Böyle betimlediği İlhami Güler'in İLHAMİYYÂT'ını anlatan Dr. Ramazan Güler, kitap ile ilgili önemli bilgiler verdi. İşte o yazı:
İlhami Güler’in İlhamiyyâtı
Dr. Ramazan Yıldırım / Haber10
İnsan, kainat, metafizik ve din üzerine tefekkür ederek hakikat arayışına çıkan ve bu arayışlarının bir sonucu olarak ulaştıkları fikirleri, düşünceleri, duyguları yazıya aktaran âlimler, bilginler, mutasavvıflar, filozoflar tarih boyunca insanlığın tefekkür boyutlarını zenginleştirmişlerdir. Belirli yazılı veya sözlü bir kaynağa bağlı kalmaksızın tamamen akıldan/gönülden süzülen bu damlalar birikerek iç âlemden dış âleme akar. Bu damlalar kimi zaman hikmetli bir söz kimi zaman da kelam-ı kibar olarak isimlendirilir. Gönül/fikir dünyasında gerçekleştirilen bir seyahatin izlenimlerini aksettiren bu esintiler hikem, ilham, varidât, futuhât, sunuhât, keşif ve sezgi gibi birçok isimle anılmıştır.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. İlhami Güler yıllardır İslam düşüncesinin ana konuları üzerinde tefekkür eden ve bu tefekkürünün sonuçlarını kendine özgü üslubuyla söze ve yazıya aktaran bir ilim adamıdır. Ahlak, din, hakikat, insan, İslam, siyaset, teoloji, vicdan, zaman ve ölüm gibi birçok konudaki düşüncelerini kendi deyimiyle “ilhamiyyâtını” okurlarıyla paylaşma gereği duymuş. İlhami Güler, “İlhamiyyât Dinî-Teolojik Aforizmalar” ismiyle yayınlanan bu eserini “En iyi olarak bildiğini sandığı şeylerden bile şüphe edebilme cesaretini gösteren, hakikati elinin altında hazır değil; onu içinde ve ufuklarda arayan ve vicdanını kolay kandıramayan herkese…” ithaf ediyor. Ayrıca aklın yıllarca emek verdiği konularda nesnel olmayan gölgesi ve sezgi olarak tanımladığı ilhamlarının ham hayaller mi yoksa has hakikatler mi olduğu konusundaki kararı da okuyuculara bırakıyor.
Fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi İslam düşüncesinin farklı disiplinleri, insanın akıl, beş duyu, sezgi, duygu ve içgüdü/arzu boyutlarından oluşan bir bütün olduğu gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Bu bütünlüğün ahlaki-psikolojik yapısı doğru kavranıp korunamadığı için akıl/gönül, kafa/kalp, düşünce/sezgi, zahir/batın veya kurumsal olarak şeriat/hakikat, medrese/tarikat gibi yanlış ikilemlere düşülmüştür. İçine düşülen bu yanlış ikilem sadece İslam düşüncesiyle de sınırlı kalmayarak daha önceki ilahi dinlerin de başına gelmiştir. “Hz. Musa’nın bütüncül kurucu tecrübesi, zamanla Yahudilikte din adamlarının kuru şeriatçılığı ve kabalistlerin mistisizmi olarak ikiye bölündü. Hz. İsa’nın Tevrat’ı reddetmeden ona sahici maneviliğini geri verme ve bütünleme çabası (İncil) daha sonraları Latin dünyasında pagan Roma devlet yapısının bir kopyası olarak kilise ve Agustinus’un Yeni Plâtoncu yorumu olarak ikiye bölündü.”
İlhami Güler, ilhamiyyatlarının nasıl ortaya çıktığını ve ana eksenini şöyle açıklıyor: “Kurşun kalem notları olarak yaklaşık dört beş sene boyunca vakitsiz zamanlarda ve masa başı dışında gelen ilhamların merkezi yoğunluğunu, bahsettiğim yanlış ikilemlerin doğurduğu rahatsızlık teşkil ediyor. Karmaşık olarak kaleme alınan bu ilhamlar, yine de kendi içinde temalaştırılabildi. İslam düşüncesinin bin dört yüz yıllık tarihi macerası veya İslam dünyasının bugünkü hal-i hazır durumu üzerine kısa laflar etmek, ancak genel bir gözlem ve birikimsel bir ilhama dayanabilir.”
Değişik zamanlarda söze ve yazıya dökülen ilhamların tasnifi yapılırken ahlak ile ilgili olanlar kitabın giriş manifestosu gibidir. Çünkü ahlakın çok merkezi bir yeri vardır İlhami Güler’in fikir dünyasında. Ona göre iman ve ahlak birbirinden ayrılamaz. “imanın ahlak doğurması, sadece onun gücüyle ilgili bir sorun değildir; aynı zamanda doğruluğuyla da ilgilidir. Güçlü, fakat yanlış imanlar büyük ahlaksızlıklar da doğurur. Hıristiyanlıkta kilisenin zulümleri, Yahudilikte Siyonizm, İslam’da Hariciliğin yarattığı şiddet bunun örnekleridir…”
Daha çok tasavvufi literatürde kullanılan bir kavram olan ilhamların aslında tasavvuf ve tasavvufun diğer unsurlarıyla arası pek de iyi değildir. Mesela “Kutsallar ve Düşünce” isimli bir ilhama göre “evliyası, mübarekleri, hazretleri, uluları, önderleri ve mukaddesleri bol olan toplumlar kolay kolay düşünemezler; düşünce ve değer üretemezler. Çünkü kendileri küçüktür.” Tasavvuf ise kendine ait olan ilhamdan nasibini şöyle alıyor: “Bugün tasavvuf ortaçağda olduğu gibi zühdü ve takvayı değil; birçok çevrede egemen sisteme, yaşama kolayca eklemlenmeyi ifade ediyor. Çünkü sırtında şeriat ve cihad bagajları yok; her yere kolayca girebiliyor.” Bu kitapta şairler ve âşıklar da kendi anlam dünyalarının başat bir kavramı olan ilhamların hışmına uğramıştır. “Şairler ya peygamber yarısı ya şeytan yarısı ya da ikisinin karışımıdır. Kur’an, peygamber ve şeytan karışımı cahiliye dönemi şairlerinin karizmasını çizmiştir. Ortaçağda Hafız, Mevlana ve Yunus Emre… peygamberlik safında iken Hayyam, şeytan adına itirazlar yükseltiyordu.” Sevgiyi ve muhabbeti savunmak ahlak ve akıllılık olarak değerlendirilirken insani bir durum olan aşkı savunmak ise ahlaksızlık ve delilik olarak tavsif edilmiş ve aşk hali bir nevi hastalık olarak görülmüştür. Bunun için de “Hastalık savunulamaz.” Çünkü “Aşk ateştir, insanı yakar. Bir insanı ateşe atmak, ateşte yakmak nasıl günah ise kişinin kendini ateşe atması da aynı şekilde günahtır. Aşık olmak, iradenin bir zaafı olarak günaha girmektir, yani haramdır. Aşk’ın yüce bir şey olduğuna inananlara duyurulur.
İlhamiyatın günümüz insanıyla ilgili yaptığı durum tespitleri bizlere çok önemli bazı gerçeklerle yüzleşmemizi sağlıyor. Metropoller ve bu metropollerin temel bir parçası haline gelen haz ve hız insanı tanrıdan koparıp uzaklaştırmaktadır. Teknoloji ve üretimin artmasıyla birlikte hazlar çeşitlenmiş ve yoğunlaşmışken buna bağlı olarak da hız, insanı sürekli hareketliliğe sevk ederek onun yerleşikliğini azaltmıştır. “haz ve hız artınca insanın insan nezdindeki değeri, itibarı (dostluk) azalmaya, tanışıklık ve yalnızlık artmaya başladı. Dostluklar yerini kartvizit, e-mail ve telefon tanışıklıklarına bırakınca adreslerimiz kayboldu.” İşte tüm bunların bir sonucu olarak hem insan hem de insan sıcaklığı da kaybolmuştur. Artık kalabalıklar ve yalnızlıklar kol kola büyümektedir. Günümüz modern şehirleri insanı tabiattan uzaklaştırmakla kalmamış aynı zamanda onu fıtratına da yabancılaştırmıştır. Metropoller bir örümcek ağı ve kafes gibi insanı çepeçevre sararak insanın ruhunu böcekleştirmiştir. “Şehirde Yaşamanın Bedeli” serlevhalı ilham, insanlığın bu girdabına son vermenin yolunu “tabiata dönmedikçe Tanrı’ya dönemeyeceğiz. Çünkü şehirlerde tanrı tutulmuştur. İnsan O’nun hiçbir ayetini göremez.” şeklinde gösteriyor.
Şehir ve modern çağ hakkındaki ilhamlar aslında birer ilham olmanın ötesinde çok çarpıcı birer durum tespitleridir. Mesela modern öncesinin şehri ile modern dönem şehri arasındaki şu mukayeseye ve durum tespitine itiraz edilebilir mi? “Modern öncesi dönemlerde şehirlerin kalbi vardı ve şehirlerin kalbinde din (kilise, katedral, cami) vardı. Modern şehirlerin merkezinde içgüdü ve güç/tekebbür var (tower, kule, burç). Modern insan şehrin merkezinde yaşarken muhteşem mabetleri sadece müze niyetine ziyaret ediyor.”
İlhamiyyâtın ilgi alanlarından biri de siyaset ve siyasi düşüncedir. Ulus devlet, milliyetçilik, bürokrasi, liberalizm, muhafazakârlık, kapitalizm, sosyalizm, mülk-mülkiyet, İslam devleti, makyavelizm/muaviyeizm, sekülerizm ve ekonomi gibi konular ilhamlara başlık olmakla kalmamış aynı zamanda farklı açılımlarla ele alınmıştır. Mesela muhafazakârlık “meşakkate (denenme-fitne) girmeden, hem dünyada menfaat ve statü, hem ahirette makam ve sevap kazanma kurnazlığı” olarak tanımlanmıştır. Sosyalizm ve özel mülkiyet konusundaki ilhamlar da bu konuda yapılan tartışmalara farklı bir kapı aralıyor. Özel mülkiyet hakkı savunurken “yeryüzünün yani mekânın ‘Ülke’ olarak mülkleştirilmesi ne kadar normal ise ülke içinde de menkul veya gayrimenkul zenginliğin, malların makul ve meşru yollardan özel mülke dönüştürülmesi, kazanılması da o kadar normaldir” yaklaşımından hareket edilmiştir. İslam’ın eşitlik değil bir adalet davası olduğunu dile getiren İlhami Güler, “Sosyalizm, bir eşitlik ideali olarak ya zayıfların ve tembellerin bir kurnazlığı; ya da iyi niyetli/ahlaklı insanların saflığıdır.” şeklindeki yaklaşımıyla da sosyalizm hakkındaki ilhamını terennüm etmiştir. “Özel Mülkiyet ve Özgüven” başlıklı ilhama göre mülkiyet ve güven arasında bir ilişkinin olduğu hususu dile getirilmiş: “Özel mülkiyet hakkı ve bu mülkiyet/mal üzerinde özgürce tasarrufta bulunma hakkının olmadığı toplumlarda devlete ‘yanaşma’ esas olacağı için kişisel onur, yaratma cesareti ve özgüven asla oluşamaz. Toprağın devlete ait olduğu Ortaçağ Doğu ve İslam İmparatorluklarında durum böyle değil miydi?”
İlhami Güler’in tanrı-insan-din-kâinat gibi teolojinin, felsefenin ve de tüm insanlık tarihinin bigâne kalamadığı konular bağlamında serbest vezinde dile getirdiği ve adına ismiyle müsemma kabilinden “ilhamiyyât” dediği görüşleri fikir ve düşünce dünyamıza yeni ufuklar açacak niteliktedir. Kendisin de “İlhamiyyât (Dinî-Teolojik Aforizmalar, Otto Yayınları, Ankara-2010.)” isimli bu kitabının önsüzünde dediği gibi söz konusu ilhamların ham hayaller mi yoksa has hakikatler mi olduğuna okuyucular karar verecektir.