Oliver Roy: Bu bir İslami devrim değildir!
İslami dünyası konusunda uzman Fransız yazar Oliver Roy, Mısır ve Tunus'tan sonra Arap dünyasını kuşatan devrimleri değerlendirdi. Roy, 'Bu bir İslami devrim değildir!' dedi. İşte, Roy'un makalesi...
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-02-17 12:58:22
Oliver Roy* / TİMETURK
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk ayaklanmaları, Avrupa’da otuz yıldan daha eski 1979 İran İslam Devrimi modeli kullanılarak yorumlandı. Yorumcular, hareketin başında ya da gücü elde etmek için pusuda bekleyen İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) ya da onların yerel denklikleri gibi İslami grupları görmeyi bekliyorlardı. İhvan’ın sağduyusu şaşırttı ve huzurlarını kaçırdı. İslamcılar nereye gitmişlerdi?
Ayaklanmalara katılanlara bakarsanız burada söz konusu olanın post-İslamcı bir nesil olduğu açıkça görülür. Onlara göre, 1970 ve 1980’lerin büyük devrimleri mazide kalan atalarının işleridir. Bu genç neslin üyeleri ideolojiyle ilgilenmez; sloganları çıkarcı ve somuttur. “İrhal!” ya da “Hemen defol!” derler. 1980’lerde Cezayir’deki seleflerinin aksine, İslam’ın bir albenisi de yok. Daha da ötesi yozlaşmış diktatörlüğü yadsıyıp demokrasi çağrısı yapıyorlar. Bu, göstericiler laik demek değil fakat laik siyasi alanda hareket ediyorlar. İslam’ı daha iyi bir dünya yaratmaya yetkin bir ideoloji olarak da görmüyorlar.
Aynısı diğer ideolojiler için de doğru. Milliyetçiliğin savunuculuğunu yapmadan milliyetçiler (Sallanan bayraklara bakın). Komplo teorilerinin terk edilişi de özellikle dikkat çekici. Artık Arap dünyasındaki tüm sefilliğin nedeni Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail- ya da Tunus olayında Fransa- görülmüyor. Pan-Arabizm sloganları da geniş ölçüde yok. Hatta Mısırlıları ve Yemenlileri caddelere Tunus’taki olayların ardından getiren taklitçi etki ise bu “Arap Dünyası”nın siyasi bir gerçeklik olduğunu gösteriyor.
Bu nesil hiç şüphesiz çoğulcu, çünkü aynı zamanda bireyci. Sosyolojik çalışmalar, önceki nesillerden daha iyi eğitimli, daha bilgili olduklarını ve siyasi partilerin (her halükarda yasaklı) aracılığı olmadan bireylerin birbirleriyle bağlanmasını sağlayan modern iletişim yollarına erişebildiklerini gösteriyor. Bu genç insanlar, İslamcı rejimlerin diktatörlüğe dönüştüğünü de biliyor. Ne İran’ın ne de Suudi Arabistan’ın onlar için bir cazibesi yok. Gerçekten de, Mısır’da gösteri yapanlar 2009’da Mahmud Ahmedinecat’a karşı caddelere dökülenlerle aynı türden insanlar. (Propaganda nedenlerinden ötürü, Tahran’daki rejim Mısır’daki muhalif harekete desteğini açıkladı, yine de bu Hüsnü Mübarek’le hesaplaşmadan biraz daha fazlası) Birçokları inançlı kişiler, fakat inançlarını siyasi taleplerinden ayrı tutuyor. Bu bağlamda, hareket “laik”tir. Dini yaşantı ise bireyselleşmiştir.
Her şeyin üzerinde, insanlar haysiyet ve 1990’ların sonlarında Cezayir’de ortaya çıkan düstur kelime “saygı” için gösteri ya-pı-yor. Sahip çıktıkları değerler evrensel. Fakat istenen “demokrasi” yabancı değil ve Bush yönetiminin 2003’te Irak’ta önayak olduğu deneme ile fark var. O işe yaramadı çünkü siyasi meşruluktan yoksundu ve askeri müdahaleye dairdi. Paradoksal olarak bugün, yerli ve tam meşru demokrasi talebinin ifade edilmesine izin veren Obama yönetiminin çıkarcılığıyla birlikte, bu Ortadoğu’da ABD etkisinin solmasıdır.
Buna rağmen, ayaklanma devrim değildir. Yeni halk hareketin liderleri yok, yapısı yok ve eski diktatörlüklerde demokrasinin yerleşmesi görevini üstlenecek siyasi partileri de yok. Washington’un Irak’ta bir zamanlar umduğu gibi, eski rejimlerin yıkılmasının kendiliğinden yerlerine liberal demokrasilerin kurulmasına neden olması da pek muhtemel değil.
İslam’ı toplumun tüm sorunlarını çözmeye yetkin bir siyasi ideoloji olarak gören İslamcılara ne oldu? Kaybolmadılar ancak değiştiler. En radikaller uluslararası cihada katılmaya gitti; Mağrip’te, Pakistan’da ya da Londra’nın dış mahallelerinde el-Kaide ile birlikte. Ne sosyal ne de siyasi tabanları var. Gerçekten de Küresel Cihad sosyal hareketlerden ve ulusal mücadelelerden soyutlandı. El-Kaide kendisini batılı baskıya karşı savaşında küresel Müslüman “ümmetinin” ileri öncü kuvveti olarak göstermeye çalışıyor ancak başarısız. “Eylemin propagandası” mantığında sıkıştı kaldı ve asla Müslüman toplumlar içerisinde siyasi yapılar kurma zahmetine girmedi.
Çünkü el-Kaide edimlerini batıda yoğunlaştırmaya yöneliyor ya da herhangi bir yerde sözüm ona batılı hedefleri amaçlıyor, gerçekte etkisi sıfıra yakın.
Bu nedenle, siyasi radikalizmi son otuz yıldır Arap dünyasında meydana gelen yeniden-İslamlaşmaya bağlamak bir yanılgıdır. Eğer Arap toplumları otuz ya da kırk yıl öncesinde daha fazla İslamcı olsalardı, gösterilerdeki İslami sloganların yokluğunu ne açıklayacak? İslamlaşmanın paradoksu İslami aşırı derece de-politize etmesidir. Sosyal ve kültürel yeniden İslamlaşma- başörtüsü ya da peçe takılması, cami sayısının artması, imamların ve Müslüman televizyon kanallarının artması- militan İslamcıların müdahalesi olmadan meydana geldi ve aslında üzerinde kimsenin tekeli sevmediği “dini bir pazar" açtı. Özetle İslamcılar, 1980’lerde kamusal alanda dini özgürlük üzerindeki sıkı hâkimiyetlerini kaybetti.
Arap dünyasındaki, Tunus hariç, diktatörlükler, aşırı göz önünde ancak özellikle siyasi olmayan muhafazakâr İslam’ı desteklemiştir. Toplumun ahlakını kontrol etmeye kafaya takmışlardır. (Örneğin başörtüsü sıradanlaşmıştır) Bu, bireylerin yeniden İslamlaşmasını sosyal hareketlere tercih eden “Selefi” hareketle bağdaşır. Batı’da büyük, yeşil yeniden-İslamlaşma olarak görülen şey aslında İslam’ın sıradanlaştırılmasıdır. Fast-food’dan kadın modasına kadar her şey İslami olmuştur. Bununla birlikte dindarlığın şekilleri ve yapıları, bireyselleşmiştir. Şimdilerde kişi kendi inancını kurmaktadır. İslami devlet ütopyasına ilgisini tümden kaybederek Mısırlı Amr Halid gibi kendini-gerçekleştirmeden söz eden önderler aramaktadır. Selefiler, dini değerlerin korunmasına yoğunlaşır ve hiçbir siyasi programları yoktur. Daha da ötesi bugüne kadar düşüşte olduğu varsayılan Sufizm gibi dini akımlar bir kez daha serpilmektedir. Bu büyüyen inanç çeşitliliği İslam sınırlarının ötesine de geçmektedir. Hıristiyanlığa dönüş dalgalarının olduğu Cezayir ve İran örnekleri gibi.
Aynı zamanda bu diktatörlükleri, dini fanatikliğe karşı laikliği savunanlar olarak görmek de hatalıdır. Tunus dışında, Arap dünyasındaki otoriter rejimler toplumu laikleştirmedi; aksine, siyasi erkin doğasını tartışmadan şeriat kanununun dayatmasını içeren yeniden-İslamlaşmanın neo-radikal formuna intibak sağladı. Her yerde, katı muhafazakâr teolojiye dayanan resmi Müslüman kurumlar, devlet tarafından atandı. Bu o kadar etkili oldu ki Kahire’deki el-Ezher Üniversitesi’nde eğitilen geleneksel din görevlilerinin günün temel sosyal ve siyasi sorunları hakkında söyleyecek bir şeyleri kalmadı. Daha açık bir dünyada inançlarını yaşamak için yollar arayan genç nesle önerecek bir şeyleri yoktu.
Bu gelişmeler İslamcı siyasi hareketleri de etkiledi. Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in ve Tunus’taki en-Nahda “Rönesans Parti”nin örneklerinde olduğu gibi. Müslüman Kardeşler, yenilgide (her yerde ona üleştirilen baskı) başarı (İran İslam Devrimi) gibi görünse de sıkıntılı olaylara karşılık değişti. Yeni nesil militanlar bundan ders çıkardı, tıpkı en-Nahda’nın kurucusu eski kurt Raşid Gannuşi gibi. Bir devrimin ardından gücü ele almaya çalışmanın iç savaş ya da diktatörlüğü getirdiğini anladılar. Ve baskıya karşı mücadelelerinde, diğer siyasi güçler ve oluşumlarla ilişkiye geçtiler. Kendi toplumları gayet iyi bildiklerinden, ideolojinin ne kadar az bir yer tuttuğunun farkındalar. Aynı zamanda Türkiye’den dersler çıkardılar: Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin demokrasiyle uzlaşması; seçim zaferleri; ekonomik gelişme; İslami değilse dahi en azından “özgün” değerlerin tesisi ile ulusal bağımsızlık.
Her şey bir kenara, Müslüman Kardeşler artık alternatif ekonomik ve sosyal bir modelin savunuculuğunu yapmıyor. Kardeşlik, ahlaki olarak muhafazakâr ve ekonomik olarak liberal hale geldi. Bu, hiç şüphesiz, görünüşlerindeki en vurucu değişim. Çünkü 1980’lerde İslamcılar, ezilen sınıfların çıkarlarını koruyacaklarını öne sürüyorlardı. Ekonominin devlete ait olmasını ve zenginliğin yeniden dağıtılmasını istiyorlardı. Bugün, Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Mübarek’in toprak sahiplerine fiyatları yükseltme ve kiracı çiftçileri kovma hakkını geri veren tarımsal karşı-reformlarını onaylıyor. Özellikle sendika militanlığı noktasında “sol”un dirildiği Nil Deltası’ndaki aktif sosyal hareketlerde İslamcılar olmadığı için eksiksiz bir dönüşüm vardır.
Buna rağmen, İslamcıların burjuvalaşması aynı zamanda demokrasi için bir kazanım. Çünkü onları uyum sağlamaya, taviz vermeye ve diğer siyasi güçlerle ittifaklara itiyor. Bu nedenle İslamcılığa karşı en etkin siperin diktatörlük mü olduğu sorusu mevzubahis bile değil. İslamcılar, demokratik oyunda oyuncular haline geldi. Doğal olarak, toplum ahlakı üzerinde kontrol sağlamaya çalışacaklar. Fakat İran’daki baskıcı düzenden ya da Suudi modeldeki dini polisten yoksun oldukları için, milletvekili seçme hakkı ile yetinmeyecek özgürlük talebini de dikkate almak zorunda kalacaklar. Özetle, İslamcılar ya kendilerini modernitede İslam’ın yerini yeniden düşünme iddiası süreci terk ederek konvansiyonel Selefi gelenekle özdeşleştirecek ya da din ve siyaset ilişkisini anlayışlarını yeniden düşünmek için çaba gösterecek.
Mısır’da, Müslüman Kardeşler, devrim geniş ölçüde apolitik kaldığı sürece, gelecek değişimlerde merkezi bir rol oynayacak. Şu an hâlâ protesto siyaseti iş başında. Yeni bir rejim türünün şafağı değil bu. Daha da ötesi, Arap toplumları bir şekilde muhafazakâr kalacak. Ekonomik liberalleşme sürecinin arkasından gelişen orta sınıflar siyasi istikrar isteyecek. Her şeyin üzerinde, diktatörlüğün yağmacı doğasına karşı protesto ediyorlar. Burada Tunus ve Mısır arasında bir karşılaştırma aydınlatıcı. Tunus’ta, Ben Ali ailesi sadece gücü değil aynı zamanda serveti de paylaşmayı reddederek tüm potansiyel müttefiklerini zayıflattı. Patron sınıfı iktidar ailesi tarafından dolandırıldı. Ordu siyasi ve mali olarak marjinalleştirildi. Tunus ordusu fakirdi. Bu nedenle daha büyük bir bütçe verecek demokratik rejimin gelişinde kurumsal çıkar gördü.
Buna karşılık Mısır’da rejimin çok daha geniş bir sosyal tabanı vardı ve ordu sadece siyasi gücü paylaşmanın yanında tüm kazanımlarıyla birlikte ekonominin yönetimiyle de ilgiliydi. Bu bağlamda, Arap dünyasında özgün bir yeri vardır. Bölge boyunca demokratik hareketler, derin kökleri bulunan himayecilik/kayırmacılıkla karşılaşıyordu. Demokrasi talebi, ordu, kabileler ve siyasi elit içerisindeki sadakat ve aidiyetin girift tertiplerinin üstesinden gelebilecek mi? Rejimler ne ölçüde eski sadakatleri sömürebilecek? Ürdün’deki Bedeviler ya da Yemen’deki kabileler gibi. Aksine, böylesi gruplar demokratik değişim hareketinde aktörler haline gelebilir mi? Ve din bu yeni duruma nasıl uyum sağlayacak?
Değişim süreci hiç şüphesiz uzun ve kaotik olacak fakat Arap Müslüman istisnacılık çağının bittiği kesin. Yakın zamandaki olaylar, Arap toplumları içersinde epey bir zamandır ilerleyen fakat bu zamana kadar Orta Doğu’ya karşı batılı yaklaşımın saptırıcı görüşü nedeniyle engellenmiş derin dönüşümlere işaret ediyor. Mısır ve Tunus’taki kasılmalar bu ülkelerdeki insanların kendi tarihlerinden dersler çıkarttıklarını gösteriyor. İslam’la işimiz bitmedi, bu kesin, ne de liberal demokrasi “tarihin sonu”. Fakat en azından bugün artık kendi kendini kuşatmayan- ki hiç olduysa- bir “Arap-Müslüman” kültürü karşısında İslam’ı düşünmeyi öğrenmeliyiz.
* “Kutsal Cehalet: Din ve Kültür Yolları Ayırdığında” adlı kitabın yazarı Oliver Roy, Florence Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde sosyal ve siyasi teori profesörüdür.
Bu makale Oğuz Eser tarafından timeturk.com için tercüme edilmiştir.
SON VİDEO HABER
Haber Ara