Chomsky gezegeni özelleştirenlere soruyor
Dünyaca ünlü muhalif aydın Noam Chomsky, piyasa kuralları içinde dünyayı bekleyen tehlikelere ışık tutuyor. Zenginler hükümetler için, 'çökmesi için çok büyük'ler. Peki yoksullar, çalışanlar? Chomsky gezegeni özelleştirenlere soruyor...
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-05-06 15:56:50
Her biri, küresel toplumda değişik yollar izleyen eğilimlerin mikrokosmosu. Burada, hem insanlık tarihinin en güçlü ve zengin ülkesinin bozulan sanayi merkezinde, hem de Başkan Dwight Eisenhower'in "dünyanın en önemli stratejik yeri" olarak tarif ettiği yerde -1940'ların Dışişleri Bakanlığı'nın kelimeleri ile "stratejik gücün muazzam kaynağı" ve "belki de yabancı yatırımlar alanında dünyanın en zengin ekonomik ödülü", ki bu ödülü o günlerin Yeni Dünya Düzeni'ni gözler önüne sermek için ABD kedisinde ve müttefiklerinde tutmayı amaçladı- yaşananların uzun erimli sonuçları olacağı konusunda emin olmak gerekiyor.
O günden sonra tüm olasılıklara rağmen burada, günümüzün politika yapıcılarının, Ortadoğu'nun mukayese edilemez enerji rezervlerinin kontrolünün "genel olarak dünyanın kontrolü" ile sonuçlanacağını söyleyen Başkan Franklin Delano Roosevelt'in etkin danışmanı A.A. Berle'nin kararlarına temelde bağlı kaldığını farz etmek için, tüm nedenler mevcut. Karşılıklı olarak, kontrolün yitimi, İkinci Dünya Savaşı sırasında açıkça dile getirildiği ve o günden beri dünya düzeninin temel değişiklikleri aynasında üzün süre sürdürüldüğü gibi, küresel baskınlık projesini tehdit edecekti.
Washington, 1939'da, başlangıçda savaşın ezici üstünlüğü ile sonuçlanacağını umdu. Üst düzey Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ve dış politika uzmanları, savaş yıllarında bir araya gelerek savaş sonrası dünya için planlar çıkardı. Batı yarım küreyi, Uzak Doğu'yu ve eski Britanya imparatorluğu topraklarını, Ortadoğu'nun enerji kaynaklarını içerecek şekilde ABD'nin domine edeceği "Büyük Alan"i (Grand Area) tanımladılar. Ruslar, Stalingrad sonrası Nazi ordularını öğütmeye başladıklarında, Büyük Alan'ın hedefi en azından Batı Avrupa'nın ekonomik merkezini içine alacak şekilde Avruasya'da mümkün olabildiği kadar genişletildi. ABD, Büyük Alan'ın içinde "askeri ve ekonomik üstünlüğü" ile küresel tasarımlarına karışabilecek devletlere "her türlü egemenliğin kullanımının sınırları"nı garanti ederken, "tartışmasız güç" olarak kalacaktı. Dikkatli savaş vakti planları kısa zamanda uygulamaya sokuldu.
Avrupa'nın bağımsız bir yol izlemeyi seçebileceği fark ediliyordu. NATO'nun kısmi amaçlarından biri bu tehdide karşı çıkmaktı. 1989'da resmi bahanesi ortadan kalktığında NATO, Sovyet lideri Mikhail Gorbaçov'a verilen sözlü taahhütleri ihlal edecek şekilde Doğu'ya doğru genişletildi. O tarihten beri ABD'nin uzun menzilli müdahale gücü haline geldi. "NATO askerleri Batı'nın petrol ve doğalgaz hatlarını korumalı" şeklinde ve daha genel olarak tankerlerin ve diğer "kritik altyapı" enerji sistemlerinin izlediği deniz yollarını korumak üzere bir NATO konferansı düzenleyen NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer'ın tarif ettiği gibi.
Büyük Alan doktrinleri istediğinde açıkça askeri müdahale yetkisi veriyor. Bu, ABD'nin "kritik piyasalar, stratejik ve kaynaklar, enerji stoklarına çekincesiz ulaşma hakkı"nı garantilemek için askeri kuvvet kullanma hakkı olduğunu, Asya ve Avrupa'da "ileri mevziler" şeklinde "insanların bizimle ilgili fikirlerini, geçimimizi ve güvenliğimizi etkileyecek olayları şekillendirmek üzere" engin askeri güçler bulundurması gerektiği ilan eden Clinton yönetimi tarafından açıkça dile getirildi.
Aynı ilkeler, Irak'ın işgalini yönetti. ABD Irak'ta isteklerini empoze etmekte başarısız olunca işgalin gerçek amaçları artık sevimli retoriklerin ardına daha fazla gizlenemedi. Ekim 2007'de Beyaz Saray, ABD askerlerinin Irak'ta kalış tarihini belirsizleştiren ve "Irak'ı Amerikan yatırımcılarının ayrıcalıklarına endeksleyen" bir İlkeler Deklarasyonu yayınladı. İki ay sonra Başkan Bush, Kongre'ye ABD Silahlı Kuvvetleri'nin Irak'ta kalıcılığını ve "ABD'nin Irak'ın petrol kaynaklarını kontrolünü" sınırlandırabilecek düzenlemeleri -ABD'nin kısa zaman sonra Irak direnişi karşısında ülkeyi terk etmiş olması gerektiği şeklindeki talepleri- reddedeceğini bildirdi.
Mısır ve Tunus'ta son halk başkaldırıları etkileyici bir başarı kazandı, fakat Carnegie Endowment'in de bildirdiği gibi, isimler değişirken rejimler aynı kaldı: "Yönetici elitlerde ve yönetim sisteminde değişiklik hala bir uzak hedef." Bu haber demokrasinin içsel engellerini tartışıyor, ama her zaman belirgin olan dışsalları gözardı ediyor.
ABD ve Batılı müttefikleri, Arap dünyasında gerçek demokrasinin önüne geçmek için ne yapmak gerekiyorsa onu yapmakta hemfikirler. Nedeni anlamak için, ABD kamuoyu yoklama ajansları tarafından koordine edilen Arap düşünce çalışmalarına bakmak yeterli. Yalın raporlarına rağmen kesinlikle plan sahipleri ile ilişkililer. Arapların ezici bir çoğulukla ABD'yi ve İsrail'i, karşı karşıya oldukları temel tehditler olarak gördüklerini dışa vuruyorlar: Mısırlıların yüzde 90'ı ABD'yi böyle görüyor, bölge genelinde de bu oran genellikle 75'in üzerinde. İran'ı tehdit olarak gören Arapların oranı ise yüzde 10. ABD politikalarına muhalefet o denli güçlü ki, çoğunluk, İran nükleer silahlar elde ederse güvenliğin artacağını düşünüyor -Mısır'da bu oran yüzde 80. Diğer figürler de benzer. Kamuoyunun fikirleri politikaları etkileyecek olsaydı, ABD sadece bölgeyi kontrol edememekle kalmayacak, aynı zamanda küresel baskınlığın temel ilkelerinin kuyusu kazılarak oradan müttefikleri ile birlikte kovulacaktı.
GÜCÜN GÖRÜNMEZ ELİ
Demokrasiye destek, ideologların ve propagandacıların uzmanlık alanı. Hakiki dünyada ise, demokrasiden hoşlaşmayan elitler bir norm. Demokrasinin sosyal ve ekonomik amaçlara katkılar sunduğu sürece desteklendiğine ilişkin kanıtlar ezici çoğunlukta ki, bu sonuç daha ciddi bir bilginlikle isteksiz bir şekilde olsa da kabul ediliyor.
Elitlerin demokrasiyi küçümsemesi dramatik bir şekilde WikiLeaks ifşaatlarına karşı reaksiyonda ortaya çıktı. En fazla ilgi çekenler, aşırı mutluluk ve heyecan dolu yorumlarla, Iran'a dönük ABD yaptırımlarına Arapların desteğini bildiren kriptolardı. Referanslar yönetimdeki diktatörlerdi. Kamuoyunun tutumundan bahsedilmemişti. Onlara yön veren ilke, bir zamanların üst düzey Ürdün hükümeti yöneticisi Carnegie Endowment Ortadoğu uzmanı Marwan Muasher tarafından açıkça dile getirilmişti: "Burada yanlış olan bir şey yok, her şey kontrol altında." Kısaca, diktatörler bizi destekliyorsa, başka ne sorun olabilir ki?
Muasher'in doktrini rasyonel ve maskeli. Günümüzle hayli ilgili bir olayı hatırlatmak gerekirse, 1958'deki iç tartışmalarda, Başkan Eisenhower Arap dünyasında bize karşı -hükümetlerin değil, halkların- "nefret kampanyası" ile ilgili kaygılarını ifade etmişti. Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC), Arap dünyasında bölgenin kaynakları üzerindeki kontrolünü garantilemek için ABD'nin diktatörleri desteklediği, demokrasi ve kalkınmayı bloke ettiği şeklinde bir algı olduğunu açıklamıştı. Dahası NCS'ye göre bu algı temelde değişmez ve Muasher doktrinini esas alırsak yapıyor olmamız gereken şey bu. 11 Eylül'den sonra Pentagon'un yaptırdığı araştırmalar bugün de aynı şeyin geçerli olduğunun kanıtı.
Galiplerin tarihi çöp kutusuna atması ve kurbanların bunu ciddiye alması normal. Bu önemli mesele üzerine belki birkaç kısa gözlem yararlı olabilir. Zira ABD ve Mısır'ın bugün benzer problemlerle yüz yüze kalmaları ve karşı yönlerde hareket etmeleri ilk münasebet değil. 19. yüzyılın başlarında da geçerliydi bu.
Ekonomi tarihçileri, Mısır'in ABD ile eş zamanlı onun yaşadığı hızlı ekonomik kalkınmayı yaşayabilecek bir konuma sahip olduğunu tartışageliyor. Her ikisi, erken dönem sanayi devriminin yakıtı olan pamuğu da içerecek şekilde zengin bir tarıma sahipti -Mısır'dan farklı olarak ABD, pamuk üretimini ve iş gücünü, şimdi sonuçları Amerikanın yerlililerine ayrılan yerlerde hayatta kalanlar ve Regan yıllarından beri sanayisizleştirmenin ardında bıraktığı lüzumsuz nüfusu barındırmak amacıyla hızla genişleyen hapishanelerle sabit olan fetih, kök kazıma ve kölelikle geliştirmek zorunda olsa da.
Temel bir farklılık şuydu ki, ABD bağımsızlığını kazanmıştı ve bu yüzden bugün kalkınan toplumlara vaazlarda bulunanların aksine zamanında Adam Smith'in geliştirdiği ekonomi teorisi algılarını gözardı etmekte serbestti. Smith, özgür kolonileri ihraç için temel ürünler üretmeye, yüksek Britanya imalatlarını ithal etmeye ve tabi ki kritik ürünler, özel olarak da pamuk üzerinde tekel kurma girişiminde bulunmamaya ikna etti. Diğer tüm yollar için Smith, uyardı: "Yıllık üretim değerinde bu, ilave artışı ivmelendirmekten ziyade geciktirecek ve ülkelerinin gerçek refaha ve büyüklüğe ilerleyişini yükseltmekten ziyade engelleyecektir."
Bağımsızlıklarını kazanmış olarak koloniler, öncelikle tekstil, sonra da çelik ve diğerlerinde, sanayilerini yüksek gümrük vergileriyle Britanya ihracatından korumak üzere İngiltere'nin devlet destekli bağımsız kalkınma yolunu izleme ve tavsiyelerini gözardı etme ile sanayi kalkınmayı ivmelendirmekte sayısız diğer aletleri benimsemekte serbesttiler. Bağımsız cumhuriyet ayrıca pamuk tekelini "diğer tüm ulusların ayaklarımıza kapanmaları" için, özellikle Britanyalı düşmanların, Jackson vari devlet başkanlarının Teksas'ı ve Meksika'nın yarısını fethederken açıkladıkları gibi, kazanmaya çalıştı.
Mısır için benzer yol, Britinya iktidarınca kapatıldı. Lord Palmerston'un, bağımsız bir yol izleme cesareti gösteren "cahil barbar" Muhammed Ali ile ilgili "nefret"ini dışa vururken açıkladığı gibi, Britanya ekonomik ve politik hegemonyasını koruyup Mısır'ın bağımsızlığını ve ekonomik kalkınma arayışı yok edecek finansal gücünü ve filolarını mevzilendirmeye çalışırken "hiçbir dürüstlük fikri [Mısır'a doğru] böylesine büyük ve üstün çıkarların önünde durmamalı."
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, ABD Britanya'nın küresel hegemonyasını devraldığında, zayıflar için standart kurallara bağlı kalmadıkça ABD'nin Mısır'a yardım sağlamayacağına açıklık getirerek, Washington da aynı duruşu benimsedi. Ki, ABD, Mısır pamuğunun önüne set koymak için yüksek gümrük vergileri dayatarak ve takatten düşürecek şekilde dolar kıtlığına sebebiyet vererek bunu bile ihlal etmeyi sürdürdü. Piyasa kurallarının alışa geldik yorumu.
Eisenhower'i kaygılandıran "nefret kampanyası"nın, ABD'nin, müttefiklerinin yaptığı gibi, diktatörleri desteklemesi, demokrasi ve kalkınmayı bloke etmesi üzerine temellenmesinde şaşılacak bir şey yok.
Adam Smith'in savunmasında, eklenmeli ki; o, Britanya, bugün "neoliberalizm" olarak adlandırılan kusursuz ekonominin kurallarını izleseydi ne olacağının farkındaydı. Uyarmıştı; Britanyalı imalatçılar, tüccarlar ve yatırımcılar yurt dışına döndüklerinde kazanabilirlerdi, fakat İngiltere ıstırap çekerdi. Yine de, yurt eğilimi tarafından yönlendirileceklerini, böylece İngiltere'nin sanki görünmez bir elce ekonomik rasyonalitenin tahribatlarından sakınılacağını hissetti.
Bu bölümü ıskalamak güç. O, Ulusların Zenginliği'nde ünlü "görünmez el"in ortaya çıktığı yerden biri. Klasik ekonominin başı çeken diğer kurucusu David Ricardo, yurt eğiliminin, varlıklı adamlara "zenginleri için yabancı ülkelerde daha avantajlı iş sahaları aramaktan ziyade kendi ülkelerinde düşük oranlarda karlarla tatmin olamakta" yol göstereceğini umut ederek benzer bir sonuca ulaştı. Bunu hissederek ekledi: "Zayıflatılmış görmekte üzgün olmalıyım." Onların tahminleri bir yana, klasik ekonomistlerin içgüdüleri kusursuz.
İRAN VE ÇİN "TEHDİDİ"
Arap dünyasındaki demokrasi kalkışması bazen 1989'da Doğu Avrupa'da yaşananlarla karşılaştırılıyor, fakat kuşku ve kaygı uyandıran zeminlerde. 1989'da, demokrasi kalkışması Ruslar tarafından tolare edilmiş ve batılı güçlerce standart doktrin anlaşması kapsamında desteklenmişti: O net bir şekilde ekonomik ve stratejik amaçlara uyumluydu, bu yüzden eş zamanlı Orta Amerika'da, Washington tarafından eğitilen ve silahlandırılan askeri kuvvetlerce infaz edilenlerden yüz binlerce kişiden biri olan El Salvador Başpiskoposu'nun kelimeleri ile "temel insan haklarını savunmak"tan farklı olarak, büyük onurlara layık görülen soylu bir başarıydı. Bu korkunç yıllar boyunca Batı'da Gorbaçovlar yoktu, bugün de yok. Ve Batılı güçler Arap dünyasında iyi sebeplerle hala demokrasiye düşmanlar.
Büyük Alan doktrinleri, eş zamanlı krizler ve çatışmalarla ilgili olmayı sürdürüyor. Batının politika oluşturma çevrelerinde ve politik yorumlarda İran tehdidi dünya düzenine yönelik en büyük tehlikeyi oluşturuyormuş gibi görülüyor, bu yüzden ABD dış politikasının, kendisini kibarca takip eden Avrupa ile birlikte, öncelikli odaklarından olmalı.
İran tehdidi tam olarak ne? Bu sorunun otoriter yanıtı Pentagon ve ABD istihbaratına ait. Geçen sene küresel güvenlik raporunda tehdidin askeri olmadığını açık ettiler. İran'ın askeri harcamalarının "bölgenin geri kalanı ile karşılaştırıldığında nispeten düşük" olduğu sonucuna ulaştılar. Askeri doktrini sıkı bir şekilde "savunma amaçlı ve işgali yavaşlatma ile husumetlerde diplomatik çözümü zorlamaya göre tasarlanmış." İran sadece "sınırlarının dışındaki güçleri hedef alma söz konusu olduğunda sınırlı kapasiteye" sahip. Nükleer seçeneğe gelince, "İran'ın nükleer programı ve nükleer silahlar olasılığı ucunu açık bırakma isteği, caydırma stratejisinin merkezi bir parçası." Hepsi alıntı.
Barbar ruhbani rejim, ABD'nin müttefikleri bu manada rütbece üstün olsalar da, şüphesiz kendi insanlarına yönelik bir tehdit. Fakat bu tehdit her yerde ve uğursuzluk gerçekte. Meselelerden biri İran'ın caydırıcılık kapasitesi, ABD'nin bölgedeki hareket serbestliğine mana olabilecek egemenliğin kural dışı kullanımı. İran'ın neden caydırıcılık kapasitesi arayışı içinde olduğu bariz bir şekilde belli, bölgenin askeri üslerine ve nükleer güçlerine bakış açıklamaya yeter.
Yedi yıl önce İsrailli askeri tarihçi Martin van Creveld, "Dünya, Birleşik Devletler'in aslında ortaya çıktığı gibi sebepsiz bir şekilde Irak'a saldırdığına tanıklık etti. İranlılar nükleer silahlar yapmaya çalışmamışlar mıdır, deli olmuş olmalılar" diye yazdı, özellikle BM Kararları'nın ihlali anlamında sürekli bir saldırı tehdidi altındaki iken. Böyle yapıp yapmadıkları, ucu açık bir soru. Fakat nihayetinde bu da bir ihtimal sadece.
Ama İran tehdidi caydırıcılığın ötesinde gidiyor. O aynı zamanda ABD istihbaratının ve Pentagon'un vurguladığı gibi etkisini komşu ülkelere yayma ve bu yoldan bölgeyi "istikrarsızlaştırma" (dış politika söylevinin teknik terimleriyle) arayışı içinde. ABD'nin İran'ın komşusu üzerindeki ilhakı ve askeri işgali ise "istikrar sağlayıcı". İran'ın etkilerini onlara yayma çabaları da "istikrarsızlık", bu nedenle bu da net bir şekilde kural dışı.
Bu kullanım rutin. Bu yüzden tanınmış dış politika uzmanı James Chace, "istikrar" terimini Şili'de "istikrar"ı sağlamak için ülkenin "istikrarsızlaştırılması" (ülkenin seçimle iş başına gelen Salvador Allende hükümetini devirip yerine General Augusto Pinochet diktatörlüğünü koyarak) gerektiğini açıklarken teknik anlamda çok yerinde kullanıyor. İran ile ilgili diğer kaygıları keşfetmek de eşit derece ilginç, fakat belki bu kadarı onlara yön veren ilkeleri ve emperyal kültürdeki statülerini ifşa etmek için yeterli. Franklin Delano Roosevelt'in planlamacılarının vurguladığı gibi ABD, çağdaş dünya sisteminin şafağında küresel tasarımlarına olabilecek "hiçbir egemenlik kullanımına" tolerans gösteremez.
ABD ve Avrupa istikrara tehdidi nedeniyle İran'ı cezalandırmakta birlik, fakat ne kadar tecrit halde olduklarını hatırlatmakta yarar var. Tarafsız ülkeler, İran'ın uranyum zenginleştirmesini gayretli bir şekilde destekliyorlar. Bölgede Arap kamuoyu bundan bile daha güçlü bir şekilde İran'ın nükleer silahlar sahibi olmasına destek veriyor. Temel bölgesel güç Türkiye, Güvenlik Konseyi'nde ABD'nin öncülük ettiği yaptırım hareketine karşı Güney'in en takdir edilen ülkesi Brezilya ile birlikte karşı oy kullandı. İtaatsizlikleri ilk kez keskin kınamaya bir yol açmadı: Türkiye 2003'te halkın yüzden 95'nin arzusuna uyup Irak'ın işgalinde yer almayı reddettiğinde, batı tarzı demokrasinin zayıf kavrayışını sergilediği için acı bir şekilde kınanmıştı.
Geçen sene Güvenlik Konseyi'ndeki kötü davranışından sonra Türkiye, Obama'nın Avrupa işlerinden sorumlu en üst düzey diplomatı Philip Gordon tarafından "Batı ile ortaklığına bağlılığı göstermesi" gerektiği şeklinde uyarıldı. Dış İlişkiler Konseyi danışarak sordu: "Türkleri nasıl kendi yollarında tutuyoruz?" - talimatları izleyen iyi demokratlar gibi. Brezilya'nın Lula'sı, New York Times'ın manşetinde, uranyum zenginleştirme meselesine ABD iktidarının çatısı dışında Türkiye ile çözüm bulma çabasını "Brezilyalı liderin mirası üzerinde bir leke" olarak hafifçe azarlandı. Kısaca, bizim dediğimizi yap, yoksa...
Etkin bir şekilde bastırılan sorunu dolaylı bir şekilde aydınlatan ilginç bir şey, İran-Türkiye-Brezilya görüşmeleri, İran'a karşı ideolojik bir silah verdiği ve muhtemelen başarısız olacağı varsayıldığı için daha üst düzeyde Obama tarafından onaylanmıştı. Başarılı olunca onay kınamaya dönüştü ve Washington Güvenlik Konseyi aracılığıyla o kadar güçsüz bir kararı zorladı ki, Çin karara gönülden imza attı- ve şimdi Washington'un tek taraflı direktifleri değil de karar harfiyen amacına ulaştığı için suçlanıyor -dış ilişkilerde güncel meseleler söz konusu olduğunda, örnek olarak.
Yaşadığı dehşete rağmen Türkiye'nin itaatsizliğini tolare edebilirken, ABD'nin Çin'i görmezden gelmesi daha zor. Basın, "Başka uluslardan iş adamaları, özellikle de Avrupalılar çekildikten sonra İran'daki boşluğu Çinli tüccarlar ve yatırımcılar dolduruyor" ve özelde İran enerji endüstrisindeki baskın rolünü genişletiyor uyarısında bulunuyor. Washington ümitsizce hareket ediyor. Dışişleri Bakanlığı Çin'i uluslararası toplum tarafından kabul görmek istiyorsa -ABD ve onunla anlaşmalı herkes ile ilgili teknik bir terim- "açık uluslararası sorumluluklardan kaçmamalı ve onların çevresinden dolaşmamalı": Yani, ABD'nin emirlerine uymalı. Çin'in bundan memnuniyet duyması mümkün değil.
Burada ayrıca Çin'in büyüyen askeri tehdidi ile ilgili de bir kaygı mevcut. Pentagon'un son dönemde hazırladığı bir çalışma, Çin'in silahlanma bütçesinin "Pentagon'un Irak ve Afganistan savaşlarını idare ve icra etmek için harcadığının beşte biri"ne, tabi ABD askeri bütçesinin küçük bir bölümü bu, yaklaştığı uyarısında bulunuyor. New York Times ekliyor: Çin'in askeri gücünün genişlemesi, "Amerikan savaş gemilerinin uluslararası sularda ve yakın sahillerinde operasyonlar icra etme yetisinden mahrum edebilir."
Çin'in yakın sahillerinde, bu böyle; yine de ABD'nin, Çin savaş gemilerine Karayipleri mahrum eden askeri güçleri elimine etmesi gerektiği de ileri sürülmeli. Çin'in uluslararası toplumun kurallarını anlamadan yoksun olması, Pekin'i vurma kapasitesine sahip olduğu söylenen ileri nükleer güç teknolojili George Washington uçak gemisinin, Çin sahiline birkaç mil ötede düzenlenen deniz tatbikatına katılma planlarına itirazları ile daha iyi tasvir edilebilir.
Karşıtı olarak, Batı, ABD'nin bu tarz operasyonları istikrarı ve güvenliğini sağlamak için üstlendiğini anlıyor. Liberal Yeni Cumhuriyet, kaygısını "Çin, Japon adası Okinawa'nın sahillerinin hemen yakınından, uluslararası sular aracılığıyla 10 savaş gemisi gönderdi" şeklinde ifade ediyor. Bu gerçekte bir provokasyon- bahsi dahi söz konusu edilmeyen, Washington'un bu adayı Okinawa halkının şiddetli protestoları karşısında temel askeri üssüne dönüştürdüğü gerçeğinden farklı olarak. Sahip olduğumuz dünyanın standartları ile bu bir provokasyon değil.
Derin oturaklı (deep-seated) emperyal doktrin bir yana, Çin'in büyüyen askeri ve ticari gücü karşısında komşularının endişe etmeleri için iyi bir sebep var. Ve Arap kamuoyu, İran'ın nükleer silah programını destekliyor olsa da biz kesinlikle böyle yapmamalıyız. Dış politika literatürü tehditle başa çıkma önermeleri ile dolu. Açık bir yolu nadiren tartışılıyor: Bölgede nükleer silahlardan arındırılmış bir kuşak (NWFZ) yaratılmasına çalışmak. Mesele geçen mayıs ayında Birleşmiş Milletler merkezinde düzenlenen Sınırlama Anlaşması (NPT) konferansında (tekrar) gündemleşti. Mısır, Bağlantısızlar Hareketi üyesi 118 ülkenin başkanı olarak, 1995'te NPT konulu gözden geçirme konferansında ABD de dahil olmak üzere Batı'nın üzerine anlaştığı gibi Ortadoğu'da NWFZ müzakereleri çağrısında bulundu.
Uluslararası destek o kadar çok ki, Obama resmi olarak kabul etti. Washington konferansı bilgilendirdi; güzel bir fikir, ama şimdi değil. Dahası, ABD, İsrail'in hariç tutulması gerektiğini açıkça ifade etti: Hiçbir önerme, İsrail'in nükleer programının Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun himayesi altına alınması veya "İsrail'in nükleer becerileri ve aktiviteleri" ile ilgili bilgi verilmesi çağrısında bulunamaz. İran'ın nükleer tehdidi ile uğraşma metodu için bu çok fazla.
GEZEGENİ ÖZELLEŞTİRMEK
Büyük Alan doktrini hala egemenken, onu uygulamaya sokma kapasitesi azılmış bulunuyor. ABD iktidarının zirvesi, dünya zenginliğinin aslen yarısını elinde bulundurduğu İkinci Dünya Savaşı'nın sonrasıydı. Fakat bu diğer sanayileşmiş ekonomiler, savaşın yıkımları üzerinden attıklarında ve yeniden sömürgeleştirme (decolonization) endişe içinde kıvranma yoluna girdiğinde doğal olarak azaldı. '70'lerin başına gelindiğinde ABD'nin dünya zenginliğini paylaşıma oranı yüzde 25'lere gerilemişti ve sanayileşmiş dünya üç kutuplu hale gelmişti: Kuzey Amerika, Avrupa ve Doğu Asya (sonradan Japonya merkezli).
1970'lerde ABD ekonomisinde de ihracata dayalı üretim ve malileşme doğrultusunda keskin değişiklikler vardı. Zenginliğin, her şeyden önce nüfusun en üst yüzde 1'lik küçük bölümünde -çoğunlukla CEO'lar, hedge fonları yöneticileri ve onlar gibiler-, radikal bir biçimde merkezleşmesi kısır döngüsünü oluşturmak için çeşit çeşit faktörler bir araya geldi. Bu, siyasi gücün merkezleşmesine yol açtı, bu yüzden devlet politikaları ekonomik merkezleşmeyi arttırdı: mali politikalar, korporatif yönetim kuralları ve çok daha fazlası. Bu arada, seçim kampanyalarının maliyetleri fırlayarak partileri, artan bir şekilde mali karakter kazanan merkezleşmiş sermayenin ceplerine çekti. Cumhuriyetçiler hemen, Demokratlar -şimdi modern Cumhuriyetçiler olmasına alışılan- çok arka kalmadan.
Seçimler sosyal ilişkiler endüstrisi tarafından yönetilen maskaralığa dönüştü. 2008'deki zaferinden sonra Obama sanayiden yılın en başarılı pazarlama kampanyası ödülünü kazandı. Yöneticiler büyük bir mutluluk ve heyecan içindeydiler. İş basınında Ronald Reagan'dan beri adayları diğer ürünler gibi pazarladıklarını, fakat 2008'in anların en büyük başarısı olduğunu ve korporatif yönetim kurulu odalarında tarz değişikliği getireceğini anlattılar. 2012 seçimlerinin çoğu korporatif kaynaklı 2 milyar dolara mal olması bekleniyor. Obama'nın üst düzey görevlere iş dünyasının liderlerini seçmesine şaşmamalı. Toplum kızgın ve düş kırıklığı içinde, fakat Muasher ilkeleri egemen olmayı sürdürdükçe bu bir sorun değil.
Zenginlik ve iktidar bu kadar sıkıca merkezileşirken, nüfusun büyük bir çoğunluğu için gelirler durgunlaşmış bulunuyor ve insanlar düzanleme aparatları 1980'lerden başlayarak söküldükten sonra başlayan mali krizle usulüne uygun bir biçimde bozguna uğratılan artan iş saatleri, borç ve varlık enflasyonuyla yaşamaya çalışıyor.
Bunların hiçbiri, "çökmesi için çok büyük" denilen hükümetin sigorta politikasından yararlanan çok zenginler için problem oluşturmuyor. Bankalar ve yatırım şirketleri bol mükafatlı riskli iş bitiricilikler yapabilirler, sistem kaçınılmaz bir şekilde çöktüğünde Friedrich Hayek ve Milton Friedman'ın kopyalarına sıkıca tutunarak kendilerine dadılık yapan devlete vergi mükelleflerinin mali yardımları için koşabilirler.
Reagan'lı yıllardan beri her kriz bir öncekinden giderek daha had safhada süreç halk için. Tam şu anda, krizin en önemli mimarlarından Goldman Sachs her zamankinden daha zengin iken, gerçek işsizlik nüfusun çoğu için depresyon seviyesinde. Daha yeni, geçen yıl tam tamına 17.5 milyar dolar tazminat aldığı açıklandı. Bunlar, CEO'su Lloyd Blankfein temel ücretini üçe katlayacak şekilde 12.6 milyon dolar bonus alırken oluyor.
O, bu ve benzeri gerçeklere mercek tutmayacaktı. Buna göre propaganda, diğerlerini suçlayacak şeyler aramalı; son birkaç ayda, kamu sektörü işçileri, onların şişkin ücretleri, fahiş emeklilikleri ve buna benzer diğerleri: Hepsi fantezi, limuzinleriyle refah çekleri almaya giden siyahi annelerin Reaganvari betimleme modelinde -ve sözü edilmesi gerekmeyen diğer modellerde. Hepimiz kemerlerimizi sıkılaştırmalı, hemen hemen hepimiz. Olan şey bu.
Kamu eğitim sistemini ana okullarından üniversitelere özelleştirme aracılığıyla kasıtlı bir şekilde bozguna uğratma uğraşı kapsamında öğretmenler özellikle iyi hedef- yine, zenginlik için iyi, fakat halk için bir felaket, uzun vadede ekonomi için de olduğu gibi. Ama piyasa koşulları geçerli olduğu sürece, şimdiye kadar olduğu gibi, bu bir yana konulan dışsallıklardan biri.
Her zaman bir diğer güzel hedef, göçmenler. Bu, tüm ABD tarihi için doğru. Ekonomik kriz dönemlerinde daha da fazla. Ve şimdi, ülkemizin elimizden alındığı düşüncesiyle daha da kötüleştiriliyor: Beyaz nüfus yakında azınlık haline gelecek. İncinmiş bireyleri öfkesi anlaşılır, ama politikanın gaddarlığı şoke edici.
Hedef seçilen göçmenler kimler? Benim yaşadığım Doğu Massachusetts'te, Reagan'ın favori katillerinin Guetemala'nın dağlık bölgelerinde gerçekleştirdiği soykırımdan kaçan Mayalar. Diğerleri, bileşeni olduğu her üç ülkenin de çalışanlarına zarar verme başarısını gösteren nadir hükümett anlaşmalarından biri olan Clinton'un NAFTA'sının Meksikalı kurbanları. NAFTA, 1994'te Kongre aracılığıyla halk muhalefetini döverken, Clinton eş zamanlı daha önce karşılıklı olarak açık tutulan ABD-Meksika sınırının militarizasyonunu başlattı.
Meksikalı köylülerin yüksek teşvikli ABD tarım ürünleri ile rekabet edemeyeceği ve Meksika sanayinin, serbest ticaret olarak yanlış bir şeklinde etiketlenen anlaşmalar altında -aynı kandan olanlara değil, sadece ortaklık içinde olanlara bahşedilen bir ayrıcalık bu- "ulusal muamele" bahşedilen ABD multi milyonerleri ile yarıştan sağ çıkamayacakları anlaşılmıştı. Bu ölçütlerin, umutsuz mülteciler seline yol açması ve devlet ortaklı politikaların içeride kurbanları aracılığıyla göçmen karşıtı histeriyi büyütmesi sürpriz değil.
Irkçılığın belki ABD'ye göre daha yaygın olduğu Avrupa'da görülen de büyük ölçüde aynı şey. İtalya, İtalya'nın faşist hükümetinin elleri altında Birinci Dünya Savaşı sonrasının ilk soykırım sahnesi Libya'dan -şimdi özgürleştirilmiş Doğu- mülteci akımı ile ilgili şikayet ederken sadece şaşırılabilir. Veya Fransa, bugün hala eski sömürgelerinde barbar diktatörlüklerin temel koruyucusuyken ve Afrika'da iğrenç otokrasilerini gözden kaçırmayı başarırken, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin ürkütücü "göçmen seli" uyarıları yapması ve Marine Le Pen'in (Fransa'da ırkçıların yeni lideri -ç.n.) ona, bunu durdurmak için hiçbir şey yapmakla suçlaması da. Adam Smith'in, "Avrupa'nın zalim adaletsizliği" diye adladırdığı şey için ödül alabilecek Belçika'nın sözünü etmeye gerek duymuyorum.
Kıtada yakın geçmişte neler yaşandığı anımsamasak bile Avrupa genelinde neo-faşist partilerin yükselişi korkutucu bir olgu. Sadece Yahudiler Fransa'dan kovulurken ve sefalet ve baskıya itilirken tepkileri düşünün, ve sonra bu Roma'ya, aynı zamanda Holocaust'un kurbanlarına ve Avrupa'nın en fazla zulmedilen nüfusuna olduğunda (Çingenelerin sürgün edilmesine atıfta bulunuluyor- ç.n.) yaşanan tepkisizliğe tanıklık edin.
Macaristan'da, neofaşist parti Jobbik, ulusal seçimlerde yüzde 17 oy topladı; belki bu, nüfusun dörtte üçü Komünist idare altında olduğundan daha kötü koşullar altında bulunduklarını hissederken bir sürpriz değil. Avusturya'da aşırı-sağ Jörg Haider'in 2008'de sadece yüzde 10 oy aldığı ile avutulabiliriz- ama gerçekte orada, yeni Özgürlük Partisi, onu dıştan kuşatan aşırı sağı ile birlikte yüzde 17'den fazla aldı. Nazilerin 1928'de Almanya'da yüzden 3'ten az oy aldığını hatırlatmak korkutucu.
İngiltere'de, Britanya Ulusal Partisi ve İngiliz Savunma Ligi, aşırı ırkçı sağın temel güçleri. (Hollanda'da yaşananları hepiniz çok iyi biliyorsunuz.) Almanya'da, Thilo Sarrazin'in göçmenlerin ülkeyi bozguna uğrattıkları sızlaması açık ara best-seller iken; Başbakan Angela Merkel, kitabı kınamasına rağmen çok kültürlülüğün "tümüyle başarısızlığa uğradığını" açıkladı: Almanya'nın pis işlerini yapmaları için ithal edilen Türkler sarışın, mavi gözlü gerçek Aryenler olmakta başarısız oluyorlar.
İroni sezgisine sahip olanlar, aydınlanmanın önde gelen figürlerinden Benjamin Franklin'in yeni özgürleşen kolonilere çok kara derili oldukları için Alman göçüne ihtiyatlı yaklaşmaları uyarısında bulunduğunu anımsayabilirler; İsveçlilerin de. 20. yüzyıla doğru, Anglo-Sakson ırkının saflığı miti, saçma olmasına rağmen, devlet başkanları ve diğer önde gelen figürler de dahil, genel bir durumdu. Irkçılık, yazınsal kültürde ahlaksızlık payesiydi; pratikte söylemesi gereksiz, çok daha kötüsü. Çocuk felcini kökünü kurutmak, ekonomik ıstırap zamanlarında giderek daha zehirli hale gelen bu korkutucu vebanın kökünü kurutmaktan çok daha kolay.
Piyasa sistemlerinde bir yana konulan bir dışsallığın bahsini etmeden bitirmek istemiyorum: Türlerin yazgısı. Mali sistemde sistematik risklerin çaresi vergi sahiplerinde bulunabilir, fakat çevre bozguna uğratılırsa kimse yardıma koşamaz. Bozguna uğratılması gereken, kurumsal zorunluluğa yakın. Halkı, insan kaynaklı küresel ısınmanın bir liberal kandırmaca olduğuna ikna etmek için yürütülen propagandayı koordine eden iş dünyası liderleri, tehdidin ne kadar ciddi olduğunu tam anlamıyla anlıyorlar; fakat kısa vade karlarını ve piyasa paylarını maksimize etmek zorundalar. Onlar yapmazlarsa, başkaları yaparlar.
Bu kısır döngü iyice ölümcül bir şeye dönüşebilir. Tehlikenin ne kadar ciddi olduğunu anlamak için ABD'de iş dünyasının fonları ve propagandası aracılığıyla iktidara konan yeni Kongre'ye bir bakış atmak yeter. Hemen hemen hepsi iklim inkarcıları. Daha şimdiden, çevresel bir felaketi yumuşatabilecek tedbirlerle ilgili fonları kesmeye başladılar bile. Daha kötüsü, bazıları gerçekten buna inanıyor; örneğin çevre ile ilgili alt komitenin yeni başkanı, kendisi küresel ısınmanın problem oluşturmayacağını, çünkü Tanrı'nın Nuh'a başka bir sel olmayacağı sözü verdiğini açıkladı.
Böyle şeyler bazı uzak ve küçük ülkelerde oluyor olsaydı gülebilirdik. Dünyanın en güçlü ve zengin ülkesinde olduklarında değil. Ve gülmeden önce, güncel ekonomik krizin, piyasanın etkinliği hipotezi gibi dogmalarda ve genelde Nobel ödüllü Joseph Stiglitz'in 15 yıl önce "din" diye adlandırdığı piyasaların en iyisini bildiği şeklindeki fanatik inançta -merkez bankası ve ekonomik uzmanlığın, tüm ekonomik esaslarda hiçbir temeli olmayan ve patladığında ekonomiyi harap eden 8 trilyon dolarlık konut balonunu dikkate almalarını engelleyen- küçük ölçülerde izinin sürülebilir olmadığına dikkat etmeliyiz.
Bunun tümü ve daha fazlası, Muashar doktrini geçerli olduğu sürece devam edebilir. Halkın geneli pasif ve duyarsız oldukça, dikkati tüketicilik veya nefretin kırılganlığı ile saptırılmış iken, o zaman güçlüler ne isterlerse yapabilirler, bu durumda hayatta kalanlar sadece sonucu düşünüp taşınmak üzere arkada bırakılacaklardır.
ETHA
Haber Ara