Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Mısır anayasasını hazırlayan el-Bişri kimdir?

Aşağıda Mısır geçici anayasasını hazırlayacak olan komisyonun başkanı Tarık el Bişri’nin hayat hikayesini okuyacaksınız. Laik düşünceden İslam’a nasıl yöneldiğini açıklayan el Bişri, “1967 yenilgisi, fikirlerimi tekrar gözden geçirmeme sebep oldu?” dedi.

15 Yıl Önce Güncellendi

2011-03-05 15:47:38

Mısır anayasasını hazırlayan el-Bişri kimdir?

Rumeysa Göçgen / TİMETURK

Mısır’da halkı devrimi sonrası büyük değişim yaşanıyor. Mısır ordusu, geçici anayasanın hazırlanmasını için oluşturulan konseyin başına emekli yargıç Tarık el Bişri’yi getirdi. Tarihçi müsteşar Tarık el-Bişri Mısır’ın önde gelen halk sembollerinden ve ahlâki değerlerine bağlılığıyla, kendini işine adamış haliyle Mısır’ın simgesi, ait olduğu makama en layık kişi.

Temmuz devriminin öncesinde ve sonrasında ulusal harekete adanmış kaynakça niteliğindeki yazılarıyla dikkat çeken el-Bişri, mesleki hayatına hâkim olarak başlar ardından devlet konseyi başkan yardımcısı olur aynı zamanda da anayasa komisyonu başkanı olarak meleğini icra eder. Onun hayatını diğer hayatlardan ayıran özellik laik anlayıştan İslam’a yolculuğudur ve bir gün İslami düşünceye katılan bir değer olmasıdır. Düşünsel ve siyasal  yazıları yüksek sanatsal değerinden ötürü Arap-İslam kitaplığını etkisi altına aldı.

İşte bu röportajla halk devrimi sonrası Mısır siyasetinde önemli rol alması beklenen Tarık el-Bişri’yi timeturk.com ziyaretçilerine tanıtmak istiyoruz;

Sayın Müsteşar el-Bişri  bize çocukluk yıllarınızı anlatır mısınız?

1 Şubat 1933 yılında doğumumdan 16 sene önce vefat etmiş dedem Şeyh Selim el-Bişri’nin Hilmiyyetu’z Zeytun’daki evinde dünyaya geldim. Şeyh Selim el-Bişri ardında 2 evden başka bir şey bırakmış. Bunlardan biri Bigale köyünde Seyyide Zeynep mahallesindeki içinde çocuklarının bir kısmının da yaşadığı bir evdi. Diğeri ise ömrünün son günlerini geçirdiği Hilmiyyetu’z Zeytun’daki yeni evi, bu ev 3 kat 6 daireden oluşuyordu. Amcalarımın ve halalarımın burada daireleri vardı. Ezher şeyhi dedem Selim el-Bişri’nin dokuzu erkek ikisi kız olmak üzere tam onbir çocuğu vardı. Dedem gençken çocuklarından biri vefat etmiş, en büyük çocuğu amcam Taha el-Bişri en küçük çocuğu ise babam Abdulfettah el-Bişri’ydi. Babam 1951 yılında Mısır mahkemesinde temyiz mahkemesi reisi olarak çalıştı. 52 yaşındayken vefat etti. Ben 4 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuyum. Bir kız kardeşim üç de erkek kardeşim var. Babam ve orduda ardından da Hudeyvi’nin idari ofisinde görev alan amcam dışında tüm amcalarım fes takardı. Babam 1917 de (babasının vefat senesi) mezun olur. Avukat olarak çalışmak ister ancak babası ardında miras niteliğinde bir mal bırakmaz, babamda maaş olmadan geçimini sağlayamadığı için yargı ve başsavcılıkta çalışır.

—Küçük yaşlardayken size Ezher şeyhi dedeniz Selim el-Bişri anlatılır mıydı?

Onun evinde büyüdüm, dolayısıyla halalarım dedemden, hayatından ve yaptıklarından çok konuşurlardı. Haliyle bundan çok etkilendim öyle ki büyüdüğümde bazı zamanlar yetiştirilişimde en büyük payın Şeyh Selim el-Bişri’ye ait olduğunu düşünmüşümdür. Şeyh Selim el-Bişri’nin bazı eşyaları hâlâ daha evdeydi. Bende küçükken abasını giyer, ısınırdım. Hayatımda dedemden rivayetle öğrendiğim en önemli şey: “insanın değeri malda, makamda ve mevkide değildir” sözüydü.  Arkasında hiç mal bırakmayan dedem makamdan, mevkiden de son derece uzak dururdu.  Ezher’den 5 sene uzaklaştırıldı. Çünkü Hudeyvi karşısında onu savunmak için direndi. Daha sonra onu tekrar kendi şartları çerçevesinde çalışmak üzere Ezher’e geri getirdiler.  Şöhretten, resim çekilmekten kaçınırdı. Öyle ki sadece 1 veya 2 fotoğrafı var. O ilmi, temel değer olarak kabul ederdi. Yalnız ilmî eserlerine gelince, kitaplarından bazıları Ezher’de ölümüne kadar okutuldu. 80 yaşını geçmişti ve maliki mezhebi usulü üzerine hadis ilminde uzmandı.

—Eğitim gördüğünüz okullar hangileri? Hiç yabancı okullardan birine kayıt yaptırdınız mı?

Mısır okullarına kayıt yaptırmadan önce 2 veya 3 ay bir yabancı okulda okuduğumu hatırlasam da Mısır okullarında eğitim aldım. İlkokulu Hilmiyyetu’z Zeytundaki  Ezzeytun ilkokulunda bitirdim. Okuduğum lise ise yeni Mısır’daydı, bize yakındı. Üniversiteyi ise Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okudum. Özgün eğitimde yetişiyordum ve etrafım alimlerle çevriliydi.

—Peki, Tarık el-Bişri’nin hayatında ‘anne’ desem?

Annemin babası da sarıklıydı ve Ezher mezunlarındandı. Mezuniyetinden sonra âlim ünvanını alır ve birkaç yıl çalışır. Ardından Kahire’ye yakın Deyr köyünün Toh Kalbubiye merkezinde ikamet eder. Bu köy Kanatır’a Toh’dan daha yakın. Bizim köyümüzle Kanatır arasında demiryolu vardı. Dedem 1975’e (vefat yılı) kadar bu köyde yaşadı. Sahip olduğu birkaç araziyi ekerdi. İçinde azımsanmayacak kadar edebiyat ve kadim şiir kitapları bulunan bir Ezher kitaplığı vardı. Bütün tatillerde özellikle de yaz tatilinde köy evine gidip kalırdık. Şehirli bir çocuk olmama rağmen, hayatımın ilk 20 yılında köyle iletişimim güçlüydü. Bu yüzden temel yapılanmamın oluştuğu dönemi fesler ve sarıklar/şehir ve köy arasında geçirdiğimi düşünürüm. Annemin benim içime işlemeye çalıştığı birçok şey vardı. Özellikle çocuk sözlü nasihatten çok taklit edebileceği bir modelden etkileniyor. Annem sakin tabiatlı, kimseye karşı nefret veya öfke duymayan bir insandı. Bazen birisi onu rahatsız ettiğinde, çok öfkeli olduğunu düşünürdüm. Ancak onu rahatsız eden kişiyi gördüğü zaman bütün öfkesi dinerdi. Güçlü bir affetme yeteneğine sahipti, çok doğal bir insandı. Çocukları hayatındaki en önemli varlığıydı. Çok ihsan sahibi ve karşılıksız veren biriydi.

—Büyük edebiyatçı Muhammed Ferid Ebu Hadid ile akrabalık dereceniz nedir?

Muhammed Ferid Ebu Hadid halamın oğludur, babamla aynı sene doğmuşlar ve süt kardeştiler. Aynı zamanda iyi de arkadaşlardı. Ona amca diye hitap ederdim.

—Bu zamandaki kadının rolüyle, babaannenizin zamanındaki rolünü nasıl karşılaştırıyorsunuz?

Kadının omuzlarındaki hayat yükü geçmişte daha ağırdı. Eşin, çocukların bakımı, evin temizliği gibi. Şimdi çarşıda elimizin hemen altında bulduğumuz şeyler evlerde yapılırdı. Bu yüzden sorumlulukları çoktu. Evimiz bir müessese gibiydi, aile ilişkilerimiz çok genişti. Halalarım büyük evde iş yaparlardı.  Her birisinin kendine ait dairecikleri vardı. Ve erkeğin kız kardeşlerine bakması kaçınılmaz göreviydi.

—Peki ya ergenlik döneminiz; o dönemi şekillendiren en önemli faktör neydi?

Bizde Hilal ve Risale dergisinin eski sayılarının özel ciltleri vardı. Onlara göz atardım, okurdum. Edebiyatı ve şiiri çok severdim. Bir dönemin edebiyatçılarının kitaplarını çok okudum. Akkad, Taha Hüseyin, Mustafa Sadık er-Rafii , Muhammed Ferid Ebu Hadid ve Abdulaziz El Bişri’yi örnek verebilirim.  Mümkün olduğunca, yazılan kitapları veya gazetelerdeki makaleleri takip ederdim. Arap edebiyatından “el-Muntehab” kitabını çok severdim. Bize okullarda dağıtılan yeni bir kitaptı. İçinde İslam öncesi (cahiliye) dönemi, İslamiyetin ilk dönemi, Emevi, Abbasi, Memlukî ve modern dönemlere ait şiir seçmeleri bulunuyordu. Seçmeleri hazırlayanlar Taha Hüseyin, Ahmed Emin, Şeyh Essekenderi, Şeyh Abdulaziz Elbişri  ve Ali Elcarimdi. Bu kitap bana kadim edebiyatçıların şiirini ve edebiyatını  tanıtan bir önsöz niteliğindeydi. Daha sonra Mütenebbi, Buhturi, Hasan ibn Sabit, Muallakat-ı Seb’a gibi yazarların eski divanlarına geçiş yaptım. 12 ile 15 yaş arası okumalarım neredeyse hep bu türdendi. Eski planlama bakanı kardeşim Zafir Elbişri, merhum kardeşim Yahya Elbişri ve kız kardeşimle de aynı ilgi alanını paylaşıyorduk.

—Lisans döneminde belirli bir entelektüel ilgi alanınız var mıydı?

Temelde arap edebiyatına, aynı zamanda da İslam düşüncesi üzerine okumalara ilgim vardı. İlk okuduğum kitap 1951 senesinde merhum şeyh Gazali’nin ‘Müslümanın İnancı’ kitabıydı. Bir oturuşta okudum. Gazali’nin akla hitap eden eşsiz bir üslubu ve manevi bir cezbediciliği var. Kitaplarında o müthiş manevi yoğunluğu hissedebiliyor ve onun o berrak zekâsını görebiliyorsunuz.
 Hukuk fakültesine girdim çünkü babam da hukukçuydu. Dolayısıyla benimde bu yönde eğitim alma arzum oluştu. Bu dönemde batı düşüncesine ait çeviri kitaplara göz atmaya başladım. Ve hukuk alanında eğitim beni etkilemeye başladı. Fakültede okurken en çok sevdiğim dersler İslam hukuku dersleriydi. Bu yüzden siyasal düşünce açısından laik görüşe sahip olduğum dönemde, beni İslam’a hayran bırakan  (toplum ve davranış sistemi gibi)  kanunla yoğun meşguliyetim sırasında İslam’ın hükümlerinin stratejik yapısını Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyeden istihraç edilen hükümlerden elde edilen fıkhi yapıyı iyi anlamamdır. Çünkü İslam hukuku ilahidir, içine batıl giremez ayrıca temelde ve ayrıntıda birbiriyle bağlantılı İslam fıkhı, İslami aklın uygarlığa sunduğu en büyük çıkarımdır.

İlahiyat derslerinden sınav olduğum günler, adeta bir piknik günü gibiydi. İlahiyat hocalarından şeyh Abdulvehhab Halaf’tan etkilendim. Söylediği ya da okuduğum hiçbir sözü yoktur ki hafızama kaydetmemiş olayım. Ayrıca üslubunu çok severdim. Şeyh Ali Elhafif’inde derinliğinden ve fıkhi temelinden etkilendim.

—Peki, kamusal alana ilginiz ne zaman başladı?

1954 senesinde 19 yaşındayken mezun oldum. Mezuniyetimden 9 ay sonra anayasa mahkemesine tayin edildim. Bundan iki sene önce de babam vefat etmişti. İşime başladığım ilk 3,4 senelik dönemde tüm vaktimi işime veriyordum. İşimde sarf edeceğim çabanın sadece hukuk için olacağını düşünmüş olmalıyım ki düşünceyle, edebiyatla, felsefeyle alakalı okumalarımın bile hukuki uzmanlığıma yardımcı okumalar olduğu kanaatindeydim. Bu dönemdeki siyasi meylim, ulusal bağımsızlık hareketine yakındı. İşte bu beni çeken ana meseleydi.

1945 ile 1952 kişiliğimin geliştiği yıllardı. O dönemde Vefd Partisi bir siyasi hareket partisiydi ve muhalefet kanadındaydı. Bu muhalif kanada sempatim vardı. Ancak buna rağmen Vefd partisine girmedim. Dedemin, babamın ve benim partilere veya cemaatlere girmek alışkanlıklarımızdan değildi. Partisel düşünce yapımda olan bir şey değil. Bu durumun hâkim olarak çalıştığım zamanlarda bana çok yardımı oldu. Siyasi açıdan özgürdüm her ne kadar bu özgürlüğün fikirsel açıdan tahakkuk etmesi mümkün olmasa da. Çünkü bu işte insanın fikirsel açıdan kendini arka planda tutması gerekli.

Anayasa mahkemesindeki ilk 4 senemde bir genç adamın hamasetiyle ve dinçliğiyle kendimi okumaya verdim. Yargıtay, avukatlar sendikası ve anayasa mahkemesi kütüphaneleri beni tanımıştı artık. Hukukçulardan eski nesillerin yazdıkları en önemli eserleri, “avukatlar ve hukuk” gibi uzman hukuk dergilerini okuyor, işimde bana gelen konuları (davaları) teorik derinlik ve dış kaynaklara önem veren bir yöntemle çözüyordum.

—Laikliği nasıl benimsediniz? Ve fikirsel değişiminiz nasıl oldu?

Mezuniyetimden sonra ve okumalarımın neticesinde laiklikle bağlantım pasif okumadan ibaretti. Ama olgunlaşmamış laik yazılarda bir eksiklik olduğunu hissediyor, yalnız onun İslam’a karşıt olduğunu aklımdan bile geçirmiyordum. Bu arada İngilizce okumalarım arttı, Avrupa siyaset tarihine ve mevcut siyasi hareketlere ilgim vardı. Bu bilinç düşünsel, felsefi ve ekonomik yapılanmayla derinleşti. Bu okumaların tümü laik siyasi düşünceyi netice verdi ve bu düşünceler bana 10 yıl boyunca (1960-1970 arası dönemde) arkadaşlık etti. En dikkat çeken okumalarım, batı siyasal düşüncesi, batı siyasi hareketleri, sosyalist hareketler ve dünya devrim tecrübeleri üzerineydi. O günlerde dünyadaki ulusal kurtuluş hareketleri galipti ve müttefik olmayan hükümetler güçlüydü.  Bende siyasi hareketler hakkında yazılara başladım. Talia dergisinde yazar olarak 1964-1965 senelerinde yazdım. Bu dönemde, şimdi de olduğu gibi yayın kesintili ve sınırlıydı.

“Siyasi Hareket” kitabımın önsözü o dönemde nasıl düşündüğümü açıklıyor aslında.

 Sosyal adalet ve gerek ekonomik gerekse siyasi açıdan bağımsız ulusal bir yapılanma olmasından dolayı sosyalist fikri benimseyen güçlü ulusçu bir düşüncem vardı. Bu ve önceki döneme aralarındaki bağlantıyla bakarsak, siyasi açıdan düşüncemin ulusal siyasi bağımsızlık fikriyle başladığını görürüz. Fakat bu fikri küresel bağımsızlık hareketiyle, Arap birliğiyle, bağımsız  ekonomik  yapılanma hareketi ve kendi içinde güçlü olmakla  paralel  görüyorum.. Böylece siyasi ve ekonomik bağımsızlık fikri tek başlık altında toplanıyor. 3. unsuru oluşturan inanç özgürlüğü ise henüz zihnimde teşkil etmemişti.
Siyasi düşüncede köklü bir laiktim, çünkü çelişkiden ve işleri birbirine karıştırmaktan nefret ederim.

3 ana meselede İslami fikre sahiptim: 1. Mesele:  Fıkıh bilgisi. Fıkıhta beni şeriat’a yönlendiriyordu. Bu mesele kariyerimin temelini oluşturdu ve İslam fakihlerinin yasal düzenlemelerdeki olağanüstü yeteneklerine derin bir saygı olarak kaldı.
2. Mesele ise rızık. Aklımda ve kalbimde daima Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın takdiriyle doğru orantılı olduğunu bildiğim rızık meselesinden dolayı, hiçbir zaman kamuda ücret karşılığında çalıştığımı düşünmedim. Aslında bunun vazifem olduğunu ve ücretinde Allah’tan gelen bir mükâfat olduğunu düşündüm. Ve 3. mesele, yaşam ve ölüm. Şüphesiz bu ikisi Allah’ın takdirine bağlıdır.

—Kamuya ve siyasete girişinizin ardında önemli tarihi bir olay var mı?

1956 savaşı hayatımda olağandışı bir değişime sebep oldu. Çünkü Süveyş kanalının kamulaştırılması, meydana gelen büyük uluslar arası kriz ve 3 gün savaşları, bütün bunlar beni ciddi anlamda etkiledi. Tüm yaptıklarımın herhangi bir askeri hareketle değişebileceğini, hatta toplumu değiştireceğini, alt üst edeceğini ve bütün tarihi bağlamın değişeceğini hissetmeye başladım. Tüm yaptıklarımızı herhangi bir askeri hareketle değişebilecek bir zeminde icra ediyorduk. Modern anlamıyla  siyasete girmeme sadece bağımsızlık ve ulusalcılık hareketi değil, asıl bu duygu sebep oldu. Böylece 2 problemin içine de girdim. Birincisi: kendime şunu sordum: Sen sadece hukukçu musun? Ve sadece hukukçu olmak mı istiyorsun? Yoksa toplumda imkânı olanlara, öncülük etmesi için seslenen başka alanlarda mı var?

Ve ilk defa bende siyasi işlere katılma fikri oluşuyordu. Eğer bunu yapmazsam günahkar olacağımı düşündüm. Çünkü bizler öncelikle vatandaş sonra meslek erbabıyız. Yalnızca mesleğe odaklanmak vatanın hakkına girmektir. Bu sonuca ulaşmak için çeşitli haller ve duygular arasında gidip geliyordum. Çünkü bu durum kalbi, akli, fikri bir geçişti. İnsanı tasalandıran, huzurunu kaçıran, vaktini alan, alışkanlıklarında yaşanan bir değişimdi.

Uzun aylar ve yıllar boyunca siyasi düşünce, siyasi hareketler ve tarih alanlarındaki kitaplarla kütüphanemi zenginleştirdim. Bu mesele bir gecede çözülmedi tabii, aksine vakit aldı yaklaşık 1958 yılına kadar sürdü.

—Sizi İslam’a doğru çeken ayırt edici nokta veya tarihi olay neydi?

1956 savaşı durup düşünmemi sağladıysa, 1967 savaşı ve yenilgisi ikinci defa değerlerimi sorgulamamı sağladı. Ve kendime şu soruyu sordum: Yenilgi nereden geldi?  Sömürgecilik mi bizi vurdu? Veya bizde bunun için uygun bir zemin mi mevcuttu?
Abdunnasır’ın vatanseverliğinden hiç şüphe etmemiştim.  Bu noktadan “siyasi hareket” kitabımı yazmayı düşünmeye başladım ve okumalarım, düşüncelerim farklılaşmaya başladı.  Arap edebiyatına, batı edebiyatına, tiyatrosuna ve romanına ilgimi kaybetmeye, beni doyurmadığını, zihnimdeki soruları cevaplayamadığını görmeye başladım.

Kendi kendime dedim ki: Biz kimiz? Bağımsızlık istiyoruz, bir bakıma siyasi yönetimin bize ait olmasını istiyoruz. Eğer bunu istiyorsak ekmek paramızın da bize ait olması gereklidir. Ama bundan önce inançlar kümesi, farklılığıyla, dayanışmasıyla, ortak aidiyet duygusuyla bir cemaat olma bilinci var. Peki, bu nereden geliyor? Bu  duygular, inanç, tarih ve medeniyet kaynaklıdır; laiklik ise (bu manzumenin) hakkını veremedi.

Laiklik bana bağımsızlığını kazan dediğindeyse aslında bana bağımsızlığımı veren kimliğimi, bağımsızlık irademi kaybettiriyor. Dolayısıyla buradaki bağımsızlık hakiki bağımsızlık iradesi olmuyor. İşte bu noktadan kimliğim yeniden kazanmaya başladım ve laik düşünce bir ikilime içinde gözüktü. Çünkü o insanın kültüründen, inancından gelen kimliğinden sıyrılmasına sebep oluyor. Buna ek olarak laiklik demokrasinin değerlerine terstir. Çünkü sonuçta demokrasi kendi özel işlerini yürütmede özerkliği olan bir halk yapılanması, inanç ve dini pozisyonu hayatlarında ve bakış açılarında seçmiş insanların çoğunluğunun kuralına uymaktır aynı zamanda.

İslami kimliğimi yeniden kazanmamı taçlandıran 1983 deki hac seyahatimdi. Hacca fikirde ve sülûkta İslami esasları tam benimsemeden, içimdeki bu meseleyi tam sonlandırmadan gitmedim. Tamamen arınmış vaziyette yola koyulmak çok vakit aldı. Sanki bir gezegenin çekiminden çıkıp diğer gezegenin çekim alanına girdim. 

Kabe’yi gördüğümde kendime şunu sordum: Beni buraya getiren kim? O an Allah’ın hidayetini üzerimde hissettim. Ve şu ayeti hatırladım: “Sonra da Allah, tövbe ettikleri için tevbelerini kabul buyurdu.” (Tevbe /118)

Haber Ara