Kimin 'Yeni Ortadoğusu' kuruluyor?
Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler haklı olarak akla 'kimin 'yeni Ortadoğusu' kuruluyor?' sorusunu getiriyor. Dr. Ahmet Emin Dağ bu sorunun cevabı arayan kapsamlı bir rapor hazırladı. İşte o rapor ve detayları
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-04-13 15:17:47
Dr. Ahmet Emin Dağ* / TİMETURK
Giriş
Ortadoğu bölgesinin tamamı, aktörleri dahil kimsenin tam anlamıyla kontrol edemediği bir süreçten geçiyor. Öylesine hızlı ve köklü dönüşümler yaşanıyor ki, olayların içindeki aktörlerin bile “amaçladıkları” ile “elde ettiklerinin” kimi zaman çok farklı olduğu, çözümün, bir sonraki problemi başlattığı olaylar dizisi.
Birbiriyle aynı zamanda yaşanmalarına rağmen birbiriyle doğrudan bağlantısı olmayan ama birbirine cesaret veren bir sivil öfke patlaması. Yaşananlar, kimi ülkelerde rejimleri alaşağı eden, kimilerinde büyük bir korku dalgası oluşturan ürkütücü bir gücün ortaya çıkışını gösteriyor. Silahla, işkenceyle, tehditle, sinmeyen bir motivasyonun önüne kattığı zayıf rejimleri nasıl yıkıp geçtiğini izliyor tüm dünya.
2011 yılı başından itibaren neredeyse bütün bölge ülkelerini etkisi altına almaya başlayan sürecin kısa ve uzun vadede nasıl bir sonuç getirebileceği tartışmaları bir süre daha devam edecektir.
Bu raporda, bölgede yaşanan değişimin dinamikleri, yakın geçmişteki sosyal ve ideolojik dayanakları ile aktörleri üzerinden bir değerlendirme yapılması hedeflenmektedir.
Tarihi Arka plan
Kimi uzmanların dediği gibi belki de Ortadoğu’da yaşananlar tarihin normalleşmesinden başka bir şey değil. Zira, Ortadoğu halkları uzun bir barış dönemi yaşadıkları Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla, tam bağımsızlık vaatleri içinde 1920’den itibaren Batılı güçlerin kolonisi haline getirilmiştir. II. Dünya Savaşı ardından yeniden yeşeren ve Arap ulusçuluğundan beslenen bağımsızlık umutları bu kez de Soğuk Savaş dengeleri sebebiyle iki süper güçten birinin güdümüne girmek gibi acı bir tercihle sonuçlanmıştı. Süresi 70 yılı bulan söz konusu süreçte, Ortadoğu toplumlarının siyasal ve sosyal çöküşünü büyük bir geri kalmışlık izledi. Bu olumsuz tabloyu tamamlayan ideolojik bölünmüşlük bölge ülkelerini birbirine düşürürken, normalleşme umutları hep bir iç ya da dış sorunla birlikte tarih oldu.
Ancak Soğuk Savaş’ın bitişini müjdeleyen 1990 yılı, sadece “Doğu Bloku” denilen bir zamanların Sovyet güdümündeki ülkelerinde demokratikleşme ve Batıya entegrasyon sürecini başlatmakla kalmamış, aynı zamanda Amerikan müttefiki ülkelerde de Soğuk Savaş kalıntısı yapıların çöküşünü beraberinde getirmişti. Tüm dünyayı saran bu “Yeni Düzen” dalgası, her ne kadar Avrupa’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylese de, farklı bölgelerde beklenen değişim bir türlü başlamamıştı. Ortadoğu ülkeleri bunların başında geliyordu ve olaylar bir kez daha, eğer böyle bir doğrusallık varsa bir kez daha “tarihsel akışın tersine” gidiyordu.
Bölgeye yeni bir düzen için toplanan Madrid Konferansı, Ortadoğu ve Batıdan onlarca ülkeyi bir araya getirdi. Bu sürecin, yeni dönemin demokrasi dalgası ve ekonomik kalkınma getirmek yerine İsrail’in merkezde olduğu yeni bir siyasi ve ekonomik bölgesel düzen kurma amacından başka bir sonuç getirmeyeceği kısa sürede anlaşıldı. Bölge halklarının bu seferki tam bağımsızlık, daha fazla özgürlük beklentileri, bölge gerçeklerine aykırı olarak yeni bir eklemlenme sürecini başlattı. Irak’ın işgali, Ortadoğu barış sürecindeki iniş çıkışlı seyir, uluslar arası alanda Amerikan karşıtı şiddet eylemlerinin yükselişi, İran ile Batı arasındaki çekişme, Ortadoğu’yu bir kez daha anormal bir döneme soktu. Bölge ülkeleri tıpkı önceki yıllarda yaşanan bölünmelerin bir benzerini yeniden yaşıyor ve 1990’lar boyunca Ortadoğu, ihtiyacı olan köklü dönüşümü bir kez daha öteliyordu.
Bölgenin sorunlarına kaynaklık eden siyasi, kültürel, etnik ve dini dinamikler kadar, belki de bunların hepsinden daha belirleyici olan bölge dışı güçlerin ve onların yerli ortaklarının siyasi-ekonomik çıkar hesaplaşmaları bu değişimi bir kez daha erteledi. İnsanlık için hep kurtuluş, mutluluk ve refah vadeden üç ilahi mesaja ev sahipliği yaptığı halde, huzurdan bu kadar az nasibi olması ve yıllardır diktatörlere mahkum edilerek çifte standartlı politikalara kurban edilmesi Ortadoğu’daki çelişkinin temelini oluşturmayı 20 yıl daha sürdürdü.
Maddi ve manevi büyük zenginliklere ev sahipliği yaptığı halde her ikisine de yabancılaştırılmış Ortadoğu bölgesi, genç ve dinamik nüfusuna rağmen geleceğe ne yazık ki umutla bakamayan bir bölge durumuna düşürüldü. Büyük bir zenginliğin üzerinde bulunduğu halde Ortadoğu halklarının yarıdan fazlası fakirlik sınırının altında yaşayan, yarıdan fazlası okuma yazma bilmeyen insanlar topluluğu olmaya mahkum edilmiş ve bu bir kader olarak bilinç altlarına adeta kazınmıştır.
788 milyar varil petrol rezervi ile dünyadaki bu yer altı zenginliğinin üçte ikisine sahip bulunan Ortadoğu’da ortalama her beş kişiden biri fakirlik sınırının altında yaşamaktadır. Genel ortalamaya ilave olarak Mısır, Tunus ve Yemen gibi ülkelerde ise bu oran %45’leri bulmaktadır. Ekonomik potansiyelin büyüklüğüne rağmen genç nüfusun eğitim imkanlarından yoksun olduğu bölgede okur yazarlık oranı %45’lere kadara gerilemektedir. (En kötü Yemen’de %46, en iyi durumdaki Kuveyt’te %7)
Geçmişte bu çarpık yönetimlere karşı yapılan her türlü eleştiri şiddetle bastırılmış, zulümlere gerekçe olarak ülkenin içinde bulunduğu özel şartlar gösterilmiş ve hak talep eden insanlar “fitneci”, “radikal”, “terörist”, “hain” vs. nitelemelerle marjinalleştirilip tasfiye edilmiştir. Halkların daha adil bir ekonomik ve siyasi düzen taleplerini bastırmada İsrail’in bölgedeki varlığı da katalizör rolü oynamış, insanların önemli bir bölümü bununla ikna edilmiştir. Öyle ya, karşıda büyük bir işgalci düşman varken, içeride birbirimizle uğraşmanın gereği yoktu ve bazı talepler ertelenebilirdi. Buna rağmen hak talebinde ısrar edenler, “İsrail ajanı” olarak damgalanıp tasfiye edilirdi.
Bu dikta rejimleri bir yanda kendilerine yönelik her hareketi acımasızca bastırırken, diğer yanda şiddete dayalı bölgesel bir istikrar kurmuşlardı. Bundan dolayı, Batılı yönetimlerin de zımnen destek verdiği bu düzen, onların çıkarlarına dokunmadığı sürece tipik bir “Ortadoğu gerçeği” olarak kabul edildi.
Ancak, iç politikada sosyo-ekonomik adaletsizlikler ve siyasi baskılar, dış politikada ihanet üzerine inşa edilmiş olan bu sahte istikrar, iletişim imkanlarının yaygınlık kazanması ardından halk kitleleri nezdinde daha açık bir şekilde görünür hale geldiğinde algılar değişmeye başladı. İnsanlar yıllardır büyük bir bedel öderken, yönetimdeki küçük bir azınlık grubunun nasıl bir sefahat ve ihanet içinde olduğunu daha belirgin ve sansürsüz görmeye başladı.
Batı ve Amerika, sürekli ülkelerini bölmeye çalışan düşman ülkeler olarak öğretilirken, aslında diktatörlerin tüm gücünü Batılı ülkelerden aldığını fark etti. İsrail’e karşı kahraman görünen liderlerin aslında İsrail’le nasıl bir kirli pazarlık içinde olduğunu gördü. Kısacası halk büyük bir tiyatro oyunu oynandığını ve bu oyunda kendilerine hep dayak yiyen figüran rolü düştüğünü anladı.
Alttan alta giderek güçlenen bu sorgulayıcı nesil, nihayet uygun bir zamanı bularak maruz kaldığı haksızlıklara ve ihanet şebekelerine karşı baş kaldırdı. Tunus’ta başlayan ve Mısır’la ivme kazanarak, Libya, Suriye ve diğer ülkelerde devam eden bu halk hareketlerinin en önemli özelliği sadece ekonomik sebeplere dayanmıyor olması. İnsanların talepleri sadece ekonomik sömürünün bitmesi değil, aynı zamanda daha özgür bir ortamda, baskı altında kalmadan inancı doğrultusunda yaşamak. Ülkeyi ve halkın çıkarlarını Batıya ve İsrail’e satmayacak bir iktidarın gölgesinde yaşamak.
DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ
SON VİDEO HABER
Haber Ara