Dolar

34,8800

Euro

36,8224

Altın

3.049,96

Bist

10.104,20

Kayzer Wilhelm’in Doğu Seyahati

Osmanlı-Alman ilişkileri açısından bir dönüm noktası oluşturan bu seyahatin ardından yaşananlar bugün ‘Yeni Osmanlı’ hayali kuranlara dersler içeren niteliktedir.

15 Yıl Önce Güncellendi

2010-11-07 16:57:50

Kayzer Wilhelm’in Doğu Seyahati

“Başbakan Tayip Erdoğan’ın Kosova seyahati ve bu seyahate bazı çevrelerde yüklenen anlam, bana Alman Kayzer’i II. Wilhelm’in 112 yıl önce İstanbul’a ve Kudüs’e yaptığı tantanalı ‘Doğu Seyahati’ni hatırlattı. Hem Almanların Ortadoğu ve İslam politikaları açısından, hem de Osmanlı-Alman ilişkileri açısından bir dönüm noktası oluşturan bu seyahatin ardından yaşananlar bugün ‘Yeni Osmanlı’ hayali kuranlara dersler içeren niteliktedir. Gelin bu hafta, ‘Cumhuriyet kuran partide’ yaşanan siyasi skandalları bir an için unutup (nasılsa daha çok konuşuruz bu konuyu), Almanların Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ortadoğu politikalarına göz atalım.”

Almanya 1871 yılında ulusal birliğini kurduğunda dünya, başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın diğer büyük devletleri tarafından nüfuz bölgelerine ayrılmış durumdaydı. Almanya kısa sürede sanayisini geliştirdi; fakat ne ürettiklerini satacak bir pazarı ne de yeteri ham madde kaynakları vardı. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu geniş toprakları ve güçsüz yönetimi ile diğer yayılmacı devletler gibi Almanya’nın da iştahını kabartmaktaydı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kadim dostu İngiltere’ye eskisi gibi güvenemeyeceğini gören Osmanlı Devleti hızla Almanlara yakınlaşmaya başladı. 
Bankalar ve ordu elele

II. Abdülhamit’in tahta geçmesiyle birlikte Alman-Türk ilişkilerinin gelişimi ivme kazandı. Almanların o dönemdeki ünlü ‘Drang nach Osten’ (Doğu’ya İtilim) politikasının uygulayıcıları finans devi Deusthe Bank (sonraları Deutsche Palästinabank ve Dresdner Bank) ve silah devi Krupp’tu. Bunlara İstanbul’a gelen Alman askeri heyetinin faaliyetleri eşlik ediyordu.

Almanya’nın pozisyonu 1908’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i ilhak etmesiyle kötüleştiyse de, 1909’da İngilizlerin yaptığı politik gaflar sayesinde yeniden cazibe kazandı ve 31 Mart (1909) Olayı’ndan sonra II. Abdülhamid’in yerine geçen V. Mehmed Reşat döneminde, Osmanlı Ordusu’nun yeniden organizasyonu Baron von der Goltz başkanlığındaki misyona verildi.

1912-1913 Balkan Savaşları sırasında hızla Çatalca hattının ardına püskürtülen Osmanlı Ordusu’nun içler acısı halinin Almanlara fatura edilmesine rağmen Sadrazam Mahmud Şevket Paşa durumu, daha fazla Alman yardımı ile telafi etmeyi seçti ve Osmanlı Ordusu Liman von Sanders’in 40 kişilik misyonuna teslim edildi.

Almanların Birinci Dünya Savaşı arifesinde arka planda yürüttüğü proje ise, İngilizlerin egemenliği veya etkisi altında yaşayan Müslümanları Britanya İmparatorluğu’na karşı ayaklandırmaktı. Bazıları bu konudaki fikirlerin Kayzer’in 1889’da İstanbul’a gerçekleştirdiği ilk seyahatte, bazıları ise 1898’deki ünlü ‘Doğu Seyahati’ sırasında ortaya çıktığını söyler.
Kayzer İstanbul’da

İlber Ortaylı’nın kaleminden öğrendiğimize göre, 18 Ekim 1898’de İmparatorluğun Hohenzollern Yatı’yla İstanbul’a gelen Kayzer II. Wilhelm ve İmparatoriçe Victoria maiyetleriyle birlikte top atışları ve “yaşa, varol!” sesleri arasında Dolmabahçe’de karaya çıkmışlardı. İkinci gün İstanbul müzeleri gezilmiş, Gümüşsuyu’ndaki Alman Büyükelçiliği’nde kabul resmi düzenlenmişti. İmparatoriçe aynı gün, çok merak ettiği Harem’i ziyaret etmiş, üçüncü gün atla İstanbul surları gezilmiş, Abdülhamit’le uzun görüşmeyi akşam bir tiyatro temsili izlemişti. Dördüncü gün Hereke Halı Fabrikası ziyaretini, Saray’daki kabul yemeği izledi. Altıncı gün İmparatoriçe Victoria’nın doğum günü kutlandı. İmparator bu arada Deutsche Bank Müdürü Dr Siemens’e Anadolu Demiryolu’nun Bağdat’a kadar uzatılma iznini aldığını müjdelemişti.
Kayzer’in ‘Haçlı Seferi’

22 ekimde İstanbul’dan ayrılan Hohenzollern Yatı 25 ekimde Hayfa’da demirledikten sonra yaşananlar Kayzer’in İslâm’ı da kullanarak bir çeşit Pax Germana (‘Alman Barışı’) hayalini kurduğuna dair ipuçları verir. Elbette buradaki ‘barış’ kelimesi, Almanya’nın militarist, otoriter ve yayılmacı politikalarının kılıfı olarak okunmalıdır.

Kayzer ve kendisine eşlik eden yüksek rütbeli 127 Osmanlı memur ve askeri, Suriye’nin neredeyse tüm önemli sivil ve ruhani reisleri tarafından görülmedik bir tantana ile karşılanmıştı. Yol boyu resmi görevliler dışında, Katolik ve Protestan Alman kolonisi kendisine eşlik ediyordu. Kayzer ve kalabalık maiyeti 29 ekimde at üstünde Kudüs’e ulaştı.

Eski bir İslam geleneğine göre, ancak Kudüs’ü ele geçiren bir hükümdar at sırtında girebilirdi. Bu sorunu aşmak için Yafa Kapısı’nın yanındaki surda bir gedik açılmış, Kayser ile kafilesi buradan içeri girmişti. Kayzer adeta ‘Haçlı Seferi’ görünümündeki bu ‘Hac Seferi’ sırasında, Filistin-Alman kolonisinin (Alman Yahudileri dahil) misyon reisleriyle ayrı ayrı görüştü, her birine vaat ve ihsanlarda bulundu. Sadece Protestanların değil, Katolik Almanların da imparatoru olduğunu göstermek için, Katoliklerin ruhani reisi Kardinal Piavi’ye en yüksek nişanlardan biri olan Roiher Adlerorden verildi. Ağlama Duvarı, Rum Ortodoks Kilisesi ve hatta Mescidü’l-Aksa bile ziyaret edildi. 31 Ekim’de Kamame Kilisesi (Holy Sepulchre) yanındaki Alman Kilisesi âyinle açıldı. Sonra Hayfa’ya hareket edildi. 12 Kasım’da Beyrut’a, buradan trenle 13 Kasım’da Şam’a geçildi. Emeviyye Camii’nde Selâhaddin Eyyubî’nin mezarını ziyaret edip onun hatırasına bir plaket çakıldı.
Kayzer Müslüman mı oldu?

İmparator, Şam’da yöneticilerin, ‘hoş geldiniz’ söylevlerine cevap olarak meşhur nutkunu verdi: “Burada bütün zamanların en kahraman askeri Sultan Selâhaddin’in (Eyyübi) mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamid’e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Gerek Majeste Sultan, gerekse Halifesi olduğu dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman imparatoru onların en iyi dostudur!” Bu söylev o kadar büyük yankı yapmıştı ki, İstanbul’da Kayzer’in Müslüman olduğu dedikoduları yayılmıştı.

1910’ların sonlarında Britanya Dışişleri Bakanlığı sekreteri Sir Arthur Nicholson merkeze şöyle yazıyordu: “Kanımca Pan-İslamcı bir hareket gelecekte karşılaşacağımız en büyük tehlikedir. Almanya, Müslümanların büyüyen askeri gücünden rahatsız olmaz çünkü bizim gibi Müslüman tebaası yoktur, ayrıca Osmanlı Devleti ile iyi ilişkilere sahiptir.”  

 Cihad-ı Ekber’in ilanı

İngilizlerin korktuğu dört yıl sonra başlarına geldi. 11 Kasım 1914’de İtilaf Devletleri’ne savaş ilan etmesinden hemen sonra, İstanbul’daki Alman misyonu Harbiye Nazırı Enver Paşa ile Dahiliye Nazırı Cemal Paşa’ya bir cihad çağrısının faydalı olacağını hatırlattı. Pozitivist İttihatçılar dinin propaganda aracı olarak kullanılmasını çok akıllıca buldular ve Sultan V. Reşat’a baskı yaptılar. Sonunda, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi, 14 Kasım 1914’te beş fetvadan oluşan bir ‘Fetva-yı Şeriye’ çıkardı.

II. Mahmud tarafından Hayri Efendi’nin atalarından Hacı Nuri Bey’e hediye edilmiş bir kalemle imzalanan fetva 14 kasım sabahı Süleymaniye’deki Meşihat binasından Fatih Camii’ne büyük bir merasimle götürüldü ve camiin avlusunda bekleyen binlerce kişiye Fetva Emini Ali Haydar Efendi tarafından okundu. Bu törene, savaşın başında Almanlara esir düşmüş Kuzey Afrikalı Müslüman esirlerden oluşan ve meşakkatli bir yolculukla Romanya üzerinden İstanbul’a getirilen 14 kişilik bir ‘esirler heyeti’ de katılmıştı. Enver Paşa’nın Müslüman esirleri propaganda aracı olarak kullanma fikrinin ürünü olan bu heyetin üyeleri, talimatlar uyarınca basına İtilaf Devletleri’nin kendilerini nasıl yem olarak ön cephelere sürdüklerini, buna karşılık esir düştükleri Almanların kendilerine nasıl hürmet gösterdiğini anlatmışlardı.
Mallarıyla ve vücutlarıyla

15 Kasım 1914 tarihli İkdam gazetesinde yayınlanan fetvaların ilkinde İslam padişahının cihad ilân ettiği, bütün Müslümanların “mallarıyla ve vücutlarıyla” bu cihada katılmalarının farz olduğu söyleniyordu. İkinci fetvada İngiltere, Fransa ve Rusya’daki Müslümanlar bu üç devlete karşı birleşmeye çağırılıyordu. Üçüncü fetvada, cihad emrine uymayanların Allah’ın gazabına ve musibete uğrayacakları hatırlatılıyordu. Dördüncü fetvada İngiliz, Fransız ve Rus ordularındaki Müslüman askerlerin İslam (Osmanlı) Ordusu’na karşı zorlansalar bile savaşmalarının ve bir başka Müslüman’ı öldürmelerinin haram olduğunu anlatıyordu. Beşinci fetvada ise İngiltere, Fransa, Rusya, Sırbistan ve Karadağ Müslümanlarının İslam (Osmanlı) Hükümeti’ne yardım eden Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşmalarının Hilafet’in aleyhine olacağı söyleniyor, bu işe kalkışan bir Müslüman’ın büyük günah işlemiş sayılacağı, her türlü fenalığa müstahak olacağı ihtar ediliyordu.

Bir hafta sonra dünyanın bütün Müslümanları anlayabilsin diye Osmanlıca, Arapça, Farsça, Urduca ve Tatarca olmak üzere dört dilde 500 bin adet nüsha bastırılan fetvanın altında üç eski şeyhülislamın, 11 kazaskerin ve devrin önde gelen 14 din aliminin imzası vardı.


‘Alman malı’ cihadın sonu

İleriki yıllarda içinde geçmediği halde özel ve kutsal bir anlam kazandırmak için ‘Cihad-ı Ekber’ olarak anılacak bu fetva ve ekindeki beyannameden milyonlarca adet bastırılarak Müslümanların yaşadıkları bölgelerde dağıtıldı. İtilaf Devletleri ise çağrıya karşı Kuzey ve Batı Afrika’da birçok tarikat şeyhini, ulemayı, aşiret reislerini, müftüleri, hatta Fas Sultanı, Tunus Beyi’nin mektup yazmasını sağladılar. Bu mektupların yayımlandığı Revue du Monde Musulman adlı Fransız dergisinin ilk 160 sayfası milyonlarca çoğaltılarak Fransız sömürgesi olan Moritanya, Senegal, Mali ve Gine’de halka dağıtıldı.
Şark İçin İstihbarat Servisi

14 Kasım 1915’te ‘Alman Malı Cihad’ın ilanından sonra, Almanlar Müslümanları örgütleme işini profesyonelce ele aldılar ve Aralık ayında Almanlar Şark İçin İstihbarat Servisi’ni (Nachrichtenstelle für den Orient, NfO) kurmuşlardı.

Alman Genel Kurmayı tarafından desteklenen servisin ilk başkanı arkeolog Max Freiherr von Oppenheim’dı. Servisin önemli elemanları gazeteci Max Roloff, Şarkiyatçı ve kütüphaneci Bernhard Moritz, arkeolog ve antropolog Leo Frobenius, arkeolog Friedrich Sarre, Avusturyalı rahip Alois Musil ve daha nice ‘uzman’, Necef (İran) ve Kerbela (Irak) gibi Şii merkezlerine, Cidde (Suudi Arabistan), Etiyopya, Sudan, Fas gibi Sünni merkezlere gönderilmiş ve buralardaki Müslüman liderlerin desteklerini sağlamaya çalışmışlardı. Büroya İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin istihbarat servisi Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları da yardımcı oluyordu. Bunlar arasında en ünlüleri Tunuslu Salih es Şerif et Tunisi ve Ali Baş Hamba, Mısırlı Abdülaziz Caviş ve Dürzî Şekip Aslan gibi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki İslami duyarlılıkları yönlendirme yeteneği olan şahsiyetlerdi.
Müslüman esir kampları

Misyonun amaçlarından en önemlisi savaş halinde İtilaf Devletleri’nin ordularındaki Müslüman askerleri Hıristiyan komutanlarına karşı ayaklanmaya teşvik etmekti. Bu askerlerin sayısı hiçbir zaman bilinemedi ama o günlerde sayının 210 bin ile 1 milyon arasında değiştiği tahmin ediliyordu. Bu amaçla NfO, Almanya’da Müslüman esirler kampları projesini hayata geçirdi. İlk iki kamp Almanya’da kurulmuştu. Bunları Rusya saflarında savaşırken Avusturya-Macaristan ordularına esir düşen Tatar Müslümanları için Bohemya’da ve Macaristan’daki Estergon’da kurulan kamplar izledi. Ayrıca Dalmaçya’da bir nakil kampı kuruldu.

Almanya’daki kampları Sadrazam Talat Paşa, Maliye Bakanı Cavit Bey, Abbas Halim Paşa, Şekip Arslan, Hüseyinzade Ali, Yusuf Akçura gibi önemli şahsiyetler ziyaret etmişler, Teşkilat-ı Mahsusa’nın adamları ‘döndürme’ faaliyetleri yürütmüşlerdi. Başbakan Erdoğan’ın Kosova’daki törenlerde bir şiirini okuduğu ‘İstiklal Marşı şairi’ Mehmet Akif (Ersoy) Bey de Berlin’deki kampta görev yapmıştı. Almanya’yı İslam dünyasında sevdirme kampanyası çerçevesinde Almanya’daki Halbmondlager (Hilal) Kampı’nda bir cami inşa edildiğini, başlangıçta 45 bin Mark’lık yapım masraflarını karşılamayı vadeden Kayzer’in sözünü tutmadığını belirterek bu bölümü bitirelim.


Arapların arkadan hançerlemesi’

Sonuç ne oldu derseniz, bütün bunları “Offenbach operetleri stilinde bir oyun” olarak niteleyen ve meslektaşlarını ‘Cihad ateşine tutulmakla’ suçlayan Hollandalı Şarkiyatçı C. Snouck Hurgronje’un deyimiyle ‘Alman malı Cihad’, maalesef Britanya’nın Müslüman tebaasını ayaklandırmaya ve Osmanlı Devleti’ni kurtarmaya yetmedi.

Britanya ve Rus ordularında Müslümanlar Osmanlı Ordusu’na karşı savaştılar. Buraya sığmayacak kadar karmaşık bir dizi olaydan sonra, Mekke Şerifi Hüseyin, 27 Haziran 1916’da karşı-fetvayla kendisini Halife ilan etti ve ‘Araplar’ Osmanlı Devleti’ne karşı isyan bayrağını açtı.

Kayzer’in İstanbul’a üçüncü ziyareti, Eylül 1917’de Almanya’nın müttefiklerine moral vermek için yapılan Balkan Seyahati sırasında gerçekleşti. İtilaf donanmasının deniz yolları tutması yüzünden bu sefer trenle gerçekleşen bu seyahat sırasında ev sahibi ‘Alman malı cihad’ı ilan eden Sultan V. Reşat’tı. Savaş herkesin gayet iyi bildiği gibi, Almanya’nın ve müttefiklerinin yenilgisiyle bitti. Savaşın sonunda yedi kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye Anadolu adlı mütevazı toprak parçası kaldı.

Ne Osmanlı Devleti’ni, ne Arapları, ne de Osmanlılarla Araplar arasındaki ilişkileri doğru kavrayabilen Almanya’nın “weltpolitik” i (Dünya Politikası) Britanya’nınki gibi gelişkin olmadığı için Orta Doğu’ya Britanya, Fransa ve Rusya’nın ardından da olsa büyük bir güç olarak gelen Almanya, Birinci Dünya Savaşı’ndan her şeyini kaybetmiş olarak çıktı.

Almanya’nın İslam coğrafyasında kaybettiği pozisyonların bir kısmını kazanması için İkinci Dünya Savaşı sırasında Arapların Britanya sömürgeciliğinden iyice yorulması gerekecekti. Ancak Almanya’nın ‘Hacı’ Kayzer II. Wilhelm’in rüyalarını süsleyen rolü üstlenmesi hiçbir zaman mümkün olmadı.

 
Ek:


Kayzer’in Casusu: Max Freiherr von Oppenheim

Ortadoğu’da karşımıza en çok çıkan Alman, Max von Oppenheim’dır. 1860’da Köln’de Yahudi banker ailesinin oğlu olarak dünyaya gözlerini açan Oppenheim erken yaşlarda Hıristiyanlığı seçti, önce devlet memuru oldu, kariyerine arkeolog ve şarkiyatçı olarak devam etti. Mükemmel Arapçası ile 13 yıl boyunca Libya, Suriye, Irak, İran, Muskat, Aden, Zanzibar ve Doğu Afrika’da dolaşan Oppenheim 1883-4 yıllarında İzmir ve İstanbul’a geldi, 1895’daki ikinci ziyaretinde ününü duyan II. Abdülhamid tarafından huzura kabul olundu.

Tell Halaf’ı keşfeden adam

1896-1910 yılları arasında Kahire konsolosluğu yapan Oppenheim, 1899’da Habur Nehri’nin kıyısındaki Tell Halaf kalıntılarını keşfetti, 1910-3 arasında yaptığı kazılar sonunda Kalkolitik döneme tarihlenen ve Kuzey Suriye ve Mezopotamya’da yayılmış olan Halaf Kültürü’nü dünyaya tanıttı.

Daha 1908’de henüz Mekke Şerifliğine atanmadığı için İstanbul’da ikamet Hüseyin’le tanışan Oppenheim arkeolojiye meraklı Hüseyin’den çok etkilenmişti. Bu yıllarda belgelerde adı ‘Kayzer’in Casusu’ olarak geçen Oppenheim’la bir kazı alanında karşılaşan ünlü İngiliz istihbaratçısı ‘Arabistanlı’ T. E. Lawrence ise hakkında bir sürü şey duyduğu Oppenheim’dan “korkunç ama ilginç biri” diye bahsedecekti.

Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların başarısız olmasından sonra bir süre sessiz kalan Oppenheim 1927’de Tell Halaf kazı bölgesine döndü, 1930’da Berlin’de bu buluntuların bir kısmını sergileyen bir müze açtı ancak müzenin büyük bir kısmı İkinci Dünya Savaşı sırasında bombardımanda yıkıldı. Bombardımandan sonra Dresden’e sığınan Oppenheim, şehrin müttefiklerce bombalanması sırasında tüm servetini kaybettikten kısa süre sonra, 1946’da öldü.

Abu Cihad’ın faaliyetleri

Alman tarihçi Ulrich Trumpener, Oppenheim’in Yahudi asıllı olması yüzünden Almanya’nın Orta Doğu politikasında sanıldığı kadar önemli bir aktör olmadığını söylerken, İngiliz araştırmacı Donald McKale’ye göre Kayzer II. Wilhelm’e Almanların potansiyel düşmanlarına karşı Pan-İslamcı cepheyi oluşturma fikrini aşılayan Oppenheim’dı. İslami duyarlılığı İkinci Dünya Savaşı sırasında da gıdıklamaya devam eden Oppenheim’ın bu sefer faaliyet alanı Irak’tan Hindistan’a kadar uzanan Britanya İmparatorluğu olmuş, bu yıllarda adı ‘Abu Cihad’a çıkmıştı.


Özet Kaynakça:
İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınları, 2002; Fritz Fischer, Germany’s Aims in the First World War, W. W. Norton Company Inc., New York, 1967; Ulrich Trumpener, Germany and the Ottoman Empire, 1914-1918, Princeton University Press, 1968; C. Snouck Hurgronge Cihat ve Tehcir (Yay. Haz. Mete Tunçay), İstanbul: Afa Yayınları, 1991; Kadir Kon, “Jihad Made in Germany”, Kültür, Bahar 2008, Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı, s. 122-131.


Yazı: Ayşe Hür [email protected]

Kaynak: Taraf

Haber Ara