Bir yanda, maktul başbakanın oğlu Saad Hariri liderliğindeki 14 Mart kuvvetleri, Lübnan devletinin egemenliğini yeniden tesis etmeye, milislerin silahlarını ulusal orduya kazandırmaya ve Suriye'yle İran'ın ülkenin iç işlerine müdahale edilmesini engellemeye çalıştı. Diğer taraftaysa Hizbullah liderliğindeki 8 Mart kuvvetleri Lübnan devletinin kontrolünü demokratik olmayan yöntemlerle ele geçirme, askeri kabiliyetlerini artırma ve Suriye'yle İran'ın ülke üzerindeki stratejik rolünü güçlendirme girişimlerinde bulundu.
Mevcut kriz, 2005 yılından beri Lübnan siyasetine darbe vuran kargaşayla yakından ilintili. Suriye'nin ülkedeki 30 senelik askerî varlığına son vermeyi başaran "Sedir Devrimi"nden bu yana Lübnan halkını bölen dört stratejik mesele var.
Bunlardan ilki ve en önemlisi, Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi. Refik Hariri'nin 2005'in Şubat ayında öldürülmesi, ülkenin 1943 yılında bağımsızlığını kazanmasından bu yana bir siyasi figürü hedef alan 208'inci suikast girişimiydi. Bu isimlerin arasında cumhurbaşkanları, başbakanlar, gazeteciler, parlamento üyeleri, din adamları ve siyasi militanlar vardı. Hariri'nin katledilmesinin ardından bir milyon Lübnanlı sokaklara dökülerek suçluları adaletin önüne getirmek üzere uluslararası bir mahkemenin kurulmasını talep etti. Kanımızca, böylesi bir mahkemenin yokluğunda şiddet döngüsünün sonu asla gelmezdi. Ancak Hizbullah ve müttefikleri, Lübnan hükümetinin, baştan beri savaş açtıkları mahkemeyle işbirliğini kesmesini istiyorlar. Onlara göre böyle bir tavır, mahkemenin, yakında açıklanması gereken kararlarının inandırıcılığı ve meşruiyetini gölgeleyecektir. Bilhassa basında çıkan haberlerin mahkemenin, Hariri suikastını planlayıp hayata geçirdiğinden şüphelenilenlerin arasında Hizbullah mensuplarının isimlerine de yer vereceğini yazmasının ardından bu mesele, iyice ihtilaflı bir hal aldı. Mahkemenin siyasileştiği ve "büyük güçlerin komplosuyla" politize olduğunu iddia eden Hizbullah, Lübnan'da siyasi suikastların sonlanması için bir alternatif sunuyor değil. 2005 yılından bu yana suikasta kurban giden isimlerin tamamının Hariri liderliğindeki ittifaka mensup olması, tesadüf olmasa gerek.
Ülkeyi bölen ikinci mesele, başlangıçta İsrail'in saldırılarına cevap vermek ve ülkenin güneyini kurtarmak üzere tasarlanan ama Suriye'nin çekilmesinin ardından bir siyasal baskı aracı haline gelen ve Hizbullah'ın, her fırsatta siyasi iradesini Lübnan halkına dayatmak için başvurduğu askerî teçhizatı. Bu, siyasal sistemimizin demokratik yapısını çok ciddi şekilde baltalıyor ve Lübnan halkının güvenliğini tehlikeye atıyor. 2008 yılında hükümetin, kendi önceliklerine uygun olmayan kararlar almasının ardından Hizbullah'ın, başkent Beyrut'u ele geçirmek üzere giriştiği askerî darbe, yüzden fazla kişinin ölmesine sebep oldu ve Saad Hariri'yi, neredeyse bir siyasi teslim anlamına gelen Doha anlaşmasına zorladı.
Üçüncü ihtilaflı mesele, bağımsızlığından bu yana Lübnan'ın istikrarını ve egemenliğini sarsan tarihi bir mesele olan, Suriye'yle Lübnan arasındaki karşılıklı ilişkiler. Suriye rejimi, Lübnan siyasetine tam 25 yıl boyunca, 2005 yılında askerlerini çekene dek hâkim oldu. 2005 ile 2009 arasında Suriye, Lübnan'daki hasımlarına suikastlar gerçekleştirmekle suçlandı ve bu, iki ülke arasında ciddi bir krize sebep oldu. Suriye, Lübnan'la sınırını tanımlamaya, Lübnanlı siyasi mahkûmları serbest bırakmaya, ülkenin iç işlerine her Allah'ın günü karışmaktan vazgeçmeye ve Lübnan'daki Suriye yanlısı Filistin kamplarını silahsızlandırmaya katkı sağlamaya hâlen yanaşmıyor ki; bunların hepsi de Lübnan'ı egemen ve bağımsız bir komşu devlet olarak tanımak konusundaki isteksizliğine işaret ediyor.
Yine de 2010 yılında Saad Hariri, geçmişi bir tarafa bırakarak, iki ülke arasında Suudi himayesinde tarihi bir barışma gerçekleşmesi için Cumhurbaşkanı Esed'i ziyaret etmeye karar vererek son derece samimi bir girişimde bulundu. Suriye yönetiminin barışmanın değil, Lübnan'ın iç işlerindeki nüfuzunu yeniden tesis etmenin peşinde olması nedeniyle bu girişim başarıya ulaşmadı.
Dördüncü açmazsa, Lübnanlıların, 1990 yılında iç savaşı sonlandırmak üzere benimsediği ve şu anda ülkenin resmi anayasası olan Taef anlaşması etrafında dönen kavga. Anlaşmaya göre siyasi kararların çoğu, bir Sünni Müslüman'ın başında bulunduğu bakanlar kurulunda alınıyor. Bu, Hıristiyan cumhurbaşkanının neredeyse diktatörce güçlerle donandığı Taef öncesi durumdan çok farklı. Ama aynı zamanda, Lübnanlı Hıristiyanların nüfusundaki düşüşe rağmen, meclisteki sandalyeleri Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında eşit şekilde paylaştırıyor.
Bugün, iktidarı on sekiz farklı Lübnan cemaati arasında son derece hassas bir şekilde paylaştıran bir formülü öngören Taef anlaşması, artık hükümsüz olduğu gerekçesiyle iki grubun hedefinde: Hizbullah ve Şii cemaati içindeki müttefikleri, anlaşmanın imzalandığı tarihtekinden çok daha kalabalık ve güçlü oldukları iddiasında. Her ne kadar Lübnan'ın geri kalanı açısından, askerî kudreti nedeniyle Hizbullah'ın, Lübnan devletinde, ulusal dengenin yitirilmesi pahasına daha fazla söz sahibi olması tahayyül bile edilemezken, Şiilerin, demografik olarak diğer cemaatleri geçtiği de şüpheli. Ama Hizbullah her zaman hükümette veto yetkisinin, meclisteki sandalyelerin üçte birinin ve hatta birçoklarının dile getirdiği gibi, Şii bir cumhurbaşkanı yardımcısının peşinde oldu.
Öte yandan, bazı Hıristiyan siyasi gruplar da, cumhurbaşkanının anayasal yetkileri bakımından Taef öncesi duruma geri dönülmesini talep ediyor. Bu, iç savaş öncesindeki itirazların yeniden gündeme gelmesi tehdidini taşıyan popülist bir talep. Lübnan aynı zamanda, 2003 yılından bu yana Amerikan siyasetinin Ortadoğu konusundaki istikrarsızlıklarından da muzdarip. Irak'ın işgali, bölgesel dengenin İran'ın lehine değişmesi sonucunu doğurdu. İran, Irak'ın, Bağdat'tan yönetilen merkezi bir devlet olarak ortadan kalkmasından faydalandı. Aslında Irak'ın çökmesi, üç ülkenin; İran, İsrail ve Türkiye'nin bir şekilde doldurmayı başardığı bir bölgesel boşluk yarattı. Bu şartlarda, İsrail, bilhassa işgalden muzdarip Filistinlilere karşı saldırgan devlet rolünü oynamaya devam ederken, İran da temel araç olarak mezhep ayrılıklarını kullanmak suretiyle Arap toplumlarının içine sızmaya çalışıyor. Türkiye ise Arap dünyasında açılımı savunan ılımlı bir devlet rolünü oynuyor ama maalesef bir taraftan da Lübnan'a karşı adaletsiz olan ve tek amacı bu küçük ülkede istikrarsızlık yaratmak olan Suriye'nin politikalarını da destekliyor. Bunlar, Lübnan'ın egemenliğini, bağımsızlığını ve en önemlisi de istikrarını sürekli tehdit eden dört faktör. Ve de ciddi şekilde ele alınmamaları durumunda Lübnan, asla demokratik ve müreffeh bir devlet haline gelemeyecek. Bugün, Hizbullah ve müttefikleri, eski muhalifleri müttefik haline getirip Lübnan'ın bir sonraki başbakanı olarak Necip Mikati'yi belirleme başarısını gösterirken sadece askerî güçlerine değil, aynı zamanda siyasi ustalığa da başvurdu. Bu durum yukarıda sayılan dört meseleyle de doğrudan ilintili: Mikati, Suriye'nin Lübnan'daki nüfuzunun en önemli sembollerinden biri; Hizbullah bu sonuca varmak üzere silahlarına başvurdu; bir sonraki hükümetin Lübnan Uluslararası Özel Mahkemesi'ne muhalefet etmesi bekleniyor ve Taef anlaşması bir kez daha delinmiş oldu. Mikati'nin, parlamentodaki Müslüman Sünni vekillerin sadece yüzde 15'inin desteğini almasına rağmen yeni hükümeti oluşturmak üzere görevlendirildiğini eklemekte de fayda var.
Çözüm için...
Uygulanabilir tek çıkış planı, Lübnan'daki tüm mezheplerin üzerinde anlaşabildiği tek anayasal metin olan Taef anlaşmasının hayata geçirilmesi ve ardından da anayasada belirlenen idari bölünmelere uygun genel seçimler yapılmasına dayanıyor. Bundan sonra, yeni seçilen parlamento, değişikliği talep eden hangi mezhep olursa olsun, anayasa üzerindeki kavgalı meseleleri tartışmalı.
Lübnan'ın çıkmazdan kurtulmasının tek yolu, bu dört meseleye eğilecek olan ciddi ve yoğun bir ulusal diyaloğu başlatmak için gayret etmek. Bu gayret, Türkiye başta olmak üzere Lübnan'ın bölgedeki dostları ve başat Arap devletleri tarafından desteklenmeli. Türkiye, sadece İran'ın Lübnan ve bölgenin kalanındaki yıkıcı nüfuzuna karşı çok önemli bir denge oluşturması sebebiyle değil; aynı zamanda uluslararası camianın sorumlu bir organı olarak gördüğü uluslararası mahkemeyi desteklediği, Lübnan'daki tüm hiziplerin güvenine sahip olduğu ve bölgedeki tatsızlıkları herkesten daha iyi biliyor olduğu için de Lübnan'ın istikrarının korunmasını sağlayacak olan rolü oynayabilecek istisnai bir mevkide. Lübnan'ın adalete, siyasal cinayetlerin sonlanmasına, Suriye'yle olumlu ilişkilere, Hizbullah'ın silahları ve bu silahların Lübnan'ın egemenliği ve istikrarına oluşturduğu tehditlere dair bir anlaşmaya ve demokratik düzenimizin nasıl idare edileceğine dair bir mutabakata ihtiyacı var. Çok uzun zamandır ulaşılmak istenen bu hedefleri desteklemek konusunda lider bir rol üstlendiği takdirde Türkiye, sadece kendi değerlerine sahip çıkmakla kalmayacak, aynı zamanda istikrarlı ve müreffeh bir Ortadoğu vizyonunun hayata geçirilebilirliğini de sağlama almış olacak.
Zaman