Süleyman Şahin / TİMETURK / ANALİZ
Son günlerde Arap ülkelerinde yaşanan hadiseler, tastamam aynı olmasa da ellili yıllarda olan biteni andırıyor. Hatırlayalım… O devir itibariyle iki önemli kolonyal güç olan İngiltere ve Fransa’nın Arap coğrafyası üzerindeki doğrudan egemenliklerini kaybetmeye başladıkları yıllardı ellili yıllar. Varlıklarını İngiltere veya Fransa ile uzlaşma esasına göre idame ettiren kukla figürler, bir yandan artan halk hareketleriyle birlikte gittikçe ivmelenen ülke içi yönetim krizlerinin girdabında sürüklenmeye başlamış, diğer yandan yalıtılmış, güvenli sığınaklarından çıkmak zorunda kalarak dış dünyanın yakıcı atmosferiyle yüzleşmek zorunda kalmışlardı.
Evet… İngiltere ve Fransa’ya endeksli Arap politikaları yerle bir olmuştu. En başta Siyonist İsrail devletinin kuruluşuyla ortaya çıkan ve yaklaşık bir milyon insanın evinden barkından sürülüp mülteci durumuna düştüğü bir Filistin meselesi açığa çıkmıştı. Uluslararası ve bölgesel güç dengelerinde deprem etkisi yaratan bu gelişme, geniş halk kitlelerinde dalgalanmalara ve milliyetçi akımların etkisindeki askeri darbelere zemin hazırlamıştı. Bu arada küresel güçler sahnesine yeni aktörler girmeye başlamış; ne iç, ne de dış sorunlarla bir başlarına halleşemeyen Arap rejimleri tekrar yalıtılmış, güvenli sığınaklara gerisin geri rücu etmişlerdi. Soğuk savaş adı verilen yeni bir küresel çağa girilmişti, İngiltere ve Fransa yoktu artık. Yerlerini ABD ve Sovyetler Birliği almıştı.
Deja vu mu desek acaba?.. Ellili yıllarda küresel ve bölgesel oyunun kartları yeniden karılmaya başlanmıştı. Şimdi de öyle… O günlerde de küresel güçler karşısında süt dökmüş kedi, kendi halkına acımasız kaplan kesilen işbirlikçi yönetimlere karşı yiten bir onurun izini süren halk kitleleri vardı… Bugün de öyle…
Tıpkı şimdilerde olduğu gibi Arap coğrafyasında peşpeşe devrilen iktidarlara tanık olmaya başlamıştı dünya kamuoyu. 1952 yılında Mısır’da Kral Faruk tahttan indirilmiş, Lübnan’da 1952 yılında Beşare el Huri ve 1958’de Kamil Şemun iktidardan uzaklaştırılmıştı. Suriye’de 1949-1954 yılları arasında peşpeşe gelen askeri darbeler Edib Şişkili’nin idareden çekilmesini sağlamıştı. Derken milliyetçi bir hükümet kurulmuş ve 1958 yılında Suriye ile Mısır birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyetini ilan etmişlerdi. Değişim depreminin artçı şokları 1956 yılında Ürdün ordusunun yabancılardan arındırılmasına yol açmış, 1958 yılındaki Irak devrimi Bağdat Paktı’nın sonunu getirmişti. İngiltere Sudan topraklarından çekilmek zorunda kalmıştı. Artçı şoklar, bir yandan Kuzey Afrika’daki Fransız sömürgeciliğini darmadağın ederek sırasıyla Fas, Tunus ve nihayetinde Cezayir’in bağımsızlığına yol açarken, diğer yandan Körfez bölgesindeki İngiliz egemenliğini tuzla buz etmişti.
Bugün Tunus’la başlayıp Mısır’la devam eden sürecin, Arap coğrafyasındaki tüm taşları birer birer yerinden oynatacak gibi duran profili, zihinlere ellili yılları çağrıştırıyor. Arap halkının damarına basılınca tetiklenen inatçı tavrı, yeni bir depremin ayak seslerini haber veriyor. Evet... Biz bu depremi daha önce görmüştük… Ve yeniden geliyor…
Deprem, aynı deprem belki ama takdir edersiniz ki zaman ve zemin değişti,.. Oyununun kuralları ve oyuncular da öyle. Dolayısıyla görülen ve beklenen deprem arasında iki önemli fark oluştu:
Yeni bir küresel aktörün doğum sancıları mı?...
İlk depremin ortaya çıkardığı sonuçlar, altmışlı yılların başında soğuk savaş konseptinin iki kutuba böldüğü güçler dengesiyle birlikte tersyüz oldu. Arap coğrafyası bu kutuplaşmadan fazlasıyla nasibini aldı. Dayatılan yeni düzen kendi kurallarını vakit geçirmeden işletmeye başladı. Birleşik Arap Devletleri idealinin prototipi olarak ortaya çıkan Suriye – Mısır ortak yapımı Birleşik Arap Cumhuriyeti fazla direnemedi. 1961 yılında birlik çöktü. Haziran 1967’ye gelindiğinde Arap – İsrail savaşı patlak verdi. Kitlesel hareketlerin mesajını algılama sorunu yaşayan ve bir türlü ortak paydalarda buluşamayan iktidar mekanizmalarının küresel oyuna direnebilme şansı zaten olamazdı.
Bugün gelinen noktaya bir milat arıyorsak, şüphe götürmez bir şekilde soğuk savaşın sona ermesini işaret edebiliriz. Sovyetlerin çöküşüyle iki kutuplu küresel güç dengesi yerini tek kutuplu, ABD yörüngeli bir sisteme devretmişti. Ve bugün ABD yörüngeli sistem, nam-ı diğer küresel kapitalizm, içine düştüğü derin krizin darbeleriyle gittikçe sersemleşiyor, etki alanlarını birer birer yitiriyor. Boşluk kabul etmeyen küresel güç mekanizması dengeyi tutturacak küresel ve bölgesel yeni güç odakları arıyor. Bu arayış sürecinin sancıları olarak da kitlesel halk hareketleri ve devrimler patlak veriyor. Yani içinde bulunduğumuz süreç, tarihin doğal seyri… Tunus ve Mısır devrimlerini başlatan ve başarıya ulaştıran, küresel güç mekanizmasının yeni aktör arayışından başka bir şey değil. Tunus ve Mısır yeterli gelmediği için arayış devam ediyor. Dolayısıyla yeni devrimler de gelecek. Ta ki devrimler yoluyla ortaya çıkan bileşke, yeni bir küresel güç odağını çıkarana dek.
Asıl önemli fark, doğması beklenen yeni küresel gücün ABD’nin yaptığı gibi tüm değişim hamlelerini daha cenin halindeyken düşüğe zorlamayacak olması. ABD’nin gücünü çıkar esaslı kullanmasından herkes yıldı, usandı. Beklenen güç odağı, merkeze çıkarı değil, insanı almak zorunda. ABD’ye gelince… Çekirgenin bir fazla sıçrama ihtimaline bel bağlayarak küllerinden tekrar tekrar doğmaya çalışsa da artık bu yama dikiş tutacak gibi görünmüyor. Tek kutuplu bir dünya düzeninin çöküşü kaçınılmaz… Dedik ya!... Zaman ve zemin değişti… Artık ellili yıllarda yaşamıyoruz… Bir de tabii şu tuzak söylem var: ABD çekilirse daha iyisi mi gelecek?... Derin bir nefes alabiliriz, çünkü biliyoruz ki, daha kötüsü asla gelmeyecek. En azından Ortadoğu coğrafyası için bu böyle...
Küresel güç dengesi, zaman ve zemine göre değişik bileşenler talep eder. Dün geçerli olan, bugün olmayabilir. Fakat ABD’nin ısrarla anlamadığı gerçek şu: Tek kutuplu bir dünya, ne dünün ne de bugünün gerçeğidir. Zira dünya, ne denli güçlü olursanız olun, bir başına çözüm üretilemeyecek kadar büyük ve karmaşıktır. Mümkün olmayan bir şeyi, ara formüllerle mümkün kılmaya çalışmak da sadece aptallıktır. Statükoda ısrarcı olmak, zaten karmaşık olan sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirmekten başka işe yaramaz.
ABD, her ne kadar gücünden kaybetse de, İngiltere ve Fransa’nın düştüğü boşluğa en azından kısa vadede düşecek görünmüyor. Her zaman hamle yapmak isteyecektir. Denklemi kurarken bu gerçeğe hazırlıklı olmak gerekir. Şu an şartlar tabii ki ABD’nin lehine sayılmaz. Öyleyse geleceği inşa için bu fırsatı akıllıca değerlendirmek lazımdır.
Değişim iradesi ve değişen denklemler…
Ellili yıllardaki kitlesel halk hareketleriyle günümüz arasındaki diğer farka gelirsek, küresel güç dengesi son yıllarda sürekli Ortadoğu halklarının aleyhine gelişti. Filistin’de intifadaya yol açan İsrail zulmü… Lübnan’da yaşananlar… 11 Eylul olayları… Afganistan ve Irak işgalleri… Tüm bunların hepsi Arap halklarının onurunu zedeledi ve isyan duygularını tetikledi.
Dikkat edilirse tepkinin şekli, ellili yıllarda olduğu gibi doğrudan askeri darbeler formatında olmadı. Tunus ve Mısır örneğinde görüldüğü gibi askerin daha ziyade tarafsız kaldığı bir süreç işledi. Emniyet güçleri meydanlara akan halk tufanı karşısında aciz kalıp yardım isteyene dek asker halkın karşısına direkt olarak çıkmadı. Halkın askere karşı sağduyulu yaklaşımı, zaten gönülsüz bir şekilde meydana inmiş askeri nötralize etmeye yetti.
Yeri gelmişken, ellili yıllardaki askerin konumuyla bugünü karşılaştırmakta yarar var. Eskiden düzenin ve devletin temel koruyucusu olarak Arap ülkelerinde halk ordusuna güvenirdi. İngiliz – Fransız sömürge düzeni ve bağımsızlık sonrası dâhil, bu algıda bir kırılma olmadı. Camp David anlaşmasıyla birlikte gelişen süreç içerisinde, idari mekanizmanın gittikçe daha fazla Amerikanize olması ve İsrail’e karşı takınılan yeni tutum, devlet – halk arasındaki uçurumu derinleştirdi. Bu durum, halkın sempati duyduğu askere karşı rejimin güvensizliğini ve peşinden paratöner bir yapı olarak polis gücünün sürekli güçlendirilmesini getirdi. Yeni süreçle birlikte asker bilerek zayıflatıldı; halktan ve milli ruhtan koparılmasına özel önem verilerek Amerikanize edilmeye çalışıldı.
İşte bu sebepten, Tunus ve Mısır örneğindeki gibi halka mağlup olan emniyet güçlerince en az üç – dört kez yardıma çağrılan asker, kafası zaten karışık olduğundan meydanı dolduran gençlerle birlikte volta atmakla yetindi. Dahası, işler daha da karışınca kendilerine ihtiyaç duyulacağını belirterek çatışma alanlarından uzaklaşmayı talep etti.
Bilinen o ki, birçok Arap ülkesinde asker bugün ana kuvvet hüviyetinde değil. ABD, rejimlerle elele, bir nevi paratöner anti – terör gücü olarak kullanmak üzere askeri yapıyı programlama çabasında. Asker, elinden geldiğince bu duruma direnmeye çalışıyor. Yine de ABD ile ilişkilerin silahlanma, eğitim, ortak manevralar ve iletişim bağlamında en üst düzeyde tutulduğunun altını çizmek lazım. ABD’nin yapmaya çalıştığı deformasyonun, hangi kademelere ne oranda sızdığını tam olarak bilme imkanı yok. Mübarek ve benzeri rejimler, bu konuda oldukça ısrarcı ve inatçı oldukları için teyakkuzda olmak gerekiyor.
Bu arada Mübarek sonrası yönetimi devralan ordunun, ciddi bir sınavdan geçtiğini söylemek mümkün. Bir yanda devrim, diğer yanda eski rejim kalıntıları, Amerika ve İsrail… Görünen o ki, ordu liderliği zamanla siyasi liderliğe dönüşebilir formatta duruyor. Mevcut durum, birden fazla ihtimali içinde barındırıyor. Özellikle anayasa, meclis ve senato gibi en temel yönetim mekanizmalarının devreden çıkarıldığı şu günlerde ordunun sergileyeceği duruş, hem kendisinin hem de Mısır’ın kaderini belirleyecek.
Mısır özelinde iç dengeler göz önüne alınırsa, başarısını ve dinamik yapısını gençliğe borçlu olan halk devriminin hala itibarlı konumunu muhafaza ettiği söylenebilir. Bilhassa cuma günleri haftalık periyotlarla milyonları bir araya getiren gösteriler devam ettiği sürece devrim öncelikli yerini koruyacaktır. Halkın meydanlarda görüntü vermesinden ve karar mekanizmasına dâhil olma çabasından rahatsızlık duyan güçlerin bir şekilde etkisizleştirilmesi, kalleş oyunlarına fırsat verilmemesi gerekiyor.
Halkın dinamik gücü, genel kamuoyu desteği, ABD’nin etkisiz konumu ve mevcut Arap rejimlerinin sallantılı durumu bir arada değerlendirildiğinde devrimlerin başarıya ulaşması için konjonktürel döngünün en uygun vakte denk düştüğünü söylemek mümkün… Gün bugündür…