Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Reelpolitik ile vicdan arasında 'stratejik derinlik'

Türkiye’nin soğuk savaş psikolojisinden kurtuluşu on küsur yıllık bir gecikmeyle, 2002 yılında Ak Parti iktidarının iş başına gelmesiyle mümkün oldu.

15 Yıl Önce Güncellendi

2011-05-03 16:46:07

Reelpolitik ile vicdan arasında 'stratejik derinlik'
Yusuf Korkmaz / Timeturk

Türkiye’nin soğuk savaş psikolojisinden kurtuluşu on küsur yıllık bir gecikmeyle, 2002 yılında Ak Parti iktidarının iş başına gelmesiyle mümkün oldu. Dokuzuncu yılında bulunduğumuz tek başına iktidar fenomeni en az bir dört yıl daha devam edeceğe benziyor. Önümüzdeki dönemi de hesaplarsak on üç yıllık bir hükümranlık hakkı elde eden iktidarın getirdiği istikrar, Türkiye’nin dış politikasına da yeterince yansıdı. Stratejik zihniyet sahibi bir kadroyla tanışan dış politikamız, bu ülkenin insanının zihnine ve gönlüne hitap eden olumlu bir görünüm ve seyir aldı.

Soğuk savaş parametreleriyle düşünmeye alışmış beyinlerin, doksanlı yıllardaki “ucube” koalisyonlar döneminde kör topal götürmeye çalıştığı ve yönetmekten ziyade Türkçedeki kullanımıyla idare ettiği dış politikamız; girmesi gereken yola dünya çapında kendini ispatlamış bir akademisyenimiz olan Ahmet Davutoğlu hocanın stratejik zihniyet algısı ve idealiyle girdi. Dokuz yılda bu yolda atılan adımlar, objektif bir bakış açısına sahip hiçbir otorite tarafından reddedilemez. Doğu batı arasında doğal bir köprü olan Türkiye’nin köprülükten de öte bir merkez haline gelmesi yolunda ciddi adımlar atıldı. Doğu ve batı arasında tercih yapan sıradan bir ülke değil, doğuyu da batıyı da aynı stratejik zihniyet ve bakış açısıyla kuşatabilen ve bunun hakkını verebilecek yetişmiş insanı da görev başına getirebilen bir ülkemiz var artık. Dış politikada uzun yıllar ihmal edilen doğu ve güney cephesi, özellikle Davos’la başlayan ve Mavi Marmara olayında hükümetin takındığı doğru tavırla devam eden olağanüstü olumlu bir havaya büründü.

Tüm dünyanın hazırlıksız yakalandığı Arap ayaklanmaları ve devrimleri şu ana kadar sadece retorik mesajlarla süreci götüren Türkiye’nin bölgede oluşturduğu vizyon için ilk ciddi sınavı da beraberinde getirdi. Tabiri caizse oluşturulan vizyonla ortaya atılan vaatler, bölgenin ısınmasıyla yerini somut icraatlara bıraktı.

Kıvılcımın ilk çıktığı yer olan Tunus’ta olaylar başladığında bunun yerel bir takım gösterilerle geçiştirileceği ve meselenin külleneceği düşünülmüş olmalı ki yaklaşık bir ay boyunca El-Cezire’den canlı canlı izlediğimiz olaylar Türk medyasında hiçbir makes bulmadı. Ta ki devrik Devlet Başkanı Bin Ali ülkesinden apar topar kaçana kadar. Tüm dünyanın gündemine bomba gibi düşen bu firar, artık Ortadoğu’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının güçlü bir habercisiydi.

Tunus zaten hiç zorlamamıştı da ardından yaşanan Mısır devrimi süreci de Türkiye’yi karar alma sürecinde çok fazla zorlamadı. Ne de olsa Türkiye’nin dokuz yıldır istikrarla oluşturduğu bir Ortadoğu vizyonu ve Davos’la kemale eren bir “kişiliği” vardı. Bu istikrarlı vizyonun bir gereği olarak Türkiye’nin Mısır’la ilgili söyleyeceği söz zaten ilk günden belliydi. Diktatör Hüsnü Mübarek’e seslenen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, devrik Devlet Başkanı’na gideceği yer olan iki metrelik çukuru hatırlattı ve gel pişmanlık başa gelmeden halkının başından çek git dedi.

Sadece on sekiz gün dayanabilen Mübarek yazlığına çekilirken, Libya’da halen yaşanmakta olan meşum süreç başladı. İşte şimdi Türkiye bütün vahametiyle gerçeklerle yüz yüzeydi. Bir yanda Libya’da yaşayan ve çalışan yirmi beş bin Türk vatandaşı, diğer yanda istikrarlı bölge vizyonu. Elbette böyle bir durumda Türkiye’nin hızlı bir tepki vermesi beklenemezdi. Öncelikle bu yirmi beş bin canın süratle ülkeden tahliye edilmesi gerekiyordu. Tahliye işlemi büyük bir başarıyla gerçekleştirildi. Ama Türkiye olayın soğumasıyla Libya’yla ilgili söylemesi gereken sözü de geciktirdikçe geciktirdi. Neticede ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamak deyiminin hakkını verircesine; kendisini ne muhaliflere, ne ülkede statükodan yana olan kesime, ne uluslar arası kuruluşlara, ne de uluslar arası kamuoyuna anlatabildi. “İstikrarlı vizyon” yara aldı.

Libya’da NATO’nun bir işi olamayacağını beklerken, NATO’dan daha fazlasının da hayli işi olduğunu gördük. Kaddafi’ye ardı ardına biçare ikna telefonları açılırken, muhaliflere yani Libya’nın gerçek sahiplerine istenen mesaj verilemedi.
Kazın ayağı görünmeye başlamıştı ki Suriye işin tuzu biberi oldu. Tunus ve Mısır’da yaşanan şeyin aynısının yaşandığı Suriye’ye, Tunus ve Mısır sürecinde söylenen sözler söylenemedi. Suriye’nin Türkiye için herhangi bir bölge ülkesi olmadığı, ülkeyle en uzun kara sınırına sahip olmamız, ülkede yaşanacak istikrarsızlığın en fazla bizi etkileyeceği, son yıllarda geliştirilen ikili iyi ilişkilerin zarar görmemesi, “Şamgen” sürecinin yara almaması, PKK faktörü vesaire gibi uzattıkça uzatılabilecek reelpolitik kaygılara dayalı tezler; bölgeye adalet, hakkaniyet, merhamet, özgürlük, eşitlik gibi ilkeler çerçevesinde vaadedilen vizyonla amansız bir çatışmaya girdi.

Bu çatışmanın galibi hangisi olursa olsun, kaybedeni Türkiye’nin dokuz yıldır geliştirmeye çalıştığı “istikrarlı bölge vizyonu” ve “stratejik zihniyet” oldu bile. Evrensel insani ve biraz da İslami ilkeler üzerinden geliştirilen bu vizyon ve stratejik zihniyet, reelpolitiğin zorladığı ya da zorladığı iddia edildiği bu süreç karşısında onulmaz bir yara aldı. Şimdi hepimize düşen bu yarayı görmezden gelerek üstünü örtmeye çalışmak ve hiçbir şey olmamış gibi davranmak değil, yarayı sarmaya yönelik tedbirler almak. Yoksa bu yara büyür büyür ve bölgeye, dünyaya ve tüm insanlığa yönelik tüm iddialarımızı sıfırlayabilir.

Bu “istikrarlı vizyon” sürecine başından beri kem gözlerle bakan meşum kişilerden değiliz. Aksine bu süreci başından beri en hararetli bir şekilde savunanlardanız. Derdimiz alınan yarayı kaşımak ve sözü edilen meşum kişilerin eline koz vermek değil. Derdimiz, kutlu bir amaçla yola çıkan geminin açılan delikle su aldığını görmemizden ve bu deliğin bir an önce kapatılarak geminin aynen yoluna devam etmesi arzumuzdan kaynaklanıyor.

Hiçbir diktatör reform yaparak ayakta kalamaz. Otoriter ve diktatör rejimler reform yaparak kendilerini sağlama almazlar, bilakis yapılan reformlar muhalefetin elini güçlendirir ve gözü açılan halk hakkı olan daha fazlasını ister. Bu gerçeği en iyi Beşşar Esed gibi diktatörler bilir.

Varsın bunu Beşşar Esed’den reform bekleyen “yetersiz” bilgili aydınlarımız tüm samimiyetleriyle ummaya devam etsinler. Bizim Türkiye’nin dokuz yıldır elde ettiği “istikrarlı vizyon”un samimi savunucuları olarak “stratejik zihniyet” sahibi Ahmet Davutoğlu hoca ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan beklentimiz, Beşşar Esed’e daha fazla reform temennisinde bulunmayı bir kenara bırakarak, Mısır firavunu Hüsnü Mübarek’e söylediği sözü Beşşar Esed’e de söylemesi ve yarayı daha da derinleşmeden ve “stratejik bir derinlik” haline gelmeden sarmasıdır.

Haber Ara