'Kutlu Doğum' kutlamalarına kritik bir katkı
Müslüman öznelerin “Apologetik” psikolojiye düşmeleri de anlaşılmaz. Hele bu durumları yaratanlarla aynı dili konuşan Müslümanların durumu hiç anlaşılmaz.
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-04-20 16:34:52
KOŞULSUZ “MERHAMET PEYGAMBERİ” Mİ, MERHAMETLE YOĞRULMUŞ “ADALET PEYGAMBERİ” Mİ?
İlhami Güler* / TİMETURK
“Kutlu Doğum” etkinlikleri yapan Diyanet, Batının yaratmış olduğu “İslami Terör” ve “İslamofobia” kavramsallaştırmalarını nötralize etmek için geçmiş yıllardan beri sürdürdüğü “Sevgi Peygamberi” kavramsallaştırmasının, esas sevgi ve merhamet peygamberi olan Hz. İsa’ya(57/27) fazla öykünme ifade ettiğini biraz geç de olsa anlamış olsalar gerek ki, bu seneki faaliyetleri “Merhamet Peygamberi” üst başlığı ile değiştirdiler. Ben, bu isimlendirmenin Diyanetin üst düzey bürokratlarından Tasavvuf eğilimli olanların marifetiyle yapıldığı ve fakat hala Hz. Muhammed’i hakkıyla ifade eden bir kavramsallaştırma olmadığı kanaatindeyim. İnsanlığın dini tarihinde “Sevgi” ve “Merhamet” kadroları prototip veya “Örneklik” olarak doludur. Hz. İsa, Hıristiyanlara göre “Sevgi” peygamberidir. Budha ve onun geç dönem temsilcisi Gandhi ise, koşulsuz “Merhamet” abideleridir. Örneğin, Müslümanlar ile Hindular arasındaki iç-savaşta bir taraftarının “Göze göz” mukabelede bulunma talebine karşı, Gandi: ”Zaten bu yüzden karşı karşıya gelmiş durumda değil miyiz?” demiştir. Yine çocuğunun Müslümanlar tarafından öldürüldüğünü söyleyip kendinin ne yapması gerektiğinin soran bir Hindu’ya: “Kimsesiz bir Müslüman çocuğu bul ve onu çocuk edin.”cevabını vermiştir. Hz. Muhammed’e gelince, O’nun gerçek hayatını, mücadelesini ve kişiliğini ifade edecek kavram, bir Oryantalistin Kur’an’ın “Allah” kavramını ifade etmek için kullandığı “Merhametle Yoğrulmuş Adalet” kavramı tam olarak ifade etmektedir. Bir kutsal kitabın Allah tasavvuru ile peygamber tasavvuru arasında bir paralelliğin olması kadar normal bir şey yoktur.
İslam’ın dini tecrübe ve kültür tarihinde Tasavvuf, Kur’an’ın ortaya koymuş olduğu bir taraftan “Zu’l-Celal”, “Zu-İntikam”, “Cabbar”, “Kahhar”, “Ğâdip” …, diğer taraftan Raûf, Rahman, Rahîm, Afuuv, Ğafûr, Vedûd… sıfatlarını, ikinciler lehine birincileri gizleyerek eksik karakterli, zayıflatılmış bir Allah tasavvuru yarattıkları bilinmektedir. Kanaatimce “Merhamet Peygamberi” kavramsallaştırılması, böylesine bir tek yanlılığı yansıtmaktadır. Gerçek şudur ki, “Celâl” i olmayanın “Cemâl” i, “Gazâb” ı olmayanın Merhameti, İntikamı olmayanın Mağrifeti, Kahrı olmayanın Muhabbeti erdem ve fazilet değildir. İnsanlığın hal-i hazır ahlaki kapasitesi, “Adalet” yerine koşulsuz merhameti kaldıracak durumda değildir: “…suçlulara karşı merhamet duygularınız, sizi adaleti uygulamaktan alı koymasın.”(24/2) Koşulsuz “Merhametten maraz doğar.” sözü, bu gerçeği ifade eder. Allah’ın merhametinin “geniş”liği, “sınırsız/koşulsuz” olduğu anlamına gelmez.
Böyle bir kavramsallaştırmayı doğuran şeyin, uluslararası politik-medyatik baskı ve hegemonya ortamı olduğunu görüyoruz. Dininizin kutsal kitabı şiddet içeriyor; peygamberinizin “Silahlı Peygamber: en-Nebiyyu’l-Musallah” olduğu doğru ve ortada da bir sürü Müslüman kimlikli “Terörist”ler varsa, ve siz de bu gerçekleri izah edemiyorsanız veya bundan utanıyorsanız, böyle kavramsallaştırmalara başvurmak mecburiyetinde kalırsınız. Oysa “Merhamet Peygamberi” sloganı, bu gerçekleri izah edemez. Bu gerçekleri ancak “Merhametle Yoğrulmuş Adalet Peygamberi” kavramsallaştırması izah eder. Davasını sözlü tebliğ ile yayıp, gönülleri fetheden ve giderek hatırı sayılır bir taraftar kitlesi toplandığında, bu gelişmenin politik uzanımlarını anlayarak önce Müslümanlara karşı “düşmanlık” duygusunu/durumunu yaratanlar, bununla yetinmeyip, zaman ilerledikçe “savaş” durumunu yaratarak Müslümanları boğmaya, engellemeye ve yok etmeye yeltendiler. Allah ta peygambere ve müminlere kendilerini korumalarını için savaşa ve cihada izin verdi (22/39). “Silahlı Peygamber”, savaşmanın insani kurallarını koyarak (sivil, kadın, çocuk, din adamı öldürmeme, işkence etmeme) savaş raconunun gerektirdiği şekilde düşmanlarıyla savaştı. Merhametin gerektirdiği yerde merhamet, adaletin gerektirdiği yerde adalet gösterdi: “Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler.”(48/29). Kur’an’da ikinci kez Hz. Muhammed’in sıfatı olarak geçen “merhamet” (rahim,9/128) de yine müminlere karşı gösterilmesi gereken bir tutumdur. Gayr-i müslümlere karşı ise, Kur’an’ın başından sonuna kadar tavsiye edilen tutum ve sıfat “adalet”tir(5/8, 6/152, 4/58, 16/90). Genel geçer gerçekçi yolun “adalet” olması, istisnai, bireysel ve olağanüstü durumlarda adaletin terk edilerek koşulsuz affın/merhametin tercih edilemeyeceği anlamına gelmez: “İyilik ile kötülük birbirine eşit değildir; sen, kötülüğe iyilikle mukabele et, o zaman (bakarsın ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiş.”(41/34). Sufi eğilimli birisi dehşete düşse bile, Hz. Muhammed, aralarındaki anlaşmayı ihlal edip müşriklerle işbirliği yapan “Beni Kureyza” Yahudilerini kuşatıp mağlup ettikten sonra, kendi liderlerinin(Sa’d b. Muaz) razı olduğu eli silah tutan tüm yetişkinlerin kılıçtan geçirilmesini onayladı.(Buharî, Cihad/168, Meğazi/30-31) Diğer taraftan Mekke’yi fethettiğinde de düşmanlarını kılıçtan geçirme gücüne sahip olduğu halde onları affedebildi. O halde, beş “N” bir “K” ahlakta da geçerlidir. Aristo üstadımız bunu “Nikomakhos’a Etik”te yazmıştı.
İslam tarihindeki şiddet ve savaşlara gelince, Dört Halife döneminin sonuna doğru patlak veren iç savaş(camel-sıffın savaşı, halifelerin öldürülmesi…), Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in bütün ortadan kaldırma çabasına İslam’a rağmen, “Hamiyyetü’l-Cahiliyye” nin yani “Kabile Asabiyetinin” tekrar hortlamasının ürünüdür. İmparatorlukların giriştiği “Fütuhât” ise, çağın ruhuna/ İmparatorluk raconuna “Cihad”ın ortak koşulmasıdır. Allah, “Savaşla dininizi yayın” diye bir emir vermedi.
Günümüzdeki “İslamî Terör”e gelecek olursak, İsrail devletinin önceleri Rusya ve Almanya’nın desteği ile İslam coğrafyasının göbeğinde kurulması; 1948’den sonra da, İngiltere ve ABD’nin koşulsuz desteği ile bu “Terörist” devletin Filistinlileri yüzlerce yıldan beri oturdukları yurtlarından, evlerinden sökmesi/sürmesi, Araplarda Yahudilere karşı bir “kin” doğurdu. ABD ve İngiltere’nin koşulsuz olarak İsrail’in güvenliğinin bekçiliğine soyunmaları ve seksenlerden sonra da –Çin’in yükselmesine paralel olarak- Petrol ve Doğalgaz kaynaklarının ve koridorlarının kontrolü için ABD ve İngiltere’nin önce Irak’ı işgal etmesi, ardından Afganistan’ı işgali; Avrupanın göbeğinde Bosna katliamına Avrupanın seyirci kalması; Rusyanın Çeçenistan katliamı ve bütün bunların Devlet, Diplomasi, Ordu, Medya ve kontrollerinde olan Uluslararası “Hukuk” kuruluşların desteğiyle yapılması; İslam dünyasının ise buna –zayıflığından dolayı- aynı araçlarla mukabelede bulunamaması, onuru/izzeti/şerefi/haysiyeti ve namusu olan gençleri “azimet”i seçerek “Asimetrik Savaş” a sürükledi: “Kediyi köşeye sıkıştırırsan, üzerine atlar, yüzünü tırmalar.” Hayatının baharında bir çok genç kız ve deikanlının yaşayacak daha çok şeyi varken, bedenlerini havaya uçuracak “intihar bombacısı” haline gelmesinin koşulları üzerinde düşünmeden; Üsame Bin Ladin’in neden Kur’an’daki “cihad” ayetleri ile bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu koşullar arasında kolayca irtibatlar kurabildiğini anlamadan, “İslam ve Terör” arasında kolayca özdeşleştirmeler yapmak dürüstlükle, namuslulukla bağdaşmaz. Müslüman öznelerin “Apologetik” psikolojiye düşmeleri de anlaşılmaz. Hele bu durumları yaratanlarla aynı dili konuşan Müslümanların durumu hiç anlaşılmaz.
Bu özel koşulların dışında, dini “Bağnazlık” dolayısıyla şiddete başvurmaya diğer dinlerin müntesipleri ne kadar meyyal ve müheyya ise, “Müslümanlar” da ancak o kadar müheyya ve meyyaldir; ne eksik, ne fazla. Çünkü sonuç itibariyle bu, bir bireysel eğitim ve karakter/psikoloji sorunudur.
Diğer taraftan, uzun süreden beri ülkemizde bir “Bidat-i hasene” olarak tekrar edilen “Kutlu Doğum” etkinliklerinin toplam hâsılası ile de bir şeyler söylemek istiyorum. Hz. Muhammed’in çağında yaşayan insanlara canlı “örnek”liği ile, O’nun “Sünnet” inin veya “Siret” inin sonraki nesiller için örnekliği arasında fark vardır. Yahya b. Hüseyin’in dediği gibi: “Dirinin örnekliği, ölünün örnekliğinden daha etkindir.” Ayrıca, Hz. Muhammed’in Araplar için örnekliği ile, Arap olmayanlar için örnekliği arasında kültürel kodların ve sosyal psikolojinin aynılığı ve farklılığı açısından da fark vardır. Türkler, “Veliyyullah”ı dünyevi yardımından dolayı; Hz. Muhammed’i de daha çok “Şefaat”inden dolayı severler. Bu da son tahlilde “menfaat” meselesidir. Diğer taraftan Türkler, kamu sorumluluğu yüklenmiş yöneticilerinin, devlet büyüklerinin, içlerinden birinin örnekliğini takip etmeye daha yatkınlardır: “Kılavuzu karga olanın burnu çöplükten çıkmaz.”, “Balık, baştan kokar.”, “İmam yellenirse,cemaat ne yapmaz ki?”, “Sarığı olanın, sırığı olmaz.”, “Tuz kokarsa, her şey bozulur.”…vs gibi ata sözleri, bu gerçeği ifade eder. Bundan dolayı, kendisiyle aramızda 1400 senelik mesafe olan ve teolojik olarak gökyüzü ile yeryüzü arasında “Ay” gibi bir yere yerleştirilmiş, yarı kutsal ve hatasız(ismet) bir varlığın, Avrupa Birliği’ne girmeye azmetmiş, uluslararası ekonomik sisteme eklemlenmeye çalışan, üretim ve tüketim kalıpları Kapitalizm’e ayarlanmış Türkiye insanına nasıl “örnek” olacağı problematikdir. Kutlu Doğum haftasındaki etkinliklerin toplam hâsılasının maddi/manevi neticesini merak ediyorum. Toplu halde olmanın psikolojik geçici coşkusunun ardında kalan ahlaki/şuursal “etkilenim” ne kadardır? Böylesine taklit ve öykünmelerle yapılan “kutlama” ve “tören”ler yerine, “içimizden birilerini” siyasilerden, bürokratlardan, işadamlarından, analardan, babalardan, ablalardan, ağabeylerden, komşulardan… “vicdan abideleri” bulup, bunları “Ahlak Kahramanları” olarak topluma “Örnek” göstermek – ve gerekirse de ödüllendirmek- yoluyla Kur’an’ın ve Sünnetin toplam öğretisinin özü olan “Din”in aslının her bir insan tekinde potansiyel olarak mevcut olan “Vicdan”ının diriltilmeye çalışılması; Vicdan diriltme faaliyetlerinin yapılması, isteyenin de bunu canlı “iman”a dönüştürmesi, akıbetimiz ve selametimiz açısından daha doğrudur gibi geliyor bana.
*İlahiytaçı-Yazar: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi · Temel İslam Bilimleri Bölümü Kelam Ana Bilim Dalı
Haber Ara