- Kıtlığın hakim olduğu yeni bir çağda gıda jeopolitiği acaba neye benzeyecek?
- Açlık sınırında yaşayan halklar, hububatla yüklü kamyonların liman kentlerine buradan da zengin ülkelere götürülmesine göz yumabilirler mi?
- İnsanların elinden topraklarını almak kadar isyanları tetikleyen başka bir şeye pek rastlayamazsınız.
- Petrol rezervlerini yitiren bir medeniyet, varlığını sürdürebilir; ancak toprak rezervlerini kaybeden yok olur…
ABD’de buğday fiyatları geçtiğimiz yıl %75 oranında yükseldiğinde, bu durum, bir somun ekmekte 2 dolarlık bir artış anlamına geliyordu ve bir somun ekmeğin fiyatı, 2,10 dolara denk geliyordu. Bununla birlikte, eğer Yeni Delhi’de yaşıyorsanız, bu tür ani fiyat sıçramaları, gerçekten önemlidir: dünya buğday fiyatlarının iki katına çıkması; pazardan eve taşıdığınız ve pideye dönüştüreceğiniz buğdayın maliyetinin iki kat artması anlamına gelir. Aynı durum, pirinç için de geçerli. Eğer dünyadaki pirinç fiyatı iki katına çıkarsa, bu durumda Cakarta’da size komşu olan pazardaki pirinç fiyatı da iki katına çıkmış demektir. Keza, Endonezyalı bir ailenin akşam sofrasında yerini alan bir kase haşlanmış pirincin maliyeti de aynı şekilde…
2011’in yeni gıda ekonomilerine hoş geldiniz! Fiyatlar yükseliyor; ancak bu durumun etkisi, her yerde eşit derece hissedilmiyor. Gelirlerinin onda birinden daha azını süpermarkette harcayan Amerikalılar için gıda fiyatlarının artışı bir facia değil, en kötüsü bir can sıkıntısıdır. Ancak, gezegenin en yoksul 2 milyarlık kesimi için –ki bu insanlar, gelirlerinin %50 ila 70’ini gıdaya harcarlar-, artan fiyatlar, günde iki öğün yerken, bunu tek öğüne düşürmek anlamına gelebilir. Küresel ekonomik katmanların en alt basamağında yer alanlar için ise, bu durum, kişisel iradelerinin tamamen yitirilmesi riski demektir. Bu durum, devrimlere ve ayaklanmaya neden olabilir –zaten oldu da…
2011 yılında bile, Birleşmiş Milletler Gıda Fiyat Endeksi, bir önce açıkladığı rekor düzeydeki küresel fiyat artışını gölgede bırakan bir açıklamada bulundu: Mart ayı itibariyle, gıda fiyatları, son sekiz ayın en yüksek noktasına ulaşmış bulunuyor. Bu senenin hasadının az olacağı öngörüsü ışığında, fiyat artışları sonucu Orta Doğu ve Afrika’daki hükümetlerin sendelemesiyle, endişeli piyasaların bir şoktan diğerine savrulmasıyla birlikte, gıda da giderek dünya politikasının gizli bir yönlendirici gücüne dönüştü. Ve bunun gibi krizler, giderek daha da tanıdık hale gelecekler.
Gıdaya dair bu yeni jeopolitik, giderek daha değişken –ve ihtilaflı- hale geliyor. Kıtlık, artık yeni norm oldu. Kısa süre önceye kadar, fiyatlardaki ani sıçramalara pek rağbet gösterilmezdi; çünkü hemen ardından göreceli olarak düşük gıda fiyatlarına bir dönüş yaşanırdı. Bu durum, 20.yüzyıl sonunda yerkürenin büyük bölümündeki siyasi istikrarın şekillendirilmesine yardımcı olmuştu. Ancak, şimdi, nedenler ve sonuçlar tamamen farklı bir hal aldı.
Birçok açıdan, 2007-2008 gıda krizinin kaldığı yerden devam ettiği bir durumla karşı karşıyayız. Tarihsel olarak, fiyat artışları, genellikle beklenmedik hava şartlarından kaynaklanır –örneğin, Hindistan’daki bir muson yağmuru, eski Sovyetler Birliği topraklarında bir sel, ABD’nin orta batısında yüksek hava sıcaklıkları gibi… Bu tür olaylar her zaman için karışıklıklara sebep olmuştur; ancak ne mutlu ki seyrek olagelmişlerdir.
Maalesef, bugün yaşanan fiyat artışları, hem talebi artıran hem de üretimin artırılmasını daha zorlaştıran eğilimler tarafından yönlendiriliyor. Bu eğilimler arasında; hızla artan nüfus, hasatları kurutan sıcaklık artışları, sulama kanallarının kuruması sayılabilir. Yerkürenin akşam sofrasında, 219.000 ilave kişinin karnının doyurulması gerekiyor.
Daha da alarm verici olanı; dünyanın kıtlıkların etkisini azaltma yeteneğini giderek yitirmesidir. Daha önce yaşanan fiyat artışlarına yanıt olarak, dünyanın en büyük hububat üreticisi olan ABD, dünyayı olası bir felaketten koruyabilmişti. 20.yüzyıl ortalarından 1995’e dek, ABD’nin elinde ya hububat fazlaları ya da sıkıntıya düşen ülkeleri kurtarmak üzere ekilebilecek boş tarlalar bulunuyordu. Örneğin, 1965 yılında Hindistan’da muson yağmurları baş gösterdiğinde, Başkan Lyndon Johnson Yönetimi, ABD’nin elindeki buğday hasadının beşte birini Hindistan’a göndermiş; böylelikle insanların açlık çekmesini başarılı bir şekilde önlemişti. Ancak bunu artık yapamayız; keza güvenlik tamponu artık yok oldu.
İşte bu yüzden 2011’deki gıda krizi son derece gerçek ve bu yüzden de siyasi devrimler vasıtasıyla daha fazla “ekmek ayaklanmalarını” beraberinde getirebilir. Peki, Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali, Mısır’da Hüsnü Mübarek ve (hububatının %90’ını ithal eden) Libya’da Muammer Kaddafi gibi diktatörlerin başına gelenler, hikayenin sonu değil, bizzat başlangıcıysa? Çiftçiler ve dışişleri bakanları! Gıda kıtlılığının giderek dünya politikalarını şekillendireceği yeni bir çağa hazırlıklı olun!
2007 başından beri dünya hububat fiyatlarının iki katına çıkmasının ardında temelde iki etmen vardı: talepteki artışın hızlandırılması ve giderek yaygınlaşan hububat üretiminin yarattığı zorluk. Bunun sonucunda; bir önceki yüzyılın eli açık küresel hububat ekonomisinden tamamen farklı bir dünyayla karşı karşıya bulunmaktayız. Kıtlığın hakim olduğu yeni bir çağda gıda jeopolitiği neye benzeyecek? Bu denli erken bir aşamada bile, ortaya yeni yeni çıkan gıda ekonomisinin temel hatlarını fark edebiliriz:
Talep tarafında, çiftçiler, artık varlıkları apaçık bir hal alan ve şiddetleri artan baskı kaynaklarıyla karşı karşıyalar. İlk kaynak; nüfus artışı. Her yıl dünyadaki çiftçilerin, ilave 80 milyon insanın karnını doyurması gerekiyor ve bu insanların neredeyse tümü, kalkınmakta olan ülkelerde yaşıyorlar. Dünya nüfusu, 1970’den beri neredeyse iki katına çıktı ve bu yüzyıl ortasında 9 milyara varması bekleniyor. Bu sırada, 3 milyar kişi, gıda zincirinde “normal”den daha fazla et, süt ve yumurta tüketiyor. Çin ve diğer ülkelerde daha fazla aile “orta sınıf” kategorisine ulaştıkları için, daha iyi beslenmeyi umuyorlar. Ancak, hububat-yoğun çiftlik hayvanı ürünlerinin dünya çapında tüketimi arttıkça, tüm bu hayvanları beslemek için gereken ekstra mısır ve soya filizi talebi de artıyor. (Örneğin ABD’de kişi başına düşen hububat tüketimi, Hindistan’ın dört katı daha fazla. Hindistan’da ise, çok az miktarda hububat, hayvansal proteine dönüştürülüyor şimdilik…)
Aynı zamanda, bir dönemler başka yerlerdeki vasat mahsullere karşı küresel bir tampon görevi gören ABD, şimdilerde devasa miktarlarda hububatı, araçları için gereken biyo yakıta dönüştürüyor. Hatta dünya üzerindeki hububat tüketimi –ki şimdiden yılda yaklaşık 2,2 milyar metrik tona yükselmiştir-, giderek artan bir hızda artıyor. On yıl kadar önce, tüketimdeki artış, yılda 20 milyon ton kadardı. Daha yakın bir zamanda, yılda 40 milyon tona yükseldi. Ancak, ABD’nin hububatı etanole dönüştürme oranı, çok daha hızlı şekilde arttı. 2010 yılında, ABD, yaklaşık 400 milyon ton hububat hasadı yaptı. Bunun 126 milyon tonu, etanol yakıt damıtma tesislerine gitti (yani, 2000’deki 16 milyon tondan 126 milyon tona çıktı). Hububatı yakıta dönüştürmek üzere sahip olunan bu devasa kapasite; hububat fiyatının artık petrol fiyatıyla bağlantılı olduğu anlamına geliyor. Dolayısıyla eğer petrol varil başına 150 dolar ve üzerine çıkarsa, hububat fiyatı da bu yükselişi takip edecektir ve hububatı petrol eşdeğerlerine dönüştürmek giderek daha karlı bir iş haline gelecektir.
Ve, bu sadece Amerika’yı ilgilendiren bir durum değildir: şeker kamışından etanol damıtan Brezilya, ABD’den sonra üretimde dünyada ikinci sırada bulunuyor; 2020 yılına kadar ulaşımda tüketilen enerjinin %10 ‘unu yenilenebilir enerjiden elde etmeyi hedef olarak belirleyen AB de, gıda mahsullerinin yetiştirildiği arazileri başka uğraşlar için kullanıyor.
Bu, salt gıda talebinin patlamasıyla ilgili bir olay değil. Daha ziyade, dünyanın gıda tedarikinin hepimizin artan gıda iştahını karşılayamayacak durumda olmasıyla ilgili. İklim değişikliğini ele alın: Ekoloji uzmanlarının tahminine göre, mevsim normallerinin üzerinde her 1 derecelik sıcaklık artışı karşılığında, çiftçiler hububat hasadında %10’luk bir azalış bekleyebilirler. Keza, Rusya’da 2010 yılında yaşanan sıcaklık dalgası sırasında ülkedeki hububat rekoltesi yaklaşık %40 oranında düştü.
Sıcaklıklar artarken, su tabakası seviyeleri de azalıyor; keza çiftçiler sıcaklık arttıkça, sulama amaçlı olarak gereğinden daha fazla su çekiyorlar. Bu durum kısa süre içinde gıda üretiminde yapay bir artışa neden olur; akiferler (Yeraltı suyunu tutan ve ileten kayaç ortamı – Editör Notu) tükendiğinde bir anda bir “gıda balonu” yaratır. Kurak Suudi Arabistan’da, sulama, ülkenin 20 yıldan uzun süre boyunca buğday konusunda kendi kendine yetmesini sağlamıştı. Şimdilerde buğday üretimi çöküşe geçti; çünkü ülkenin sulama amaçlı kullandığı ve ikmal edilemeyen akifer, büyük oranda kurudu. Suudiler, kısa süre içinde tüm hububatlarını yeniden ithal etmeye başlayacaklar.
Suudi Arabistan, su-kaynaklı gıda balonlarının olduğu 18 ülkeden sadece biri… Dünya nüfusunun yarıdan fazlası, su tabakası seviyelerinin azaldığı ülkelerde yaşıyorlar. Siyasi açıdan çalkantılı Arap Orta Doğu ülkeleri, hububat üretiminin zirve noktasına ulaşıp daha sonraları su kıtlıkları nedeniyle azalışa geçtiği, ancak nüfus artışının devam ettiği ilk coğrafi bölge olarak kabul ediliyor. Hububat üretimi, Suriye ve Irak’ta azalışa geçti ve kısa süre içinde Yemen’de de azalabilir. Ancak, en büyük gıda balonları Hindistan ve Çin’de görülüyor. Çiftçilerin 20 milyon kadar sulama kuyusunu sondaladığı Hindistan’da su tabakası seviyeleri düşüyor ve kuyular kurumaya başlıyor. Dünya Bankası raporlarına göre; 175 milyon kadar Hintli, gereğinden fazla pompalama sonucu üretilen hububatla besleniyor. Çin’de en fazla Kuzey Çin Platosu’nda aşırı pompalama gözlemleniyor ve bu bölge de, Çin’in buğday üretiminin yarısına, mısır üretiminin ise üçte birine karşılık geliyor. Yaklaşık 130 milyon Çinli, halihazırda aşırı pompalama sonucu üretilen buğdayla besleniyor. Peki, akiferler kuruduğunda kaçınılmaz olarak gerçekleşecek olan su kıtlıklarıyla bu ülkeler nasıl başa çıkacaklar?
Bir yandan kuyularımız kururken, bir yandan da topraklarımızı kötü yönetiyoruz; yeni çöller yaratıyoruz. Gereğinden fazla sürülme ve arazilerin kötü yönetimi sonucunda oluşan toprak erozyonu, yeryüzündeki tarım alanlarının üçte birinin verimliliğini zedeliyor. Peki, bu durum ne kadar ciddi? Devasa boyutlarda iki yeni şiddetli toz fırtınasını gösteren uydu görüntülerine bakın: biri, kuzey ve batı Çin ve batı Moğolistan’a uzanıyor; diğeri ise Orta Afrika’ya… Çöller konusunda uzman Çinli bir akademisyen olan Wang Tao’ya göre; her yıl kuzey Çin’deki 1400 mil karelik arazi, çölleşiyor. Moğolistan ve Lesotho’daki hububat hasadı, son on yıldır yarıdan fazla azaldı. Kuzey Kore ve Haiti de, ciddi toprak kayıplarından muzdarip. Her iki ülke, uluslararası gıda yardımını yitirmeleri durumunda, açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar. Petrol rezervlerini yitiren bir medeniyet, varlığını sürdürebilir; ancak toprak rezervlerini kaybeden yok olur…
Dünya gıda tedarikinin sıkılaştığı bu dönemde, gıda üretim yeteneği, giderek yeni bir jeopolitik manivela şeklini alıyor ve ülkeler, “ortak mal”ın aleyhine, kendi yerel çıkarlarını güvence altına alma uğraşındalar…
Sıkıntının ilk işaretleri, 2007’de alınmıştı. Bu tarihte, çiftçiler, küresel hububat talebindeki artışa yanıt vermede zorluklar yaşamaya başlamıştı. Hububat ve soya filizi fiyatları artıyordu ve 2008 yılı ortasında üç katına çıkmıştı. Buna karşın, birçok ihracatçı ülke, ihracatları sınırlandırmak suretiyle ülke içindeki gıda fiyatlarının artışını kontrol altına almaya çalışıyorlardı. Bu ülkeler arasında; Rusya ve Arjantin de bulunmaktaydı, keza bu iki ülke, öncü buğday ihracatçılarındandı. Dünyada ikinci büyük pirinç ihracatçısı olan Vietnam ise, 2008 yılı başında birkaç aylığına ihracatları tamamen yasaklamıştı. Diğer küçük hububat ihracatçıları da benzer bir yol izlediler.
İhracatçı ülkelerin 2007 ve 2008 yıllarında ihracatlarını kısıtlamasıyla birlikte, ithalatçı ülkeler panik yaşamışlardı. Artık gereksinim duydukları hububatı tedarik etmede piyasaya güvenemeyen birçok ülke, ihracatçı ülkelerle uzun vadeli hububat tedarik anlaşmalarının pazarlıklarını yapmaya girişmişlerdi. Örneğin Filipinler, yılda 1,5 milyon ton pirinç karşılığında Vietnam ile üç yıllık bir anlaşmanın müzakerelerini yürütmüştü. Benzer bir hedef doğrultusunda Avustralya’ya giden Yemenli bir heyet ise, elleri boş dönmüştü. İhracatçılar, uzun vadeli taahhütler altına girmede çekinceli davranıyorlardı.
Piyasaları için gereken hububatı satın alamayacaklarından korkan bazı daha zengin ülkeler –ki başlarını Suudi Arabistan, Güney Kore ve Çin çekiyor- 2008 yılında beklenmedik bir adım atarak, kendileri için hububat üretmek üzere diğer ülkelerden toprak kiralamaya veya satın almaya başladılar. Bu toprak iktisaplarının büyük bölümü Afrika’da oldu. Hatta bazı hükümetler, yılda dönüm başına 1 dolardan az bir meblağa tarım arazisi kiralıyorlardı. Başlıca destinasyonlar arasında; Etiyopya ve Sudan bulunuyordu. Bu ülkelerde milyonlarca insan, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’ndan elde ettikleri gıda ile yaşamlarını geçiriyorlardı. Bu iki ülkenin hükümetlerinin, kendi halkları açlıktan kıvranırken yabancılara toprak satmaları ise, talihsiz bir girişim olarak değerlendiriliyor.
2009 yılı sonu itibariyle, yüzlerce toprak iktisabı anlaşmasının müzakereleri yapıldı. İçlerinden bazıları, bir milyon dönümü geçiyordu. Dünya Bankası’nın bu “toprak gaspları”na dair 2010 yılında yayımladığı bir analizde; toplamda yaklaşık 140 milyon dönümlük arazinin söz konusu olduğu belirtiliyordu. Yani, ABD’de mısır ve buğdaya ayrılan tarım arazilerinin toplamından bile fazla… Bu iktisaplar kapsamına, genellikle “su hakları” da giriyor. Bunun da anlamı; toprak gasplarının, potansiyel olarak tüm alt-kullanıcı ülkeleri etkilemesidir. Örneğin, Etiyopya veya Sudan’daki mahsülleri sulamak üzere Nil Nehri havzasının üst bölümünden çıkarılan su, artık Mısır’a kadar ulaşamayacak. Bu durum da, Nil’deki hassas su politikalarını baş aşağı ediyor ve Mısır’ın pazarlık etmesi gereken yeni ülkeleri sahneye çıkarıyor.
Bu süreçte anlaşmazlık potansiyeli –ki sadece su ile ilgili de değil- yüksektir. Arazi anlaşmalarının çoğu gizlice yapılıyor ve birçok durumda bahis konusu edilen araziler, satıldıklarında veya kiraya verildiklerinde çiftçiler tarafından kullanımda oluyor. Çoğu zaman arazide çiftçilik yapan kişilere herhangi bir şekilde danışılmıyor ve hatta bu kişiler, yeni düzenlemelerden haberdar edilmiyor. Ve, birçok gelişmekte olan ülkenin şehirlerinde arazilerin resmiyeti/tapu bulunmadığı için, arazilerini kaybeden çiftçiler, davalarını mahkeme önüne taşımak konusunda fazla bir desteğe sahip olamıyorlar. İngiltere’de yayımlanan Observer’da yazan muhabir John Vidal, Etiyopya’daki Gambella bölgesinden Nyikaw Ochalla’nın ifadesini aktarıyor: “Buraya oldukça fazla sayıda yabancı şirket geliyor ve insanları, yüzyıllardır kullandıkları, işledikleri topraklardan mahrum bırakıyor. Yerel halkla herhangi bir istişareye gidilmiyor. Düzenlemeler, gizlice yapılıyor. Yerel halkın gördüğü tek şey ise; topraklarını istila etmek üzere bir sürü traktörle gelen insanlar oluyor.”
Bu tür arazi gaspları karşısında duyulan yerel düşmanlık, bir istisna değil, genel kuraldır. 2007 yılında, gıda fiyatlarının artmaya başladığı bir sırada, Çin, Filipinlerle 2,5 milyon dönümlük arazi kiralama anlaşması yapmıştı. Ancak, halkın tepkisi –ki büyük bölümü Filipinli çiftçilerden geliyordu- Manila’yı anlaşmayı askıya almaya mecbur bırakmıştı. Benzer bir arbede de Madagaskar’da yaşanmıştı: burada Daewoo Lojistik isimli bir Güney Kore firması, 3 milyon dönümden fazla toprak üzerinde hak iddia etmişti. Bu anlaşma sonucu yaşanan huzursuzluk, hükümetin devrilmesine ve anlaşmanın fesh edilmesine yol açmıştı. İnsanların elinden topraklarını almak kadar isyanları tetikleyen başka bir şeye pek rastlayamazsınız.
Bu tür anlaşmalar sadece riskli değildir; aynı zamanda yabancı yatırımcılar, aç insanlarla dolu bir ülkede gıda üretirken, hububatı nasıl toplayacakları gibi bir başka siyasi sorunla karşı karşıya kalırlar. Açlık sınırında yaşayan halklar, hububatla yüklü kamyonların liman kentlerine işlenmek üzere götürülmesine göz yumabilirler mi? Köylülerin topraklarını ve geçim kaynaklarını yitirdikleri ülkelerdeki siyasi istikrarsızlık potansiyeli son derece yüksektir. Yatırımcılar ile ev sahibi ülkeler arasında kolaylıkla anlaşmazlıklar doğabilir.
Bu iktisaplar, kalkınmakta olan ülkelerde tarıma 50 milyar dolarlık potansiyel bir yatırım imkanı tanırlar. Ancak, kayda değer üretim kazançları sağlamak, yıllar alır. Modern piyasa yönelimli tarım için gerekli altyapı, halen Afrika kıtasının çoğu ülkesinde yoktur. Bazı ülkelerde, zirai girdileri (suni gübre gibi) sağlamak ve arazi ürünlerini ihraç etmek için gereken karayolu ve limanları kurmak, yıllar alıyor. Bunun da ötesinde, modern tarım, kendi altyapısını gerektirir. Altyapıdan kasıt; makine hangarları, hububat ekipmanları, silolar, suni gübre depolama antrepoları, yakıt depolama tesisleri, ekipman tamir ve koruma hizmetleri, kuyu sondaj ekipmanı, sulama pompaları ve pompalara güç vermek üzere gereken enerji... Genel olarak, bu zamana değin iktisap edilen arazi, son derece yavaş şekilde geliştiriliyor.
Peki, tüm bunlar dünyadaki gıda üretimini ne ölçüde yaygınlaştıracak? Henüz bilmiyoruz; ama Dünya Bankası analizine göre; projelerin sadece %37’si, gıda mahsullerine tahsis edilecek. Bu zamana değin satın alınan arazilerin büyük bölümü, biyo-yakıt ve diğer endüstriyel mahsullerin üretimi için kullanılacak.
Her ne kadar bu projelerin bazıları arazi üretkenliğini güçlendirse de, bundan kim yarar sağlayacak? Eğer tüm girdiler (arazi ekipmanı, suni gübre, pestisitler, tohumlar) yurtdışından getirilirse ve eğer tüm üretim, ülke dışına gönderilirse, ev sahibi ülkenin ekonomisine fazla bir katkıda bulunulmayacaktır. En iyi ihtimalle, yerel halk, çiftlik çalışanı olarak kendilerine iş bulacaktır. Ancak makine-yoğun işlemlerde, insanlar daha az istihdam edilecektir. En kötüsü de, Mozambik ve Sudan gibi yoksullaştırılmış ülkelerin elinde, kendi aç nüfusunu beslemek üzere çok daha az sayıda toprak ve su bulunacaktır. Tarihten bugüne toprak gaspları, gıda üretimindense ayaklanmaları tetiklemeye daha fazla hizmet etmiştir.
Ve, zengin/yoksul ülke ayrımı, kısa süre içinde daha da ön plana gelebilir. Bu Ocak ayında, gıda güvenliğini sağlamak üzere ithalatçı ülkeler arasındaki rekabet tırmanmaya başladı. Keza, hububatının %70’ini ithal eden Güney Kore, bu hububatın bir bölümünü iktisap etmekten sorumlu olacak yeni bir kamu-özel sektör ortaklığı oluşturduğunu açıkladı. Böylelikle, doğrudan Amerikalı çiftçilerden hububat satın almak suretiyle, büyük uluslararası ticaret firmalarının “baypas” edilmesi planlanıyor.
Gıda tedariki konusunda yaşanan bu rekabetin nereye kadar devam edeceğini kimse bilmiyor; ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen uluslararası işbirliği ortamından giderek uzaklaşıldığı görülüyor. “Gıda milliyetçiliği”, münferit zengin ülkeler için gıda tedarikini güvence altına alabilir; ancak dünya çapındaki gıda güvenliğini güçlendirmeye fazla katkısı olmayacaktır. Keza, arazi gasplarına konu olan veya hububat ithalatı yapan düşük-gelirli ülkeler, gıda konusundaki durumlarının giderek kötüleştiğine tanık olacaklardır.
İki dünya savaşının yarattığı katliamın ve Büyük Buhran’a yol açan ekonomi hatalarının ardından, 1945’te bir araya gelen ülkeler Birleşmiş Milletler’i kurarak, geç de olsa modern çağda artık tecrit halinde yaşanamayacağını fark etmişlerdi. Para sistemini yönetmek ve ekonomik istikrar ile ilerlemeyi teşvik etmek üzere Uluslararası Para Fonu kurulmuştu. BM sistemi içinde, Dünya Sağlık Örgütü’nden Gıda ve Tarım Örgütü FAO’ya dek birçok uzmanlaşmış ajans, günümüz dünyasında önemli roller üstleniyorlar. Tüm bunlar ise, uluslararası işbirliğini güçlendiriyor.
Ancak, FAO küresel tarım verilerini toplayıp analiz ederken ve teknik destek sağlarken, dünya gıda tedarikinin yeterliliğini sağlamak üzere herhangi bir organize çaba söz konusu olmadı. Gerçekten de, tarım ticaretine dair birçok uluslararası müzakere, kısa süre öncesine dek, piyasalara erişim noktasına odaklanmıştı. ABD, Kanada, Avustralya ve Arjantin; yüksek koruma duvarlarına sahip tarım pazarlarını açmaları konusunda Avrupa ve Japonya üzerinde baskı uyguluyordu. Ancak bu yüzyılın ilk on yılında, gıda fazlalarından gıda yoksunluğuna doğru dünya çapında yaşanan dönüşüm sonucunda, gıda tedarikine erişim öncelikli bir mesele haline geldi. Aynı zamanda, bir dönemler açlıkla mücadele doğrultusunda çaba gösteren ABD gıda yardım programı, yerini büyük ölçüde Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’na bıraktı. BM Dünya Gıda Programı’ndaki başlıca maddi katkı ise, ABD’den geliyor. Program, halihazırda 70 kadar ülkede gıda destek operasyonları sürdürüyor ve 4 milyar dolarlık bir bütçeye sahip.
Öte yandan, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy –ki halihazırda kendisi G-20 Başkanı’dır-, emtia piyasalarındaki spekülasyonu sınırlandırmak suretiyle, artan gıda fiyatlarıyla mücadele etmeyi öneriyor. Bu öneri her ne kadar yararlı görünse de, artan gıda güvensizliğinin belirtilerini ele alıyor; nedenlerini (örneğin, nüfus artışı, iklim değişikliği gibi) değil… Dünyanın artık sadece tarım politikasına değil, aynı zamanda onu enerji, nüfus ve su politikalarıyla entegre eden bir yapıya odaklanması gerekiyor; keza bu politikalardan her biri, doğrudan gıda güvenliğini etkiliyor.
Ancak, arazi ve su kıtlığı yaşanırken, dünyanın ısısı yükselirken ve dünya gıda güvenliği bozulurken, gıda kıtlığına dair tehlikeli bir jeopolitik çıkıyor ortaya… Arazilerin ve su kaynaklarının gaspedilmesi ve doğrudan ihracatçı ülkelerdeki çiftçilerden hububat satın alınması; artık gıda güvenliğine dair küresel güç mücadelesinin ayrılmaz birer parçası haline gelmiş bulunuyor.
Hububat stoklarının düşük olduğu, iklimin ise hızla değiştiği bir ortamda, riskler de artıyor. Artık, gıda sisteminin herhangi bir noktasında her an bir aksaklık yaşanabilir. Örneğin, 2010 yılında Moskova merkezli yaşanan sıcaklık dalgasının, Chicago merkezli olduğunu düşünün. Yuvarlak rakamlarla hesaplamak gerekirse; Rusya’nın yaklaşık 100 milyon tonluk mahsulünde %40 oranında bir düşüş, dünyaya 40 milyon ton hububata mal olur. Ancak, ABD’nin 400 milyon tonluk mahsulünde %40 oranındaki düşüşün maliyeti 160 milyon ton olacaktır.
Peki ya sonra? Dünyadaki hububat piyasalarında bir kaos yaşanırdı. Hububat fiyatları zirve noktasına ulaşır; hububat ihraç eden bazı ülkeler, bir yandan ülke içindeki gıda fiyatlarını sabit tutmaya çalışırken, bir yandan da 2007 ve 2008’de yaptıkları gibi, ithalatı kısıtlamak veya hatta yasaklamak zorunda kalabilirlerdi. TV’de çıkan haberlerde sadece Rusya’daki yüzlerce yangın konu edilmezdi; ayrıca düşük gelirli ve hububat ithal eden ülkelerdeki gıda ayaklanmaları ve açlığın denetimden çıkması sonucu devrilen hükümetler de ön plana gelirdi. Hububat ithal eden petrol ihracatçısı ülkeler ise, hububat karşılığında petrol takasında bulunmaya çalışırlardı. Hükümetler devrilirken ve dünya hububat piyasasına duyulan güven tahrip olurken, küresel ekonomi de bir çözülme sürecine girerdi.
Her zaman bu kadar şanslı olamayız. Şu anki mesele; dünyanın, bozulan gıda koşullarının belirtilerine odaklanmanın ötesine geçip geçemeyeceği ve bu duruma sebep olan gerekçelere çözüm bulup bulamayacağıdır.
Eğer daha az su kullanımıyla daha fazla mahsul toplayamazsak ve verimli toprakları muhafaza edemezsek, birçok zirai alan artık sürdürülebilirlikten uzaklaşacaktır. Ve bu durum, çiftçilerin de ötesine taşınacaktır. Eğer iklim koşullarında bir istikrar sağlayamazsak, gıda fiyatlarındaki değişkenliği önleyemeyiz. Çekirdek ailelere dönüşü hızlandıramazsak, dünya nüfusunu er ya da geç istikrarlı bir noktaya taşıyamazsak, aç nüfus giderek büyüyecektir. Artık harekete geçme zamanı -2011’deki gıda krizinin, artık herkesin alıştığı bir gerçeklik olmaması için… (Foreign Policy)
Kaynak: http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/04/25/the_new_geopolitics_of_food?page=full
* Tarımbilimci olan Lester Brown, 1974 yılında Rockefeller Brothers Fonu'nun yardımları ile küresel çevre sorunlarına çözüm üretmeyi hedefleyen Worldwatch Institute'i kurdu ve uzun yıllar Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yürüttü.
Lester R. Brown’ın Türkçeye çevirilmiş bir kitabı, İş Bankası Yayınları: “Dünyayı Nasıl Tükettik?” Bu makale
Turquie Diplomatique tarafından tercüme edilmiştir.