Süleyman Kurt*
Son günlerde Mısır’da yaşananları dikkatle incelediğimizde iki farklı okuma yapmanın mümkün olduğu görülmektedir. Bunlardan biri hemen bir çoğumuzun gözlemlediği, reel politik ve rasyonel argümanlar açısından değerlendirilen, kısa ve orta vadede on yıllardır halkına zulmeden diktatör yönetim ya da yönetimlerin tek tek devriliyor yada hızla ve beklenmedik değişikliklere gidiyor olması ile birlikte daha müreffeh bir yaşamın orta doğuyu bekliyor olması ihtimalidir. Bir diğer olasılık ise aslında bu değişimlerin ve söz konusu ayaklanmaların hiç de görüldüğü gibi salt halk ayaklanmaları olmadığı, temelinde egemen güçlerin artık iyiden iyiye hantallaşan ve sırtında bir yük olma aşamasına gelen piyonlarını değiştirmek ve aslında temelinde yine kendi emperyalist planlarını dikta edeceği yeni piyonları getirmek istiyor olmasıdır.
İşte tam olarak bu noktada adı geçen ülkelerde ve dahi bölgede halkların ayaklanma ile birlikte istedikleri eğer sosyalist, komünist, İslami bir devlet yada bağımsız, ulusal bir devlet yada hiç olmazsa vatan temelli bir talep olsaydı, bu belki bir noktada söz konusu olaylara tematik bir anlam yükleyebilecek ve bunun adına sosyalist devrim, İslami devrim yada ulusal bir halk ayaklanması yada özgürlük tutkusu diyebilecek ve konuya yükleyeceğimiz anlam ile birlikte bağımsız bir devrim hareketinden bahsedebilecektik. Fakat bölgeden yükselen sesin özetinde “demokratik” barışçı ve özellikle de Türkiye örnekliğinde bir yeni yönetim olunca tam olarak bu söylemlerin emperyalist egemenlerin argümanları olduğunu görmekteyiz.
Bütün bunların yanı sıra Mısır halk ayaklanması başlamazdan sadece birkaç gün önce Mısır genelkurmay başkanı Korgeneral Sami Enan'ın emperyalizmin mabedi olan ABD’de bulunuyor olmasını, on yıllardır dikta tehdidi altında binlerce vatandaşını kaybetmiş olan bölgenin en kanlı diktatör rejimlerinden birinin, Mısır’ın silahlı kuvvetlerinin olaylara başından beri Mubarek’e rağmen hiç müdahale etmemesini, hatta yer yer açıktan ama her zaman gizliden destek vermesini, Mısır Dışişleri Bakanı Ahmet Abdul Geyt’in iki de bir çıkıp çocuk avuturcasına “ordu her an müdahale edebilir” demesini ve sayacağımız onlarca benzer meseleyi birere tesadüf olarak açıklamak en basit ifadeyle cahillik olacaktır. Mısır gibi kendi halkını kitlereler halinde gözünü kırpmadan ve hiç tereddüt etmeden katledebilen, bir sivil itaatsizlik olan silahsız yapılanma İhvan’a üye olmayı dahi idamla cezalandıran ve bugün hala bu kanunların yürürlükte olduğu bir ülkede, öyle birbirinden bağımsız geniş halk kitlelerinin el ve ideoloji birliği halinde ayaklanabilmesi mümkün değildir.
Yine özellikle son on yılda Türkiye’de yaşanan ve egemen Kemalist zihniyetin hızla ve cüretkar bir biçimde, önce her açıdan yıpratılması, sonra “kalelerinin” tek tek düşürülmesi ve dahi son derece agresif bir tarz ile tasfiye edilmesi meselelerini, Ergenekon ve ADD gibi terör yuvalarının, TSK ve egemen Kemalist zihniyetin köhnemiş ürünleri olan tüm argümanların halk nezdinde yıpratılması, muhalefet adına her ne varsa tek tek agrasif bir şekilde yerle bir edilmesini, tasfiye edilen Kemalist “kalelere” ılımlı İslam’a “hizmet” eden yeni egemenlerin yerleştirilmiş ve yerleştiriliyor olmasını da pekala bu sürecin bir başlangıcı olarak ele alabiliriz. Bu anlamda bölgeye özellikle de son 10 yıldır sürekli müreffeh, halkıyla barışık, homoseksüelleri, hayat kadınları, içkili âlemleri ve radikal İslamcı eylemleri, tarikatleri, okulları, sivil toplum kuruluşlarıyla alabildiğine özgür bir örnek ülke hazırlanıyor olması da gözlerden kaçmaması gereken bir gerçektir. Şimdi burada sorulması gereken en önemli sorulardan biri de şudur; bundan çok değil 14 yıl önce “İslami terörün” merkezi olan resmi siyasi partilerin düzenlediği Kudüs Günü programlarıyla yıkılmanın eşiğine gelen bir ülke olan Türkiye, 14 yıl öncesine kadar “terörden, PKK’dan daha tehlikeli bir düşmanın irticanın ya da İslam’ın tehdidi altında” değil miydi? Peki, ne oldu da her şeyiyle aynı olan Türkiye birden bire İslam Dünyasının önderi, örneği oluverdi. Bunu hükümetin az zamanda gerçekleştirdiği büyük başarılar olarak yorumlamak, çok basit bir siyasi yorum olmaktan öteye geçememektedir. Emperyalist egemenlerin burada uzun uzun ele alamayacağımız birçok stratejik hamlesiyle birlikte önce örnek ve model ülke olarak hazırlanan Türkiye, şimdilerde çok tehlikeli bir örnekliği üstlenmiş durumda. Ilımlı İslam Dünyası…
Tekrar Mısır meselesine gelecek olursak, son günlerde İhvan hareketinin dünya kamuoyuna verdiği demeçlerin özetinde sürekli demokrasi, özgürlük gibi argümanların yer alması da en az bu meselelerin stratejik arka planları kadar İslami referansları açısından da düşündürücü ve bir o kadar da tehlikelidir. Zira söz konusu hareketin geleneğini oluşturan ve ideolojik liderliğini yapan Hasan El Benna’lar, Seyyid Kutub’lar, Meşhur’lar, İslambuli’ler ile bugün aynı hareketin lider kadrosunu oluşturan, Gannuşi, Abdelghaffar ve Muhammed Mehdi Akif gibi liderlerini referansları arasında çok ciddi uçurumlar ve söylemlerinde çok ciddi farklar gözlemlenmektedir. Bu anlamıyla ele alındığında özellikle de Mısır ve Tunus örneklerinden hareketle bu yaşanan ayaklanmaların İslami ya da bir başka devrim olduğu, bu süreçten Müslümanların İslami devrimci bakış açısı ve İslami devlet taleplerine cevap verebilecek gelişmeler olduğu maalesef söylenemez. Elbette ki zalim diktanın yıkılışı süreci ülke ve bölgede daha müreffeh bir hayat sağlayacak, daha özgürlükçü, daha anlaşılabilir ve daha “demokratik” bir bölge inşa edilecektir. Fakat asıl mühim olan bu inşaatta hangi işçilerin çalıştığından çok, bu inşaatı hangi müteahhitlerin, kimlerin taşeronluğunda yapıyor olmasıdır.
Gün gelipte tüm bu dengeleri alt üst edecek olanın hepimizden sakladığı o ilahi planı devreye sokulduğunda, artık emperyalistler için çok geç olacak inşallah. Son olayların özelde İslam dünyası, genelde ise tüm Dünya için hayırlara dönmesi temennisiyle…
*Araştırmacı-Yazar. [email protected]