Nükleer enerji lobisi Çernobil felaketini, sektör için felakete dönüştürmemek için Çernobil'de sorunun kaynağında "güvenlik" sorunu değil, Rusların "geri teknolojisinin" yattığını ve benzer bir felaketin gelişmiş Batı'da mümkün olmadığını savunmuştu. Bu savunma stratejisi dünyanın en gelişmiş teknolojisine sahip ülkelerden biri olan Japonya'da yaşanan son gelişmeler ile çökmüş, nükleer santrallerin risk ve tehlike kaynağı olduğu bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Yine bu sektörde oldukça ileri bir teknolojiye sahip Almanya milyarlara ulaşan ekonomik faturaya rağmen nükleer enerjiyi terk ediyorsa, işin başında olan Türkiye'nin şapkasını önüne koyma zamanı gelmiştir. Akkuyu ve Sinop'ta planlanan santrallerin Japonya'da olduğu gibi deniz kenarında olması, benzer bir felaketin Türkiye için de olası olduğunu düşündürdüğü gibi, bu iki bölgenin Japonya'da olduğu gibi deprem fay hatları üzerinde olmaları, sorunu oldukça ciddi kılmaktadır. Türkiye de deprem riski yanında bu teknolojinin yalnız tehlikeli değil, aynı zamanda pahalı ve kirli olduğuna değindikten sonra, neden Türkiye için bugün "zararın neresinden dönülürse kâr" olduğuna eğilmek ve nükleer teknolojiden uzak durmanın hem güvenlik açısından, hem de Türkiye'nin dış politikası açısından bir şans olduğunu vurgulamak istiyoruz. Japonya'da izlemekte olduğumuz depremin Türkiye'de yaşanamayacağını savunan, köşe yazarları, politikacıları veya "bilim adamlarını" duyar gibiyim. Bu tür bir savunmanın tabiata, inananlar için Allah'a saygısızlık olduğu gibi, bilim açısından şarlatanlık olduğunu vurgulamaya gerek yoktur sanıyoruz. Türkiye'nin yakın tarihine biraz yakından bakmak ülkemizde deprem felaketlerinin boyutunu görebilmek için yeterlidir. Deprem hâlâ bilim için muammalarla dolu sadece son yüz yıldır "ölçülen" bir olgudur. Olayın tsunami boyutu ise kendi başına bir felaket kaynağı, depremin Japonya'daki nükleer felaketi tetikleyen sonucu olmuştur. Benzer bir felaketin Türkiye'de mümkün olmadığını iddia etmek, sadece ciddiyetten uzak değil, sorumsuzluktur. Deprem konusunda şüphesiz en tecrübeli ülkelerden biri olan Japonya, nükleer santrallerini 8,3 büyüklüğünde bir deprem beklentisine göre planlamıştı. Bugünlerde 9 büyüklüğünde bir deprem felaketi ve Fukushima I ve II ile Onagawa ve Tokai nükleer santrallerinin tehdidi ile boğuşuyor.
Avrupa Birliği'nde enerji politikasından sorumlu Komiser Günther Oettinger'in sürmekte olan nükleer felaketin boyutunu dile getiren "kıyamet gibi" terimleri, basın sözcüsü tarafından borsaları yatıştırmak için "his" olarak hafifletilmeye çalışılsa da, "kıyamet gibi" terimi felaketin boyutunu iki açıdan gayet iyi yansıtmaktadır. Bu terim felaketin verdiği tahribat ve acının boyutunu yansıttığı gibi, insanın tabiat karşısında ne kadar yalnız ve güçsüz olduğunu da gözler önüne seriyor. Bu satırları yazdığımız sırada en az dört reaktörde soğutma sistemleri çökmüş, orman yangını söndürür gibi helikopterlerle reaktörlerin üzerine su serpilmeye başlanmıştı. Bu, artık insanoğlunun dua etmekten başka çaresi kalmamıştır demektir. Felaketin boyutunu kestirmenin mümkün olmadığı bugünlerde Avrupa ve dünyada nükleer enerji ve riskleri üzerine iki farklı tutum izliyoruz. Tavırlardan ilki, insanların bu felaket karşısında korku ve kaygılarını merkez alan, deprem ve tsunami olgusunu nükleer santraller ve riskleri açısından irdeleyen demokrasinin etkin olduğu Batı Avrupa ve Amerika kıtasında görülüyor. Nükleer enerji ve olası riskleri Fransa gibi nükleer enerjinin ana kaynak oluşturduğu ülkelerde bile masaya yatırılıyor. Bu ülkelere biraz yakından baktığımızda bu sorgulamanın pek yeni olmadığını, ABD'de 1979'da yaşanan Harrisburg felaketi ile başladığını, Çernobil ile pekiştiğini görüyoruz. Reagan ve iki Bush döneminin destek politikasına rağmen ABD'de son nükleer enerji santrali 1973 yılında devreye girmiş ve bu tarihten sonra devlet desteğine rağmen nükleer teknolojiye yüz milyarı geçen enerji yatırımlarından bir dolar bile akmamıştır. ABD'de enerji sektörünün nükleer teknolojiye uzak durması Almanya'da olduğu gibi çevre hassasiyetinden kaynaklanmıyor. Nükleer teknolojinin en gelişmiş olduğu ABD'de sektörün nükleer reaktörlerden uzak durması ekonomik gerekçelere dayanmaktadır. Nükleer enerji pahalı olduğu gibi, atık sorunu hâlâ çözülmemiş kirli ve bugünlerde tekrar şahit olduğumuz gibi riskli bir enerji türüdür, yani ekonomik değildir.
Çin ve Rusya'dan gelen sinyaller ise oldukça kaygı vericidir. Bu ülkelerin politik liderleri sürmekte olan felaketi anlamaya çalışmak bir yana, nükleer enerjinin risklerini bile sorgulama ihtiyacını duymamaktadır. Bu tavır bu ülkelerde Batı'da süren tartışmaya benzer bir sürecin yok olduğu anlamına gelmez ise de, sorunun iki boyutuna ışık tutmaktadır. Rusya ve Çin dünya çapında yapımı sürmekte olan nükleer santrallerin nerede ise % 90'ına ev sahipliği yapmaktadır. Politik liderlerin nükleer enerjiyi sorgulamaları, kendi zaaf ve hatalarını tartışmaya açmaları anlamına gelecektir. Bu tür bir kültür ne Çin, ne de Rusya'da vardır. Fakat daha vahim gerçek, bu ülkelerin liderleri hatalarından dönmeye zorlayabilecek demokratik bir mekanizmadan ve kamuoyundan yoksun oluşlarıdır. Nükleer enerji santrallerinden doğacak tehlike ve risklerin uçak veya tren kazası gibi alışılagelmiş risklerle karşılaştırılamayacak ve birçok nesli etkileyecek boyutta olduğunu bu ülkeler Japonya'da yaşanan felaket günlerinde bile tartışmak gereğini duymuyorsa, sorun zekâ eksikliğinden değil, insan yaşamı ve tabiatın hiçbir değerinin olmamasından kaynaklanmaktadır. Üzücü olan, Türkiye'de de benzer bir söyleme şahit olmamızdır, bu söylemin uzun süremeyeceğini düşünsek de. Enerji Bakanı, yaşamakta olduğumuz deprem, tsunami ve nükleer felaketi ve boyutlarını bile anlamadan Akkuyu'da planlanan santralin risk taşımadığını neye dayanarak iddia edebiliyor bilmiyoruz. Herhalde Rus teknolojisine duyduğu güven veya Rusya'nın verdiği "güvenceden" olacak.
"KIYAMET GİBİ"
Deniz kenarında planlanan Akkuyu'da benzer bir felaket her zaman mümkündür. Akkuyu, Afrika platosu ile Anadolu-Asya platosunun kırılma noktası olan fay hattı üzerinde olduğu gibi, tarihin en şiddetli depremlerinin yaşandığı bölgede bulunmaktadır. Akkuyu'ya oldukça yakın ve iki fay hattının kesiştiği bölgede bulunan Antakya'nın 20-29 Mayıs 526'da dünyanın en etkin deprem felaketlerinden birini yaşadığı rivayet edilmektedir. Çeşitli kaynakların 250-300 bin kişinin ölmüş olduğunu belirttiği bu depremde, dünya nüfusunun 200-300 milyon olduğu göz önüne alınırsa depremin şiddeti açısından bir fikir edinebiliriz. Yüzlerce kilometre uzakta bulunan Mardin'e bile hasar veren bu depremin izlerini Deyrulzafaran Manastırı'nda görmek mümkündür. Nükleer enerji lobisi Türkiye'de son ihaleye kadar üç gerekçe, "enerjide bağımsızlık", "ucuz enerji" ve "teknoloji transferi" ile nükleer santralleri savunuyordu. Son "ihaleden" sonra dışa, Rusya'ya bağımlılık azaltılacak ve "ucuz" enerji gerekçelerini kimse ağzına almadığı gibi, Gazprom bağımlılığına bir de Rusatom bağımlılığı ekleniyor. Rus teknolojisinin en gelişmiş ve en güvenli teknoloji olmadığını vurgulamamıza gerek yoktur sanıyoruz. Rusatom dışında hiçbir diğer firmanın teklif bile vermemiş olması tesadüf değildir, zira nükleer enerji ekonomik değildir. Türkiye'de "devlet" bu tehlikeli, kirli ve pahalı sektöre buna rağmen yatırım yapıyorsa, geriye kalan üçüncü gerekçeden, yani nükleer "teknoloji transferi" ve bu teknolojinin "stratejik öneminden" ötürüdür. Türkiye, başarılı bir şekilde sürdürdüğü barış endeksli yeni dış politikasına gölge düşürmemeli. İran'ın nükleer serüveni ile başlayan ve diğer Arap ülkelerini de bu sektörde yatırım yapmaya zorlayan, bir nevi "nükleer silahlanma" sürecine girmekten kaçınmalıdır. Türkiye nükleer teknoloji transferini sadece enerji endeksli amaçlarla hedeflediğini kimseye anlatamaz, anlatsa bile inandırıcı olamaz. İkinci ve daha önemli sorun, Ermenistan ve Bulgaristan gibi Türkiye'nin sınırlarında bulunan, en eski nükleer santrallerden kurtulmak için, bu teknolojiye karşı tavır almalı, kendi olanakları, AB ve ABD kanalı ile bu ülkeleri santralleri kapatmaya zorlamalıdır. Bu tür baskı sadece nükleer serüvenden vazgeçerek mümkündür ve inandırıcı olur. Bu santraller saatli bomba gibi her an Türkiye'yi de tehdit etmektedir.
Nükleer serüvenden Ecevit'in son anda vazgeçmiş olması, bu politikacının sevap sayfasına yazılacaktır. Bugün "devlet" bu konuda bastırsa bile, karar mercii Başbakan Erdoğan'dır. Tarih nükleer enerji ve olası felaketlerin günahını Başbakan Erdoğan'ın sayfasına yazacaktır. Politik bakımdan olağanüstü hassas olduğunu izlediğimiz Sayın Başbakan'ı belki bu serüvenden vazgeçirecek olgu, Japonya'da yaşanan felaketten ders çıkarması veya "İlahi" bir mesaj okuması ile mümkündür. İnsanoğlu nükleer teknoloji ile maddenin çekirdeğine inmiş, fakat maddenin "ruhuna" varamamıştır. Çevre ve yaşam meselesinin sırrı maddenin çekirdeğinde değil, tabiatın dengesinde yatmaktadır. İnsanoğlu nükleer teknoloji ile çocuğun ateşle oynamasını andıran bir şekilde bu dengeyi tehdit etmektedir. Japonya felaketinden çıkarabileceğimiz en önemli ders, tehlikeli, kirli ve pahalı nükleer enerji serüvenine girmemek, alternatif enerji teknolojilerine yatırım yapmaktır.
Zaman