Dış Politika uzmanı Cengiz Çandar, Radikal gazetesinden bugün kaleme aldığı "Türkiye'nin Suriye Migreni" adlı makalesinde şunlara yer verdi;
Seçime yaklaşık bir hafta kala, seçim sonrası Türkiyesi’nin en büyük iki ‘baş ağrısı’ndan biri olacağı belli olan Suriye’yi dikkatten kaçırmayalım.
Ne baş ağrısı; düpedüz migren!
Hafta içinde, bizim Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu görüntüye bakılırsa memnun eden, Başşar Esad’ın, 31 Mayıs’a kadar tutuklanmış, Müslüman Kardeşler mensupları dahil, siyasi tutuklulara ‘af’ ilanı geldi. Davutoğlu, yine de ihtiyatı elden bırakmadan “Siyasi genel af olmadan siyasi reformlara geçilemezdi. Umarım bundan sonra siyasi reformlar yolunda adım atılır” mealinde bir açıklama yaptı.
Bu ‘af’ son üç ayda, olaylar patlak verdikten sonra mı içeri atılanları, yoksa 40 yıla yakın bir süredir Baas rejiminin gazabını çekmiş olanları mı kapsıyordu, belli olmamıştı.
Suriyeli 300’den fazla rejim muhalifinin tam da Türkiye’de, Antalya’da bir araya geldiği sırada yapılan bu açıklama, kimilerince olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmek istendi, kimisinin kafası karıştı.
Bu tür zalim rejimlere hiç kefil olmamak en iyisi. Nitekim, çok geçmeden mesele aydınlandı. Af, idama mahkûm edilenlerin cezasının ömür boyuna, ömür boyu hapis yatmakta olanların cezalarının 20 yıla indirilmesini, diğer cezalarda da indirimi öngörüyordu.
Kim kimi affediyor?
Ben kendi payıma ‘af’ ilanını duyduğumda, daha ayrıntıları ortadan çıkmadan, zihnimden “Kim kimi affedecek!” düşüncesi geçti.
Suriye rejimi, elini halkının kanına dirseklerine kadar buladı. Meşruiyetini sorgulatır hale geldi. Başşar, kimi affedecek gelinen aşamada? Acaba Suriye halkı, onu ve çevresini affedecek mi bakalım?
Şu anda Suriye’de üç ayda, silahsız gösteri yaparken öldürülenlerin sayısının 1000’in üzerinde olduğu biliniyor. Bilinen, dışarı sızan bu. Daha da fazla olabilir.
Bu ne demek biliyor musunuz?
Nüfus oranına vurulduğunda, üç ay içinde 10 bine yakın insanın öldürüldüğünü düşünebiliyor musunuz, ne demek.
Tutuklanan, gözaltına alınan ve işkence görenleri, Türkiye nüfusuna göre oranlarsak, Türkiye’de üç ay içinde 50 bine yakın insanın tutuklanması, gözaltına alınması, işkenceden geçmiş olması demek.
Böyle bir rejimin ‘siyasi muhalifleri’ni ‘affetmek’ hakkı kalmış mıdır?
Bazı gözlemciler, Başşar’ı savunabilmek ve sakınmak için babası döneminden kendisine miras kalan ‘eski rejim muhafızları’nın o ‘iyi çocuğu’ kuşattığını öne sürüyorlar. Bizim Başbakan Tayyip Erdoğan’da da böyle bir algılamanın –en azından bir zamanlar- bulunduğunu biliyorum.
Bu artık doğru bir bilgi değil. Başşar, babasından kalma ekibi büyük ölçüde temizledi. Artık, Hafız sonrası başka bir iktidar kliği var Suriye’de. Bunlar, Hafız Esad kadar yetenekli, deneyimli, mezhep dengelerini kurabilecek kadar becerikli ve onun kadar da güçlü olmadıkları, tersine zayıf ve gözbebeklerine kadar yolsuzluğa batmış oldukları için, inanılmaz derecede zalimler de.
Zalim aile rejimi değişemez
Halkın yıllardır birikmiş intikamından öyle korkuyorlar ki, ayakta kalabilmek için başvurabilecekleri tek yol, kan dökmek. Sınırsız bir zorbalıkla, Suriye halk devrimini bastırmak.
Nitekim, Başşar’ın af ilanından 24 saat sonra, iki kasabada 33 kişi öldürüldü.
Dera’a’dan, Kuzey Lübnan’a yakın –yıllar öncesinden anılarım bulunan- Tel Kalak’a, Banyas’a, adını coğrafya atlaslarında hemen bulamayacağınız birçok yerleşim merkezinde yapılan zulmü, dökülen kanı görgü tanıklarından, canını kurtarıp Lübnan’a atanlardan öğreniyoruz. Tanklarla kuşattıkları kasabalara girip, silahsız insanları biçen bir rejim.
Bu rejimin kendi sonunu getirecek şekilde reformcu olamayacağını, dolayısıyla neden ve nasıl değişemeyeceğini, ancak yıkılabileceğini; Suriye’de önümüzdeki dönem, ne yazık ki, daha da fazla kan döküleceğini anlayabilmek için, kendisi de yakın geçmişte ağır işkencelerden geçmiş ve hapis yatmış olan bir Suriyelinin, Abed Al Hendi’nin 3 Mayıs’ta Foreign Affairs’de çıkan yazısındaki bilgileri dönüp dönüp okumak gerekiyor.
Suriye rejimi, Askeri İstihbarat, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Devlet Güvenlik ve Siyasi Güvenlik adlarını taşıyan dört birimin üzerine oturan bir ‘muhaberat rejimi’.
Bu rejim, Esad ailesinin kontrolünde. Başşar’ın dayı oğlu Hafız Makhlouf, Devlet Güvenlik’in en önemli adamı. Hafız Makhlouf, Başşar’ın kardeşi ve Başkanlık Muhafızları ve Dera’a’daki katliamı yapan Dördüncü Tümen Komutanı Mahir Esad ve Başşar’ın ablası Büşra’nın kocası Genelkurmay İkinci Başkanı (eski Askeri İstihbarat Başkanı) ve Cumhurbaşkanlığı güvenliğinden sorumlu bir başka kuzen, Zual Hima Şaliş ile birlikte rejim liderliğinin ‘ilk halkası’nı oluşturuyor.
Kırsal alanlarında Nusayri-Alevi azınlığın, şehir merkezlerinde Sünni ağırlığının bulunduğu kıyı şeridinde yani Lazkiye-Banyas-Tartus hattında terör estiren Şebiba (Gençler) adlı paramiliter örgütün başında Başşar’ın baba tarafından kuzenleri Favvaz Esad ile Munzur Esad bulunuyorlar.
Şebiba’nın narkotik, fuhuş piyasası vs. gibi yollardan para kazandığı biliniyor. Favvaz Esad ile Munzur Esad kıyı şeridini kana bularken, güçlerini Başşar’ın küçük kardeşi Mahir Esad’ın Dördüncü Tümeni’ne kattılar.
Türkiye ‘demokratik’ kalmaya mecbur
Böyle bir rejim var Suriye’de ve Türkiye için seçimlerden sonra bir ‘migren’ haline gelecek. Rejim kan dökmeye devam edecek. Ama halk da ‘korku duvarı’nı yıkarak bir kere ayağa kalkmış durumda. Boyun eğeceğe de benzemiyor.
12 Haziran sonrası Türkiye hükümeti, Suriye halkının yanında pozisyon alarak tarihin önlenemez akışı yönünde yer almaya mecbur olacak. Bunu bir ‘demokratik ülke’ olmanın zorunluluğu ile ‘demokratik ülke ahlakı’ gereği öyle yapacak.
Kendi içinde ‘demokratik’ olmadan bunu asla yapamaz. Bu rolü oynayamaz.
Bir kenara yazın...