Şirket gücünün sınır tanımazlığı uzun zamandır Britanya’daki hayatın yerleşik bir olgusu. Kamu varlıklarının ve hizmetlerinin acımasızca özelleştirilmesine, parlamentonun sinsice sömürgeleştirilmesine ve pazarlıklar yapıp ışık hızıyla anlaşmalar bağlayan siyasetçilerin, lobicilerin, idarecilerin ve memurların durmadan girip çıktığı kapılara artık gayet aşinayız.
Fakat Guardian’ın McDonald’s, PepsiCo, Unilever ve Diageo gibi fast food ve meşrubat şirketlerinin bakanlardan kamu sağlığı politikalarını değiştirmelerini istediğini ortaya çıkarması, şirketlerin siyaset üzerindeki ağırlığının vites atladığını gösteriyor. Hükümetle iş dünyası arasında bir istişare meselesi değil bu. Obeziteyi ve alkol gibi zararlı alışkanlıkları şahlandıran büyük çıkar çevrelerinin, hükümetin tam kalbinde şartlar dayatmasından söz ediyoruz.
Kamu yararı satılığa çıktı
Haliyle ilk talepleri, bu tür kötü alışkanlıklarla başa çıkmak yönünde hiçbir düzenleme yapılmaması: Tüketimi azaltmak için hiçbir vergi veya fiyat kontrolü olmasın, hatta yüksek oranda şeker veya yağ içeriklerinin belirtilmesi mecburiyeti kaldırılsın istiyorlar. Gıda Standartları Dairesi’nin dümenini şirketler lehine idare eden muhafazakâr Sağlık Bakanı Andrew Lansley, bu taleplere icabet edip kamu yararını satmaktan memnun.
Şirketlerin siyaset üzerindeki ağırlığının en aşırı boyutlarda olduğu düşünülen ABD’deyse, eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin enerji politikası ve iklim değişikliği ekibinin petrol devlerinin ‘aktif katılımı’yla gizli kararlar aldığı ortaya çıkınca yer yerinden oynamıştı. Koalisyon yönetimindeki Britanya’daysa, Lansley bir adım daha ileri gidiyor ve kamu sağlığı politikalarının belirlendiği kilit alanların dışına çıkıp, çıkarları kamu sağlığının gerektirdikleriyle doğrudan çatışan şirketlerle fiili anlaşmalar yapıyor.
Böylesine tehlikeli bir yıkıcılık içermiyor olsaydı, yaşananlar neredeyse komik bile gelebilirdi. Fakat özel sektörün kâr hırsının toplumun her alanına sirayet etmesine o kadar alışmışız ki, şu an David Cameron yönetiminin yürüttüğü özelleştirmenin hızını gözden kaçırmak kolaylaşıyor. Özel sektörün krizi yönetimin her kademesinde, kamu sektörüne karşı posta hizmetlerinden ormanlık alanlara kadar her şeyi kapsayan yeni bir saldırı başlatmak için kullanılıyor.
Muhafazakâr ideologlardan Michael Gove’un bütün devlet okullarını, bir dizi İsveç tarzı yeni ‘özgür okulların’ yanında, özel sektörün işleteceği akademilere dönüştürme önerisini ele alın. Bugüne dek tartışma büyük oranda sosyal ayrışma potansiyeline odaklanıyor. Fakat iki tür okul da yaygınlaştıkça, özel sektörün ebeynlerin ve toplumun sorumlulukları üzerindeki vahim etkileri hızla gözle görülür hale gelecektir.
‘Okul zincirleri’
Hükümet okul planlarının çeşitliliği ve tercihi teşvik edeceğinde ısrarlı. Fakat Eğitim Enstitüsü’nden Stephen Ball’a göre, ‘bu sadece belli kesimlerdeki belli insanlar için geçerli’ olacak. Her iki tip okulda idari yapıyı, ebeveynler veya öğretmenler değil, maddi destekçi veya özel işletme kontrol edecek. Ve akademilerde kendi kendilerinden hizmet sipariş ederek zaten para kazanan şirketler ve kurumlar, ülke çapında okul zincirleri işleterek kazandıkları parayı katlamaya hazırlanıyor.
Bu uygulamanın nasıl sonuç verebildiğine dair, İşçi Partisi döneminde bir grup devlet okulunu devralan ilk özel şirket olan 3E örneğine bakarak bir fikir edinmek mümkün. Gove’un seçim bölgesindeki bu tür bir okul, bu yıl yapılan ve bir yığın sorun tespit eden teftişin ardından tekrar devlet kontrolüne alındı. Ve 3E’lerin kendisi de Amerikan şirketi Aecom’a devredildi; Aecom ABD ve orduyla Irak’ta bir dizi multimilyar dolarlık anlaşma da bağlamış durumda.
Özelleştirme kazandırmıyor
Uluslararası şirketlerin eline geçmek, İsveç’teki en büyük özel okul işletmecisi John Bauer’in de kaderi oldu; okullarını Danimarkalı bir şirket satın aldı. Britanya’daki ebeveynlerin çocuklarının özel sermaye veya askeri hizmet veren şirketlerin kontrol ettiği, üzerinde hiçbir söz hakları olmayan ve dışarıdan yönetilen okullara göndermek isteyip istemeyeceği son derece şüpheli.
Fakat kamu harcamalarında kesinti programları uyarınca devleti bu şekilde daraltmak, Muhafazakâr Parti’nin kaçırmak istemeyeceği kadar iyi bir fırsat teşkil ediyor. Sağlık alanında, Lansley’nin seçim sonrası ortaya koyduğu planlarla dizginlerinden boşalan özelleştirme çok daha büyük bir ölçekte gerçekleşecek. Harcamanın büyük kısmını özel şirketlerin yöneteceği konsorsiyumlara vererek özel sektörü hizmet sağlama işinden siparişle çalışma esasına sevk edecek ve böylelikle giderek açgözlü ABD sigorta modelini taklit eder hale gelecek.
Bu ani değişikliğin maliyeti 4-5 milyar dolar olacak. Fakat özelleştirme nadiren kazandırıyor, kazanması içinse ücretlerin düşürülüp koşulların ağırlaştırılması gerekiyor. Sağlıkta, özel piyasaların aşırı idari maliyetlere, hesap vermemeye, en zenginlerin seçilmesine, artan eşitsizliğe ve çıkar çatışmalarına yol açtığına dair yığınla kanıt var.
Kamu hizmetleri yelpazesindeyse özelleştirme yeni ürün ve hizmetler sağlamakla değil, mevcut hizmetlerden, çıkarları o kullanıcılar ve üreticilerin çıkarlarıyla çatışan özel hissedarlar için kâr sağlamakla ilgili bir şey. Bankacı, avukat, danışman ve yönetici sürülerinin iyice semirdiği devasa bir pazar söz konusu. Bu nedenle, kamu alanının özel sektörce sömürgeleştirilmesinin engelsiz devam etmesi gerektiğine dair kamusal bir konsensüs yaratmak için siyasetçilerin, medyanın, düşünce kuruluşlarının ve akademik dünyanın devreye sokulması gerekiyor.
İşçi Partisi’nin de yüzü yok
Lansley’nin ekibinin muhalefetteyken, 400 milyon dolarlık cirosunun neredeyse tamamını ulusal sağlık sisteminden sağlayan Care UK’nin Başkanı John Nash tarafından finanse edilmesi bu nedenle hiç şaşırtıcı değil. Keza birçok İşçi Partili bakanın koltuklarından ayrıldıktan sonra, kendi özelleştirme gayretleriyle fütursuzca şımarttıkları şirketler için çalışmaya koşması da. Yeni Başkan Ed Miliband’ın partiyi Blairci şirket müptelalığından uzaklaştırmasından sonra, bugün bile İşçi Partisi koalisyonun özelleştirme programına, kendi sicilinden dolayı yarım yamalak muhalefet edebiliyor.
‘Ahbap-çavuş kapitalizmi’nin kamu hayatındaki cenderesi kırılacaksa, bu değişmeli. Özünde bu, geçen yıl siyasetçilere yöneltilen ve siyasi bir krizi tetikleyen ikinci ev suçlamalarından çok daha önemli bir demokratik zorunluluk. Kamusal alan dişle tırnakla kazıya kazıya geri alınmalı. (17 Kasım 2010 Çeviri Radikal Gazetesi)