şartlar ve tecritin yol açtığı kronik hastalıklar neticesinde yaşanan ölümler, işkence iddiaları, hastaların sevk işlemlerinde yaşanan ihlaller ve diğer ihlaller,
- Legal veya illegal Kürtaj uygulamaları -ki sadece Türkiye’de yılda 350 bin kürtaj vakası yaşanmaktadır- ve bunun özgürlükler adına savunulması,
- Soruşturma ve kovuşturma aşamalarında yaşanan Adil Yargılanma Hakkı ihlalleri ve bu kapsamda “Gizlilik Kararı” uygulaması, uzun tutukluluk süreleri neticesinde bir tedbir olan tutuklamanın cezaya dönüşmesi, medyanın ve siyasilerin, masumiyet karinesine aykırı olarak, şüpheli ve sanıkları suçlu gibi lanse etmesi,
- Gece yarısı yaşanan polis baskınlarında özellikle aile fertlerinin ve çocukların korkutulmasına yönelik davranışlar, insanların yatak odalarına girilerek keyfi bir biçimde insanların özel eşyaları karıştırılması,
- Düşünce ve fikirlerini açıklayan gazetecilere, yazarlara ve sanatçılara açılan bunaltıcı davalar,
- İlk ve ortaöğretim, üniversite ve kamu kuruluşlarında devam eden başörtüsü yasağı uygulamaları -ki üniversitelerdeki görece rahatlamaya rağmen çalışma hayatında yasağın devam ediyor olması- ve ilköğretimde başörtüsü takmak isteyen öğrencilerin velilerine yönelik hükümet kanadından yapılan tehditler, hastanelerde yaşanan ayrımcılık uygulamaları,
- Kitle gösterilerinde polis tarafından kullanılan şiddetli müdahale yöntemleri, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Kanununa” muhalefet suçu iddiasıyla yaşanan darp, haksız olarak gözaltı, tutuklama ve cezalar, çocuklukları hiçe sayılan TMK Mağduru çocuklar,
- Derneklere yönelik kapatma davaları ve çeşitli faaliyetlere getirilen sınırlandırmalar,
- Kürtçe eğitim, Kürtçe isim, cezaevlerinden yazılan Kürtçe mektuplar, Kürtçe savunma ve propaganda konusunda yaşanan sıkıntılar, Kürtçe konuştuğu için hastanelerde azarlanan ve ayrımcılığa uğrayan hastalar,
- Engellilere yönelik yok sayıcı tutumlar,
- Yasadışı dinlemeler bir tarafa; “yasal” dinlemelerde de yaşanan hukuksuzluklar,
- Özel hayatın mahremiyetini ihlal eden yasadışı kayıtların kamuya ulaştırılmasının önüne geçilememiş olması, sorumluların yargıya getirilememesi,
- Mülteci ve sığınmacıların misafirhane adı altında aylarca adeta gözaltında tutulmaları, olumsuz yaşam koşulları içinde bırakılmaları, insanlık dışı muamelere tabi tutulmaları,
- Kur’an eğitimine getirilen sınırlandırmalar ve bu sınırlandırmalara direnenlere yönelik baskı politikaları ve ceza tehditleri, namaz vakitlerine çalışma hayatında yer tanınmaması, Müslüman çoğunluğun görünürlüğünün adeta yok sayılması, Resmi ideolojiden beslenen hutbelerle camilerin resmi ideolojinin inşası için araçsallaştırılması, dini sohbet amacıyla bir araya gelen grupların geniş çaplı operasyonlarla mağdur edilmesi,
- Alevilerin cem evlerine ilişkin talepleri noktasında yeterli ilerlemenin sağlanamamış olması ve genel anlamda alevi vatandaşlara yönelik birçok alanda uygulanan ayrımcılık,
- Türkiye’de Hıristiyan, Yahudi ve diğer dinlere mensup kişilere yönelik çeşitli alanlarda baskı ve uygulamalar,
- Dünyanın birçok ülkesinde en temel haklardan birisi olarak kabul edilen “vicdani ret hakkı”nın bir hak olarak görülmemeye devam etmesi ve bu hakkı kullanmak isteyenlerin idari ve adli baskılara maruz kalması.
İhlalerin ana kaynağının yapısal sorunlar olduğunun belirtildiği Rapor'da "Bu yapısal sorunların temelinde ise darbe anayasası ve kurumları bulunmaktadır. Atılan her olumlu adım bir şekilde geçmişin kalıntısı askeri anayasa düzeninin ağlarına takılıp kalmaktadır" deniliyor.
İşte MAZLUMDER'İN 2010 TÜRKİYE İNSAN HAKLARI RAPORU ÖZETİ:
YAŞAM HAKKI
Haklara sahip olmanın ve bu haklardan yararlanmanın ön koşulu yaşam hakkının korunmuş olmasıdır. Yaşam hakkı korunamamış ise diğer haklardan söz etmek anlamsızdır. Bu açıdan yaşam hakkı diğer haklara nazaran farklı bir öneme ve anlama sahiptir. Yaşam hakkı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası insan hakları belgelerinin neredeyse tümünde yer almıştır. Yaşam hakkını teminat altına alan birçok uluslar arası belgeye Türkiye de imza koymuştur. Buna rağmen Türkiye yaşam hakkı ihlallerinin yoğun olarak yaşandığı bir ülke olmaya devam etmektedir.
Geçmiş yıllara oranla yaşam hakkı ihlallerinde nisbi bir azalma söz konusu olsa da belli bölgelerde ve belli alanlarda bu ihlaller eskisi gibi hayatın acı bir gerçeği olarak karşımızda durmaktadır. Geçen yıl, Diyarbakır Lice’de askeri bölgeden atılan bir havan topu mermisinin bedenine isabet etmesi ile ölen Ceylan Önkol olayının benzerleri bu yıl da yaşandı. Olayın basında yoğun bir şekilde yer almış olması ve çok tartışılması, yeni ölümlerin olmasını engellemedi. Askeri bölge yakınlarında dikkatsizlik, ihmal veya başka nedenlerden kaynaklanan ölüm olayları yaşanmaya devam etmektedir. Örneğin, Karabük'ün Safranbolu ilçesine bağlı Aşağıçiftlik Mahallesi, Kurttepe mevkisindeki evlerinin önünde oynayan, 4 yaşındaki Edanur Avcı, başına bir kurşun isabet etmesi sonucu öldü. Bu kurşunun, evlerine yakın bir bölgede bulunan Safranbolu 125. Jandarma Er Eğitim Alay Komutanlığından geldiği ileri sürüldü. Yine, Van, Kurubaş köyünde 21 Temmuz 2010 tarihinde, annesi ve kardeşleriyle birlikte dedesinin mezarını ziyarete giden, 16 yaşındaki Canan Sadık ensesine isabet eden bir kurşunla yaşamını yitirdi. Canan'ın ölümüne neden olan kurşunun köy yakınındaki Hacı Bekir Kışlası'ndan geldiği, hareketli zırhlı aracın üzerinden atıldığı bilirkişi raporuyla tespit edildi.
Kullanılmış mühimmatların askeri kışlalar çevresine veya herkesin gelip geçtiği çöp bölgelerine bırakılıyor olması da pek çok ölüm ve yaralanma olaylarının yaşanmasına neden olmaktadır. Ancak pek çok ölümlü vaka yaşanmasına rağmen bu konudaki ihmallerin veya yanlış uygulamaların devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle başıboş bırakılan mühimmatların patlaması neticesinde, kışlaların yakınlarında yaşayan kişilerin ölümüyle sonuçlanan vakaların sayısı –maalesef- az değildir.
Her yıl olduğu gibi 2010 yılı içerisinde de azımsanmayacak sayıda şüpheli asker ölümleri yaşanmıştır. Manisa Askeri Hastanesi’nde askerliğini yapan ve terhisine 40 gün kala ailesine intihar ettiği söylenen Tuncay Çiftçi; Adıyaman'da Baraj Koruma Bölük Komutanlığı'nda savunma mevzisine koşarken vurularak hayatını kaybeden 20 yaşındaki Jandarma Er Cüneyt Kızılarslan; Tunceli’nin Hozat İlçesi’ne bağlı Sarıtaş Karakolu’nda nöbet tuttuğu sırada alnından tek kurşunla vurulmuş halde bulunan ve yine ailesine "intihar ettiği" söylenen Antalyalı Er Murat Oktay Can; Cudi Dağı eteklerinde bulunan Gürümlü köyündeki askeri taburda intihar ettiği ileri sürülen jandarma Er Ömer Eyberci... Bunlar, 2010 yılı içinde yaşanan şüpheli asker ölümlerinden sadece birkaçı. Şüpheli asker ölümleri ile ilgili bu yıl Mecliste verilen bir soru önergesi üzerine İçişleri Bakanı Beşir Atalay, son 10 yılda 401 jandarmanın intihar ettiğini belirtmiştir. Bu sayı şüpheli asker ölümlerinin ne derece vahim bir noktada olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu tür olayların etkili bir biçimde soruşturulamaması, olaylar üzerindeki şüphelerin giderilememesinde önemli bir etkendir. Bu nedenle etkin bir soruşturmanın yürütülmesinin önündeki yasal engellerin kaldırılması, sorumlularının cezalandırılması gerekmektedir.
“Dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis veya jandarma kurşunuyla ölen ve bu şekilde yaşam hakkı ihlal edilen kişi sayısı az değildir. 7 Şubat 2010’da Şırnak’ın Uludere İlçesi’ne bağlı Ortasu Köyü’nden Ortabağ Köyü’ne giderken “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle jandarma ekibi tarafından minübüs taranmış, olayda minibüs sürücüsü Hecer Uslu hayatını kaybetmiştir. Yine Şanlıurfa’nın Akçakale İlçesi’ne bağlı Kepezli Köyü’nde 22 Nisan 2010’da Suriye’den Türkiye’ye “kaçakçılık yaptığı” iddia edilen Taha Özdemir (22) “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle, açılan ateş sonucu hayatını kaybetmiştir. Şırnak’ın Balveren Beldesi’nde 5 Mayıs 2010’da, “kaçakçı oldukları” ileri sürülen beş kişiye “dur” ihtarına uymadıkları gerekçesiyle, Millî Jandarma Karakolu’na bağlı askerler tarafından ateş açılması sonucu Hüseyin Artuç (19) yaşamını yitirmiştir.
Mayınlı araziler de hala pekçok kişinin ölümüne neden olabilmektedir. Kimi zaman sivil vatandaşlar kimi zaman sınır güvenliğini sağlayan erler mayına basarak hayarlarını kaybedebilmektedir.
Cezaevlerinde yaşam koşullarının kötü olması, mahkum veya tutukluların sağlıklı koşullarda tedavi edilememeleri, ölümcül hastalığa yakalanmalarına rağmen hala cezaevinde tutulanlar, defalarca talep edilmesine rağmen adli tıptan rapor alınmasının zorluğu ve benzeri bürokratik işlemler nedeniyle cezaevlerinde birçok insan yaşamını yitirmekte bu şekilde yaşam hakları ihlal edilmektedir.
Kadına karşı şiddet olaylarının arttığı toplumsal vakalarda, devletin gerekli koruyucu tedbirleri almaması sebebiyle yaralanan, öldürülen, fiziksel ve psikolojik işkence gören kadınların sayısı oldukça fazladır. Kadınların korunma ve huzurlu yaşam sürme ile ilgili taleplerinin devletin ilgili kurumlarınca ciddiyetle ele alınması, yaşama ve vücut bütünlüğünü koruma hakkı ihlallerini önleyici düzenlemelerin bir an önce gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Kürtaj uygulamalarının büyük bir kısmını, yaşam hakkının ihlali olarak gördüğümüzü belirtmek isteriz. Türkiye’de gebeliğin 10. haftasına kadar kürtaj yapılmasının herhangi bir engel bulunmamaktadır. Oysa bilimsel olarak ortaya konulduğu üzere 10. haftada anne karnındaki çocuğun parmak izlerine varana kadar tüm vücudu gelişmiş durumdadır. Hatta 8. haftada bile bebeğin sinir sistemi oluşmuş olduğundan, bebek ağrıyı ve acıyı hissedebilmektedir. Bu süre zarfında bebeğin kol ve bacakları uzamış, yüzü bile artık belirginleşmiştir. Uluslararası hukukta yaşam hakkı, doğumla birlikte sahip olunan bir hak olarak tanımlanmıştır. Doğum öncesi ile ilgili yeterli düzenlemeler bulunmamaktadır. Bu durum modern insan hakları anlayışının bir kusurudur. İnsan hakları kuruluşlarının, savunmasız ve hissetiklerini dışavuramayan anne karnındaki çocuğun da yaşam hakkını koruyacak düzenlemelerin yapılması için gerekli çabayı ortaya koymaları gerekmektedir. Çocuk anne karnındayken de yaşamakta ve hissetmekteyken ciddi sağlık sorunları yokken kürtaj ile çocuğun hayatına son veriliyor olması önemli bir yaşam hakkı ihlalidir. Sadece Türkiye’de yılda ortalama 350 bin kürtaj olayının yaşandığı tahmin edilmektedir. Bunun büyük bir kısmı devlet hastanelerinde yapılmaktadır. Devlet yasal düzlemde kürtaja izin vererek bu şekilde birçok bebeğin yaşam hakkını ihlal etmektedir.
İnsan hakları ihlallerinin birinci derecede sorumlusu devlettir. Ama devletin içindeki bazı kurumlar, yaşam hakkını daha yoğun bir biçimde ihlal etmektedir. Yaşam hakkı ihlallerinde, ihlali doğuran vakaların büyük bir çoğunluğunun Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde gerçekleştiğini görmekteyiz. Ayrıca hastaneler ve cezaevleri de yaşam hakkı ihlallerinin yoğun bir biçimde yaşandığı diğer devlet kurumlarıdır. Bu kurumlarda gerçekleşen yaşam hakkı ihlallerinin tamamen sona ermesi için gerekli önlemlerin alınması, yaşanan olaylarla ilgili soruşturma ve denetlemelerin ciddi bir şekilde yapılarak, vakaların mutlaka adil yargılama konusu yapılması gerekmektedir.
DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ
SON VİDEO HABER
Haber Ara