Türkiye'nin küresel değil bölgesel bir güç olma iddiası için çok şey söylendi. Türkiye'nin iktidardaki AK Partinin köklerinin İslam'a dayandığı gözönüne alındığında, bazıları Türklerin gücü karşısında haklı olarak rahatsızlar ve AK Partinin emellerini "Yeni Osmanlıcılık" hedefleri olarak görüp alay ediyorlar.
AB üyeliği girişimi tahmin edilebilir bir geleceğe ertelenirken Türkiye, doğuya yönelip İran ve Suriye gibi eski düşmanlarla yeni ilişkiler kurmaya çalışıyor. Bu arada Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın gittikçe sertleşen İsrail karşıtı söylemi, onu, uzun süredir Yahudi devleti zor bir bölgede ABD'nin tek güvenilir müttefiki olarak gören ABD'li politikacılara sevdirtmedi.
Yine de Türkiye'nin ABD'de, Washington'un; dünyanın en büyük Müslüman demokrasisi ve Avrupa'yı Arap dünyasına bağlayan bir köprü olarak coğrafi konumu gözönüne alındığında mükemmel bir arabulucu görevi görebileceğini söyledikleri yükselen bir Türkiye'yi kabul etmesini isteyen pek çok destekçisi var. Eski New York Times yazarı Stephen Kinzer'in ABD'ye, İsrail ve Suudi Arabistan ile geleneksel ittifakının derecesini düşürüp İran ve Türkiye ile ittifakını artırması çağrısında bulunan "Reset Politikası: Türkiye ve Amerika'nın Geleceği" adlı yeni kitabının özü de bu.
İranlı mollaların Amerikan karşıtı teokrat ideolojisi ve Türk toplumunun büyük bir kesiminin ifade ettiği dar görüşlü değerler gözönüne alındığında, Kinzer'in reçetesi iyimser olduğu kadar da gerçek dışı. AK Parti yönetiminde Türkiye'nin dış politikasının büyük bölümü aslında ABD'nin çıkarlarına zarar veriyor. Örneğin, İran'ın geliştirdiği nükleer programına karşı uluslararası yaptırımları zayıflatma yönündeki mükerrer çabaları ya da eski Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in, Muhammed Peygamber karikatürleriyle ilgili olarak özür dilemeyi reddettiği gerekçesiyle NATO Genel Sekreterliğine atanmasını veto etmesi gibi.
İsrail ile bir zamanlar Müslüman-Yahudi diplomatik işbirliğinde en mükemmel noktada olan ilişkisi kopmanın eşiğine gelirken Suriye ve İran gibilerle yakınlaşması, dış politikasının sıkıntı verici bir yöne doğru gitmekte olduğunun bir başka işareti (geçen hafta ülkenin Milli Güvenlik Kurulunun bir belgesinde Suriye, Ermenistan ve İran tehdit oluşturan ülkeler arasından çıkarıldı).
Bunların hiçbiri Türkiye'nin dünya meselelerinde yapıcı bir rol oynayamayacağı ve ABD'nin kültürel ve ekonomik bir güç olarak yükselmesini hoş karşılamayacağı anlamına gelmiyor. Türkiye sadece dikkatini başka yerlere, kültürel ve etnik bağlarıyla iftihar ettiği dünyanın daha ücra yerlerine vermelidir ve bunu yapıyor gibi de görünüyor.
--Türkiye'nin Uzlaştırıcı Olarak Rolü--
Bir devrime sahne olan ve geçtiğimiz yıl boyunca etnik bölünmeler yaşayan Kırgızistan'da bu ay Türkiye'nin ev sahipliği yaptığı olaya bakın: Türkiye, Issık gölü kıyılarında, Kırgız ve Özbek toplum liderlerini bir araya getiren "Asya'da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı"nı düzenledi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki konferansa ayrıca Kırgızistan'ın siyasi liderleri de katıldı.
Kırgızistan'ın etnik Kırgız ve Özbeklerinin uzlaşması şu anda Kırgızistan'daki en acil ve de en zor görev. Bir toplantı, yaraları sarıp düşmanlıkları sona erdirmeyecektir. Ancak Türkiye tam da bu türden diyaloğu destekleyecek bir konumda. Kırgız ve Özbeklerin ataları Türk steplerine uzanıyor ve hem Kırgız hem de Özbek dili Türk dillerinden. Her iki ülkede de Türk ürünleri ve kültürü yaygın ve Türkiye, (Sovyet dönemlerinin eski işgalcisi) Rusya ya da (şaşırtıcı, beceriksiz yabancı) ABD'nin olmadığı gibi tarafsız, dost bir ülke olarak görülüyor.
Yugoslavya'nın kurulmasından önce Osmanlı İmparatorluğu'nun parçası olan Balkanlar da Türkiye'nin yardımcı bir rol oynayabileceği başka bir bölge. Türkiye'yi genel olarak nüfuzunu artırma arzusunun yanında diplomatik girişimde bulunmaya iten güç, 2008'de Müslüman çoğunluklu Kosova'nın bağımsızlığına verdiği desteğin, egemen bir devlet olmasına şiddetle karşı çıkan Sırbistan'da gerginlik yaratmasıydı. O zamandan beri Balkanlar'da çok meşgul olan Türkiye, bölge liderleri arasında zirveler düzenliyor.
Nisan ayında Sırbistan Devlet Başkanı Boriç Tadiç ve Bosnalı mevkidaşı Haris Silajdzic, İstanbul'da Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün düzenlediği bir toplantıda ilk kez olarak el sıkıştı. Tadiç'in Bosna'nın Srebrenica köyüne gidip 8000 Bosnalı Müslüman'ın katledilmesinin 15. yıldönümünde anma törenlerine katılacağını ve resmi bir özür yayımlayacağını duyurması bu toplantıda oldu. Tadiç ayrıca Bosna'nın AB'ye katılmasına destek verdi ve NATO için bir Üyelik Eylem Planı almasını da kutladı. Bu ilerlemenin çoğu elbette Batı'yla entegrasyonu öncelik haline getiren Tadiç sayesinde oldu (örneğin, Belgrad'da geçen ay 1 milyon dolarlık zarara neden olan şiddetli gösteriler arasında yapılan eşcinsel hakları yürüyüşüne destek verdi).
Ancak Türkiye'nin de bunda payı var. Ortodoks Hıristiyan Sırbistan'da, Türkiye geçen yıl, ülkenin Müslüman çoğunluklu Sancak bölgesinde rakip Müslüman siyasi gruplar arasındaki şiddetli tartışmada arabuluculuk yaparak çok önemli bir rol oynadı. 1995 tarihli Dayton Anlaşması'nın uygulanmasını denetleyen Yüksek Temsilcilikten eski bir yetkili, "The Wall Street Journal"ın mülakatında, "Son altı ayda Türkiye'nin tek başına yaptığı diplomatik çabaları diğer herkesinkiyle karşılaştırırsanız bir şeyler başaran sadece onlar oldu." dedi.
Türkiye'nin Orta Asya'da etnik anlayış oluşturmadaki rolü, Müslüman sokaklarında, Erdoğan'ın insafsızca İsrail'i eleştirerek ve İran ve Suriye'ye sıkı fıkı olarak toplamayı hedeflediği takdiri almayabilir. Ama dünyadaki rolünü ciddiye alan bir Türkiye'nin izlemesi gereken tam da bu türden bir diplomasidir.
Kaynak: James Kirchick / Radio Liberty Çeviri: BYEGM