Newstatesman yazarlarından John Pilger serbest kalan fakat sitesi ve kendi üzerindeki baskıların sürdürüldüğü Julian Assange ile ilgili bir yazı kaleme aldı. İşte Pilger'in analizi:
40 yıl önce ‘The Greening of America (Amerika’nın İhyası)’ adlı bir kitap sansasyon yaratmıştı. Kitabın kapağında şu ifadeler yer alıyordu: ”Bir devrim geliyor. Geçmişteki devrimler gibi olmayacak. Bu devrim bireyle başlayacak.” O dönemde ABD’de muhabirdim ve genç bir Yale akademisyeni olan Charles Reich’ın bir gecede nasıl guru mertebesine ulaştığını hatırlarım. Mesajı şuydu: Siyasi eylem başarısız olmuştu ve ancak ‘kültür’ ve içgözlem dünyayı değiştirebilirdi. Bu mesaj, sinsi bir ticari halkla ilişkiler kampanyasıyla birleştiriliyor; Batı kapitalizminin, sivil haklar hareketi ve savaş karşıtı hareketin ilham verdiği özgürlük duygusuna tekrar el koyması hedefleniyordu. Yeni propagandanın şaşaalı sahte kavramları arasında postmodernizm, tüketimcilik ve ‘ben-cilik’ vardı.
Zamanın ruhu artık insanın benliğiydi. Kâr ve medyanın güçleriyle güdülen bireysel bilinç arayışı, sosyal adalet ve enternasyonalizm ruhunu alt etti. Yeni bir ilah piyasaya sürüldü; kişisel olan politikti. 1995’te Reich ‘Sisteme Karşı Çıkmak’ adlı bir kitap yayımladı ve ‘Amerika’nın İhyası’ndaki neredeyse her şeyi yadsıdı. Şöyle yazıyordu: “Ne ekonomik güvensizlikten ne de insani çöküşten kurtuluş var; ta ki biz kontrolsüz ekonomik güçlerin refah değil, çatışma yarattığını idrak edene kadar...”
Yön duygusu kaybedildi
Bu kez kitapçıların önünde kuyruklar yoktu. Ekonomik neo-liberalizm çağında Reich, Batı’nın yeni siyasi ve kültürel seçkinlerinin azgın bireyciliği tarafından bir kenara atıldı.
Batı’da militarizmin dirilmesi ve Soğuk Savaş sonrası yeni bir ‘tehdit’ bulunması, 20 yıl önce olsa ateşli bir muhalefet gösterecek olanların siyasi yön duygusunu kaybetmesini sağlamaktan geçiyordu. 11 Eylül 2001’de nihayet susturuldular ve birçoğu ‘terörle savaş’ saflarında yer tutmayı tercih etti. Ekim 2001’de Afganistan’ın işgali bilhassa ABD’deki önde gelen feministlerce desteklendi; Amerika’da Hillary Clinton ve diğer sahte feminist simalar Taliban’ın Afgan kadınlarına yaptıklarını, yaralı bir ülkeye saldırıp 20 bin insanın ölümüne yol açmanın (böylece Taliban’ı da canlandırmanın) bahanesi haline getirdi. Amerika’nın desteklediği ve en az Taliban kadar gerici olan savaş ağalarının böyle bir haklı davayı sekteye uğratmasına izin verilmedi. Zamanın ruhu, yani ‘kişisel’ apolitikleşme ve gerçek radikalizmi başka yöne çekme yılları işe yaramıştı. Dokuz yıl sonra sonuç, Afganistan felaketi olarak karşımızda duruyor.
‘Sol komployla omuz omuza’
Görünen o ki, bugünlerde çıkarılması gereken bir ders daha var. Bir grup medya feministi, Julian Assange ve WikiLeaks’e yönelik saldırıya dahil oluyor; sözgelimi Libby Brooks, Guardian’da demediğini bırakmıyor. Times’dan New Statesman’e kadar bariz feminist tutum, İsveç’te Assange’a yöneltilen kaotik, yetersiz ve çelişkili ithamları desteklemek yönünde.
9 Aralık’ta Guardian, Amelia Gentleman’ın ‘son derece saygın İsveçli avukat’ Claes Borgström’le yaptığı uzun ve lakayt bir röportajı yayımladı. Aslında Borgström en başta bir siyasetçi, Sosyal Demokrat Parti’nin güçlü bir üyesi. Assange davasına, ancak Stockholm’deki başsavcı ‘tecavüz’ iddialarını ‘kanıt olmadığı’ gerekçesiyle reddettikten sonra dahil oldu. Gentleman’ın Guardian yazısında isimsiz bir kaynak bize Assange’ın ‘kadınlara yönelik davranışının... başını belaya sokacağını’ fısıldıyor. Bu kara çalma aynı gün gazetede Brooks tarafından da kullanıldı. Ken Loach, ben ve ‘solda’ olan başka insanlar, kadın düşmanlarıyla ve ‘komplo teorisyenleriyle omuz omuzaydık’. Gazeteciliğe yaraşır araştırmacılık hak getire. Cehalet ve önyargının hükmü sürüyor.
Ekimde Assange adına harekete geçen Avustralyalı avukat James Catlin, davadaki her iki kadının da savcılara Assange’la kendi rızalarıyla ilişkiye girdiklerini söylediğini anlattı. ‘Suçun’ akabinde kadınlardan biri Assange onuruna bir parti verdi. Borgström, ikisi de tecavüzü reddeden kadınların vekilliğini niye üstlendiği sorulduğunda, “Evet reddettiler, ama onlar avukat değil” dedi. Catlin, İsveç yargı sistemini ‘bir komedi dükkanı’ diye niteliyor. Üç ay boyunca Assange ve avukatları İsveç makamlarından dava dosyasını görme izni vermeleri için başvuru üstüne başvuru yaptı. 18 Kasım’a dek bu izin verilmedi ve ancak bu tarihte ilk resmi belge (Avrupa hukuku hilafına, İsveççe olarak) ulaştı.
Avustralya rezil oldu
Assange hâlâ herhangi bir suçla itham edilmiş değil. Hiçbir zaman bir ‘firari’ de olmadı. İsveç’te yaşamak için başvurdu, kabul edildi ve Britanya polisi ülkeye ayak bastığından itibaren nerede olduğunu biliyordu. Bu, Londra savcılığının 7 Aralık’ta verilen yedi ayrı güvenceyi görmezden gelip Assange’ı tek başına bir hücreye kapatmasını engellemedi.
Her aşamada Assange’ın temel insan hakları ihlal edildi. Ödlek Avustralya hükümeti, hukuken vatandaşını korumakla yükümlü olmasına rağmen, pasaportunu elinden alma yönünde örtülü bir tehdit savurdu. Başbakan Julia Gillard, Avustralya hukukunun temeli olan masumiyet karinesini utanç verici biçimde ayaklar altına aldı. Avustralya Dışişleri Bakanı’nın İsveç ve ABD elçilerini çağırıp Assange’ın haklarının ihlal edilmemesi için uyarması gerekirdi.
Dünyanın dört bir köşesinde çok sayıda dürüst insan Assange’a destek gösterileri yapıyor: Bu insanlar ne kadın düşmanı ne de (Libby Brooks’un deyişiyle) ‘internet saldırı köpekleri’. Bunlar Charles Reich’ın savunduğu değerlerden çok farklı bir değerler dizgesini destekleyen insanlar. Aralarında birçok tanınmış feminist de var. Onlardan Naomi Klein şunu yazıyor: “Tecavüz Assange davasında, kadınların özgürlüğünün Afganistan’ın işgalinde kullanılmasıyla aynı tarzda kullanılıyor. Uyanın!”