M.Naci Bostancı
İsyancıları aşağıladı, onlara "böcek" dedi, meydan okudu, Batılıları tehdit etti, neye mal olursa olsun gitmeyeceğini söyledi. Kaddafi kırk iki yıldır bu ülkeyi yönetiyor. Maliyeti düşük, verimi yüksek petrolden tatlı kârlar elde ediyor. Bunun bir miktarını, yaslandığı aşiretine, paralı askerlere, kendisini destekleyen azınlık bir gruba dağıtarak bu günlere geldi. Halkın geri kalanına ise yoksulluk, açlık, sefalet düştü. Yedi milyonluk ülkede nüfusun yarısı günde iki doların altında gelire sahip. Libya denildiğinde akla gelen petrolün ihtişamı, saltanatı, debdebesi bu insanlar için değil. Eğer petrol olmasa, herkes aşağı yukarı iki-beş dolar arası günlük gelirle geçinse zorluğun ortaklığı toplumsal yarılma doğurmaz. Ama muktedirlerin sıra dışı parlak hayatı yoksulların gözleri önünde yaşanıyorsa her görüntü önce gizli, sonra açıktan isyan ateşini körükler. Kalın taşların, ultra modern binaların, çevrili alanların içinde yaşananların dışa yansıyan her işareti, iması, dolayımı iç çeken yoksulları kardeş kılar, birleştirir, onları bir büyük yangına sürükler. Onlar, silahları yoksa çıplak elleriyle ortaya atılırlar, muktedirlerin saraylarına ise gözü karalıklarının bir nişanesi olarak meşale gibi yaktıkları çıplak bedenlerini fırlatırlar.
Kırk iki yıl böylesine derin çelişkileri olan bir rejimi ayakta tutmak kolay değildir. Gelirleri, hayat tarzları, dünyaya bakışları arasında uçurumlar olan insanları "düzen" altında tutabilmek özel çabalar gerektirir. Gerçek hayat şartlarının maddi ve moral mesafelerini "adil dağıtım" ile dolduramıyorsanız onun ikamesini sopadan ve "yanılsamalardan" beklersiniz. Kaddafi de sopayı kullandı, yoksullara kendi hayatlarını unutturacak, hayali olarak özdeşleşmelerini sağlayarak teselli sunacak "ideolojiler" üretti. Çöl hayatının zorlu şartlarında yaşayıp Batı'ya karşı kol kola girmiş hayranlık ve öfke ile bakan kitlelere, Batı başkentlerine çadırlar kurarak onların onurlarını temsil ettiğini fısıldadı. Kendi çadırları olmasın, ne önemi vardı, Kaddafi hepsinin çadırı olarak Batı'nın kalbine o çadırları dikmiyor muydu? Artık ölseler de gam çekmemeleri lazımdı. Her diktatör gibi o da "kutsal fikirleri"ni Yeşil Kitap başlığıyla yayınladı. İşte, tüm Libya halkının aklını, dehasını temsil eden o önder kişi, dünyaya, o anlı şanlı gelişmiş ülkelere, yüksek medeniyetin sahibi olduğunu iddia eden çevrelere mihmandarlık edecek muhteşem eserini sunmuştu. Kimin için? Bütün Libya için, onlar adına.
KADDAFİ'NİN İSLAMİ SOSYALİZMİ
Albay Muammer Kaddafi, kapitalizm ve komünizm gibi iki büyük fikrin yanına bir üçüncüsünü koyuyordu. Tüm yol arayanlara, yolunu bulduğunu sanıp onun krizleriyle boğuşanlara, göz alıcı şehirlerde, parlak hayatlar yaşarken içten içe çürüdüğünü hisseden dünyanın muktedirleri dâhil herkese, kurtarıcı bir alternatif sunuyordu. Ne mutlu Libya'nın yoksullarına. Dünyayı kurtarmaya niyetli bu adam niçin kendi ülkesindeki yoksullara el atmaz, gibi yıkıcı ve bozguncu bir soruya elbette bu mimaride yer yoktu. Yeşil Kitap ve İslam sosyalizmi, arkasında petrol, arkasında Kaddafi'nin tatlı iktidarını sürdürme teknikleri, hesapları, arkasında bir diktatörün karanlık dünyasındaki "ilah" olma arzuları ile kendine Libya'da bir yer buldu. Sadece Libya'da mı? O zamanların Türkiye'si dâhil birçok ülkede kendini öfkeyle tahkim edilmiş çaresizliği içinde bulanlar "İslam sosyalizmi"ne ilgi gösterdiler. Yeşil Kitap'ı okumalarına bile gerek yoktu, sadece bu iki kelime, İslam ve sosyalizmi yan yana getiren bu bakış açısı, onların bilinç yaralarına, talan edilmiş düşünce dünyalarına, teselliyi gelenekte bulamayan modernlikten korkan eklektik okumalarına iyi geliyordu. Artık nihayet kurtuluşun yolu gözükmüştü. Kapitalizmin "az gelişmiş" ülkeler nezdindeki sevimsizliği, sömürüyü hatırlatan karakteri, sosyalizmin daha baştan kapitalizme hasımlığı, zaten yeşil kitap türü telaffuzların taşlarını döşüyordu. Üstüne üstlük kendi ülkelerinde de gelir dağılımındaki adaletsizlikten muzdarip olanlar, bunu gidermenin uzun ve çileli yollarıyla uğraşmak yerine keskin bir kılıç darbesiyle her şeyi yerli yerine oturtmanın rüyasını görmüyorlar mıydı? İşte sosyalizm o keskin kılıçtı. Vaadi eşitlikti, adaletti, hakkaniyetti, en tepedekiyle en alttaki aynı kaptan yemek yiyecek, aynı şartlarda yaşayacaktı.
Güzel rüya! Zaten zorlu şartlarda yaşayanlar ve kendini çaresizliğin derin kuyusunda bulanlar tüm kapasitelerini rüyalara, onları daha iyi rüyalar haline getirmeye harcarlar. Rüyalar onlara gerçekliğe tahammül etme becerisi sunar, umut sunar, aynı zamanda gerçek dünya için amansız bir koşturma yerine oturdukları yerden rüya görmenin konforunu da sunar. Haksızlık etmeyelim. Türkiye söz konusu olduğunda seksen öncesi dönemde başka tür rüya görenler de vardı. Şimdiki kuşaklar inanamayacaktır ancak Arnavutluk Emek Partisi ve Enver Hoca kimi gençlerimiz için peşinden gidilecek ışıltılı yolu temsil ediyorlardı. Türkiye de Arnavutluk gibi olmalı, kendine bir Enver Hoca bulmalıydı. Yanlış anlaşılmasın. O gençlerin ne kadar naif ve hayattan uzak olduğu üzerine konuşmuyorum. Daha önemlisi, onlara tıpkı İslam sosyalizminde olduğu gibi böyle rüyalar gördüren Türkiye'nin şartlarıydı. Kimilerine göre de Romanya'nın Çavuşesku'su, ya da Yugoslavya'nın Tito'su eşsiz önderlerdi. Daha kalabalık bir grup ise Mao'nun peşindeydi. Onun da "Kızıl Kitap" diye kitabı vardı. Kurtarıcı kitap, hayatın her sorusuna cevap veren bir kitap... Rejim, ülke, yoksulluk, gelir, adalet ve aklınıza ne gelirse bu konulara ilişkin ne mi yapmak lazım? Açalım Kızıl Kitap'ı, bakalım ne diyor? Enver Hoca kalmadı. Arnavutluk, ideolojik körlüğün perdesini düşüren bir çıplaklıkla ortaya çıktığında Enver Hoca'nın nasıl bir sihirbaz olduğu da anlaşıldı. Olmayan bir şapkadan olmayan bir tavşan çıkartmıştı. Tito'nun ülkesi darmadağınık oldu. Mao sembolden öte bir değere sahip değil. O artık gitgide daha az hatırlanıyor. Kaddafi de aynı kaderin yolcusu. Gidecek. Yeşil Kitap unutulmuştu, belki bundan sonra sadece uzmanlar, diktatörlerin kutsal kitap koleksiyonundaki yeri üzerine konuşacaklar. Onların konuşması umulur ki yeni kitap yazıcıları için de ilham verici olsun. Kaddafi sıkıştığı yerden hayatının son perdesini oynarken, bize Türkiye'nin geçmişine ve bugün geldiği yere ilişkin yeniden düşünme fırsatı veriyor. Türkiye, artık gölgesini türlü büyüleme teknikleriyle, parlak metaforlarla, insanların çaresizliğini istismar eden bir akılla ikindi gölgesi yapan bu küçük diktatörleri iyi tanıyan bir ülke. Hâlâ seksen öncesinin aklıyla davranıp elinde "dünyayı yerinden oynatacak destek" olduğunu söyleyenler, kutsal kitap yazıcıları, royal touch (şahane dokunuş) ile toplumun başını sıvazlayarak onu iyileştireceği vaadinde bulunanlar mevcut. Fakat bugünkü Türkiye'de onlar sadece çöle konuşurlar, yegâne dinleyicileri de boşlukta yankılanan seslerini duyan kendileridir. Çünkü onların ihtiyaç duyduğu çaresizliğin koyu karanlığındaki kitleler burada yok. Bu ülkenin gelişmişlik düzeyi, devrimin keskin kılıcını elinde tuttuğunu söyleyen kişileri ve çevreleri ancak anakronik bir şakaya dönüştürür.
Türkiye'ye örnek gösterilen ülkeler şimdi Türkiye'yi örnek alıyor. Demek ki her vakit hayal peşinde koşan küçük gruplar olsa da bu ülkenin ana gövdesi aklıselimin yolundan ayrılmıyor. Bugünkü tablo da zaten bunun eseri.
Zaman