Abdurrahim ŞEN*
19. yüzyıl dünyası içinde İslam dünyasının da bulunduğu geniş coğrafyada batı aydınlanmacılığı temelinde yeniden bir şekillenme yaşadı. İslam’ın varlık alanından çekilmesi ile birlikte Müslümanların yaşadığı coğrafyalar siyaseten, iktisaden, toplumsal ve kültürel anlamda batılı paradigmaya eklemlendi.
Zaten doğuşu ile birlikte iki büyük dünya savaşı ve bölgesel savaşlarda 200 milyonu aşkın insanın ölümüne sebep olan batılı uygarlık 19. yüzyılın ilk çeyreğinden son çeyreğine kadar insanlığın yoğunlukla yaşadığı eski dünyayı soğuk savaşın içine sürükledi. Soğuk savaşın iki büyük oyuncusu ABD ve SSCB kaynakların transferi, güç tedariki ve stratejik üstünlük yarışında hassaten islam coğrafyasını potansiyel arka bahçe olarak gördü.
Tam yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimi içinde bu toprakların zenginliklerini yerlilerini açlık ve sefalete mahkum ederek sömürdüler. Dünyayı 1, 2 ve 3. dünya ülkeleri olarak piramitsel bir hiyerarşiye böldüler. Piramidin başında gelişmiş 1. dünya ülkeleri vardı. aşağıda ise onları ayakta tutan 1. ve 2. dünya devletleri, diğer bir değişle eski tabirle geri kalmış yeni daha naif tabirle gelişmekte olan ülkeler! Meşhur “Medeniyetler Çatışması” adlı tezinde Samuel Huntington açıkça şöyle söylemektedir: “BM Güvenlik Konseyi veya IMF’nin aldığı batının menfaatlerini yansıtan kararlar, dünya topluluğunun arzularını yansıtıyormuşçasına takdim edilir. Batı IMF ve diğer milletler arası kuruluşlar sayesinde kendi iktisadi menfaatlerini terviç ediyor ve uygun olanını kendisinin düşündüğü ekonomik politikaları diğer milletlere zorla kabul ettiriyor” (Medeniyetler Çatışması. s. 39. Vadi Yayınları)
Batılı sömürgeci ülkeler kendilerini sürekli olarak piramidin tepesinde tutmak ve bu hiyerarşiyi kalıcı kılmak için kültürlerini bu ülkelere transfer ederek dünyanın geri kalanını kendi kültür ve ideolojilerinin çekiciliğine mahkum ettiler ve illizyonist bir maharetle öteki dünyayı uyuşturdular. Böylece bizim içimizden ideolojilerinin büyüsüne kapılmış insanlar devşirdiler. Bu insanlar kah doğu bloğu ideolojisi sosyalist paradigmadan kah batı bloğu ideolojisi olan kapitalist veya neo liberal paradigmadan beslenerek ülkelerini gelişmiş ülkelerin konumlarını güçlendirecek politikalarla yönettiler. Yani kapitalist paradigmanın büyüsüyle aldananlar kendi halklarını aldatır noktasına geldi.
Peki, bu onları kurtardı mı? İşte son olarak Tunus’ta ve Mısır’da yaşananlar. Artık islam dünyasında halkların bu politikaları tümüyle reddettiğinin resmidir. Bir Rus siyaset bilimci şunu söylüyor. “Batı artık İslam dünyasına hiçbir şey veremez. Çünkü batı, refah devleti, hukukun üstünlüğü, demokrasi, her on yılda bir projelendirilen kalkınma planları ve vaatleri… bunların hiçbirini gerçekleştirmediği gibi İslam dünyası insanlık tarihi boyunca hiçbir toplumun başına gelmedik aşağılanma, sömürü ve savaşlara tanık oldu. Bundan dolayı batı yeni bir Rönesans icat etse bile dünya halkları gözünde güvenini yitirdiği için İslam dünyasına hiçbir şey veremez. Bundan dolayı “Fundemantalizm” kaçınılmazdır. Bundan dolayı İslam gelecek. Bizim yapabileceğimiz tek şey gerçeği gelmeden onun sahtesini üretmek!” Wikileas belgeleri sızdığında bir Amerikan televizyonuna mülakat veren Obama’nın baş danışmanı Brzezinski şu çarpıcı tespiti yapmıştır. “Dünya halkları bugüne kadar görülmedik ölçüde siyasetle ilgililer!”
Evet, Tunus ve Mısır’da yaşanan halk ayaklanmaları ve bunların diğer Arap ve orta Asya ülkelerindeki diktatör rejimler üzerinde domino etkisi yaratacağı kaygısı artık tarihi bir dönemin eşiğine geldiğimizi göstermektedir.
Artık bu gün Amerika ve Avrupa’daki soğuk savaş artığı ne kadar think tank, düşünce kuruluşu ve stratejik araştırma merkezi varsa bünyesinde çalışan binlerce uzman, stratejist ve siyaset bilimci ile birlikte bütün soğuk savaş döneminden kalma deneyim ve birikimlerini İslam dünyasından gelebilecek tehdidi savmak üzere seferber etmiş durumdalar. Gece gündüz tilki gibi bir gözleri açık Müslüman coğrafyasını izlemekte ve hemen hemen yayınladıkları raporlar bu bölgelerle ilgili kaygı, korku ve alınması gereken önlemleri içermektedir.
Ben tihink tanklerin gayretlerini firavunun rüyasını, israiloğullarından bir çocuk dünyaya gelecek ve senin tahtını başına geçirecek şeklinde yorumlayan saray büyücülerinin durumuna benzetiyorum. Onlar rüyayı böyle yorumlayınca firavun derhal doğacak bütün çocukların muhafızların gözetiminde doğması, erkekse öldürülmelerini emretmişti. Rabbimiz şöyle anlatıyor: “O ülkede Firavun kendini büyüklük duygusuna kaptırmış ve ülke halkını kastlara, sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki,) onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor (ve bunun için de) erkek çocuklarını öldürüyor, (yalnız) kadınlarını sağ bırakıyordu: çünkü o, gerçekten de, (yeryüzünde) bozgunculuk çıkarmak isteyen kimselerdendi.” Ancak firavunun akıbetini, acı sonunu birçok erkek çocuğu öldürerek değiştirebildi mi? iktidarını sürekli kılmak için yaptığı zulüm ve işlediği cinayetler bir yarar sağladı mı? Heyhat ne çare! Bakın Rabbimiz ne buyuruyor:
“ Fakat Biz istiyorduk ki, yeryüzünde hor ve güçsüz görülen kimselerden yana çıkalım, onların dinde öncüler olmasını sağlayalım, onları (Firavun'un iktidarına) varis kılalım. Ve (istiyoruz ki) onları yeryüzünde 'iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım', Firavun'a, Hâmân'a ve askerlerine, onlardan sakınmakta oldukları şeyi gösterelim. (Kasas: 28/4-6)
İşte ilahi kader hep böyle tecelli eder. Bugün de tarih yeniden tekerrür ediyor. Bir ümmet tarihini yeniden yazıyor. Bütün bunlar İslam dünyasının, uyuyan devin uzun süren uykusundan uyanmakta olduğuna, yeni bir tarih yazılmaya başladığına, bugünden sonra ümitsizlik ve karamsarlığa yer olmadığına işaret ediyor. Ümmetin parlak geleceğinin, yeniden medeniyetini inşa etmesinin ve yeryüzünde bir varlık alanı bulmasının hayal ve ütopyadan ibaret olmadığını gösteriyor.
Artık bu ümmet kendisine ümitsizlik pompalayan, kendisini koyu bir teslimiyetçiliğe mahkum edenleri dinlemeyecek. Kıyametin yaklaştığını, mehdi beklemek gerektiğini telkin eden yada tarihin sonun geldiği, insanlığın kıyamete kadar kalan ömrünü kapitalist ideolojinin ekseninde tamamlayacağına ilişkin tezlerin hiçbirine itibar etmeyecek. Zira bu ayaklanmalar aynı zamanda islam ümmetinin geniş halk kitlelerinin kendisini yönetenlerden ve kendisine akıl veren kanaat önderlerinden daha aydın ve meselelerine daha çok duyarlı olduğunu göstermektedir.
Evet, peygamberine hakaret eden karikatürler çizildiğinde işte bu Müslüman halklar sokaklara dökülmüştür…
Gazze vurulduğunda yine İslam dünyasının her yerinde meydanları bu Müslüman kalabalıklar doldurmuştur…
Pakistan’da yada herhangi bir Müslüman coğrafyada bir afet bir insanlık dramı bir haksızlık söz konusu olduğunda artık ümmet ses vermekte adeta “ben varım” demektedir. O halde İslam ümmeti artık tarih sahnesine yeniden çıkmaktadır. Ümmet uyandıkça, meselesine sahip çıktıkça ve hayatının dizginlerini eline aldıkça yarasalar kendilerine kaçmak için yer arayacaklardır. Tıpkı Tunus diktatörü Zeynel Abidin b. Ali ve Mısır firavunu Na Hüsnü Mubarek’in yaptığı gibi. “Zalimler nasıl bir inkılap ile devrileceklerini vakti zamanı geldiğinde görecekler” (Şuara: 26/227)
Hz. Ömer (r.a.)’ın yaşadığı ve içinden geçtiğimiz durumu tasvir ettiğini düşündüğüm için burada paylaşmak isterim. Hz. Ömer (r.a.) “Yakında o toplum bozguna uğratılacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır.” (Kamer: 54/45) mealindeki ayet indiğinde bu ayetin mefhumunu, ne anlatmak istediğini anlayamamış. Ancak ne zaman ki Bedir savaşında Allah rasulü (s.a.v.) zırhını giydi ve savaş meydanına atıldı işte o zaman bu ayetin ifade etmek istediği manayı anladım” der. Evet, ayeti kerime Mekke’de tabiri caizse yerin demir göğün bakır olduğu, Müslümanların nefes alamadığı, Allah diyenin tepesine bütün toplumun binmeye çalıştığı, her gün aşağılanma ve eziyetlerle karşı karşıya kalan yani zayıf ve güçsüz olan Müslümanlardı. Peki bu durumda “müşrikler nasıl bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar” dı. Bu ayetin indiği ortam ve koşullar içinde anlaşılması gerçekten güçtü. Ancak ne zaman Bedir savaşında Hz. Ömer (r.a.) o kendilerine nefes aldırmayan müşriklerin topukları ile arkalarını dövercesine, tozu dumana katarak kaçtıklarını gördü işte o zaman bu ayetin mefhumunu anlamıştır.
İşte bizler de benzeri bir tarihi dönemeci yaşıyoruz. Sömürgenin yerli uşakları bir bir devriliyor. Otuz yıllık diktatörlükler yıkılıyor. Tabiî ki eski diktatörlerin yerini yeni daha ılımlı/liberal rejimlerin almayacağından emin değiliz. Kanaatime göre BOP kapsamında Ortadoğu’da “diktatörlüklerden demokrasilere kontrollü geçiş” şeklinde dillendirilen yeni bir doktrin hayata geçirilmektedir. Bununla ilgili değerlendirmelerimizi daha ileride bağımsız bir başlık altında paylaşmak umuduyla vesselam…
* İlahiyatçı-Yazar