Dolar

34,8813

Euro

36,7455

Altın

3.042,60

Bist

10.147,80

İslâm Ümmeti ve Medeniyet Bilinci

İslam ümmetim değerler toplumudur. Bu değerlerle tarihi bir görev üstenmiş durumdayız. Uluslararası toplumun dayatmaları ile insanlığı yirminci yüzyılın son çeyreğinde mahkûm eden bölünmüşlükten ve acı çekmekten, insanları kurtarmak gerekir.

15 Yıl Önce Güncellendi

2010-10-25 18:45:34

İslâm Ümmeti ve Medeniyet Bilinci

Prof. Dr. Hamid Abdullah Rebi* / TİMETURK

İnsanlığın kültür mirasını ve İslam medeniyetin tarihte oynadığı büyük rolü düşündükçe; insanlığı yirmi birinci yüzyılın bataklıklarında kurtaracak, bu misyonu üstlenecek ideal toplumun İslam toplumu olduğundan hiçbir şüphem yok. Biliyoruz ki ümmetimizin tarihi bazı darbeler almıştır. Tarihimizde tahrifatlar yapılmış ve ihmal edilmiştir. Ümmetin evlatlarına düşen görev ise, tarihlerini temizleyip, saf berrak bir şekilde insanlığa yol gösterecek bir şekilde sunmak ve insanlığı ileriye götürecek onlara önderlik ve rehberlik edecek duruma getirmektir.

Ümmetim değerler toplumudur. Bu değerlerle tarihi bir görev üstenmiş durumdalar. Uluslararası toplumun dayatmaları ile insanlığı yirminci yüzyılın son çeyreğinde mahkûm eden bölünmüşlükten ve acı çekmekten, insanları kurtarmak gerekir. İlk yapacağımız iş ise, kabul edilemez bazı yanlış kavramları düşünce dünyamızdan atmakta olacaktır. Tarihi tecrübelerimiz ışığında bu yanlışları açıklamamız ve açığa çıkarmamızın zamanı artık gelmiştir.  

İtiraf etmemiz gereken bazı gerçekler vardır. Onlardan ilki: İnsanlık kültür mirasının tarihini yazanların tümü; ya batılılardır ya da batılı kavramlardan beslenenlerdir. Tarih değerlendirmesinde yaygın olarak kullanılan kavramlar, Avrupalıların tarih teorilerinden ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, bu teorilerin arka planında, tarihi hep siyasi propaganda malzemesi olarak kullanmışlardır. Bunun yanına batılıların milliyetçiliğini de hesaba kattığımızda siyaset tarihinin neden yeniden yazılmalı düşüncesini daha yakından anlamamız için yeterlidir. Bugüne kadar insanlık tarihi bir Müslüman’ın kalemi ile hiç yazılmamıştır. Sadece dilsel bağlamda değil, hatta felsefi ve olayları yorumlama açısından da durum böyledir. Maalesef Bazıları iyi niyetle birçoğu ise iyi niyete mahal bırakmayacak şekilde zihinlerimize birçok yanlış düşünce ve kavramlar yerleşti. Günümüz insanı ise, Avrupa taklitçiliğinden ibaret hale geldi. Siyasi gelişimi ve ilerlemesi ise, -seçim, anket ve referandum düşüncesi vs.- batılı demokrasi yaşam tarzından ibaret.

Artık düşünce dünyamızdan ve insanî ilişkilerimizde, bu yanlış kavramları atmamızın zamanı çoktan gelmiştir. Siyasi ilerleme, ekonomik ilerlemeden tümüyle bağımsızdır. Yunan toplumu, geleneksel demokrasiyi en çok ifade ve tabir etme bakımından diğer toplumların başında gelmiyor muydu? Kalkıp miladi ikinci yüzyılın ikinci yarısında ona denk düşen Roma ile toplumu ekonomik açıdan karşılaştırabilir miyiz?  Tüm peygamberler ümmi değiller miydiler? Okuma ve yazma bilmezlerdi. Buna rağmen kim iddia edebilir ki, insanlığı yöneten ve idare eden kişiler olarak, kültürel bir gücü ve değeri temsil etmiyorlar?  Fransa devrimi batı medeniyetinin başarısızlığına karşı yapılmış bir ters tepki değil miydi?  Kominizim devrimi da, başarısız Fransız devrimine bir ters tepki olarak ortaya çıkmadı mı?  İki devrimi de kiliseyi medeni hayattan atmayı amaçlayan,  Hıristiyanlıktan sonra Avrupa insanın on yedi asır boyunca sunduğu değerler ve gerçekleri ilan etme olayı olarak başka nasıl anlayabiliriz ki?

Ey oğul! Gel tarihin hakikati tüm gerçekliği ile gözler önüne serelim. İnsanlık tarihinde üç devrim meydana gelmiştir.
Birincisi: Romalıların siyaset ve yönetimlerinde başvurdukları ve ünlü tarihçi Cicero’nun “Kanun” adlı kitabında dediği gibi sessiz, sakin ve hiç kimsenin farkına varamayacağı gizli bir devrimdir.

İkincisi: İlkeleri ve zaferleri ile ‘İslam daveti devrimi’dir. Güçlü bir devrimdi. Değerler sistemini geri getirdi ve medeni insanın temel yasalarını belirledi.

Üçüncüsü ise hâlâ sonuçlarını yaşadığımız Fransız devrimidir.

Bu üç devrim, insanlık gelişimine katkıda bulunmuş ve tam olmasa da sosyal ve siyasal alanda insan haklarını uygulama ve kabulü konusunda bizlere belirgin bir örneklik teşkil etmektedir.

Batılıların tarih alanında yazdıklarını, Müslüman tarihçinin artık ret etme zamanı gelmiştir. Ya da en azından yeniden değerlendirme ve gözden geçirmeleri gerekir. Bu kalemler, insanlığın medeniyet gelişimini, Yunan medeniyetinin birbirini izleyen halkalarından meydana geldiğini kaydederler. Platon (Eflatun)’un kavramları ve Aristo’nun algısını Roma deneyimi ile etkileşime geçtiğini, damarlarda dolaşan kan gibi, Avrupalılara Katolik değerler elbisesi giydirilmiş, bunlarla adım adım akıl ve aydınlanma çağına sevk ettiğini, daha sonra Rönesans çağı gelir, insan aklının geleceğini belirleme gücüne ve kuvvetine ulaştığı görülür. Bu medeniyet, Avrupalı insana, insanlığın önceleri bilemedikleri ve bilemeyecekleri üç özelliği onlara vermiştir.  O da: Akıl, teknolojik ilerleme ve macera gücüdür. Bugün yaşadığımız ve karşı karşıya kaldığımız medeniyet, bu üç unsurun etkileşiminden meydana gelmiştir. Çağımızın tüm insanları, bu medeniyetin ışığında hareket etmektedirler. Buna rağmen tarihi yeniden okuyup incelediğimizde, insanlık tarihinin sadece üç düşünce devrimi yaşadığını ve bunlar arasında da tüm gücü, ihtişamı ve insanlığa sundukları ile İslam düşünce devriminin ayakta kaldığını göreceğiz.

Konunun genel özelliklerine geçmeden önce şu soru ile başlayalım: Cicero, Kanun adlı kitabında “Doğal Kanunların İlkeleri”ni ele almadan önce, düşünen insan insanlığa neleri sunmuştu?  Yaygın düşünceleri bir tarafa bırakarak, tarihin gerçeğini aklımızı kullanarak anlamaya çalışalım. Platon ve Aristo’un tüm yaptıkları aşkın bir güç, yüce bir iradenin rehberliği ve hidayeti olmadan, evrenin hakikatini düşünce gücü ile anlamaya ve keşfetmeye çalışmışlardı. Bu Yunan uğraşı ve girişimi, bazı yerlerde başarılı olmuş, bazı yerlerde ise başarısız olmuştur. Başarı sağladığı yerler, yaratıcı aklın ve düşüncenin gücünü ortaya çıkarmış olmasıdır. Başarısızlıkları ise medeniyet görevini üstlenecek, bir toplumu ve bir siyasi oluşumu sağlayamamış olmalarıdır. Ayrıca Platon ve Aristo ikisi de adaletten ve kanundan kendi açılarından söz ederken, ikisi de kölelik sisteminin doğal kabul ederler. Dolayısıyla toplumun bazı fertleri köle olmak ve bazıları ise özgürce yaşamak için doğmuş oluyorlar. İnsanoğlu, sade düşüncesi ve bireysel tasavvurları ile her varlıkta ilahi hakikatten bir parça olduğuna güç yetirememiştir. Cicero şu ünlü sözünü ile: “Doğa herkesi eşit yaratmıştır. Her bireye, yasa koyucunu iradesi üstünde olan bazı doğal haklar vermiştir” konuyu ele almış. Cicero bu düşüncesi aslında mütekâmil bir düşünce devrimdir. Ancak bu düşünce herhangi bir yankı bulmadan yok olup gitti. Nitekim buna uygun kanuni düzenlemeler yapılıp hayata geçmeden, Cicero umutsuz Cumhuriyet sisteminin kutsallığını savunma yolunda öldürülerek kanı Napoli yakınlarında içilmişti. Avrupa siyaset algısında bu devrimi hâlâ unutkanlık ve cahillikle üstü kapatılmaktadır.

Demek ki insanlık, Cicero’un ölümünden altı yüz yıl kadar sonra, İslam davetinin ortaya çıkaracağı düşünce devrimini beklemeleri gerekiyormuş. Bu devrim, insanlık için yeni bir kültür ve medeniyet hareket noktası oluşturacaktı. O devrimin genel özellikleri nelerdir?  Biz hala, dünyada benim ümmetim nerede? Sorusuna cevap bulma uğraşındayız.  Peki, sizce yanlış kavram ve yanlış tarihi algıları düzeltmeden sorduğumuz soruya cevap bulmak mümkün müdür?

Tarafsız bir tarihçi, İslam davetinin, insanlığın önceleri bilmediği beş unsuru içinde barındırdığını hiçbir zaman göz ardı edemez ve unutmaz. Bu unsurları şöyle sıralayabiliriz: Bir: Yüce irade Allahın iradesi sosyal yaşamda da saygı görmesi gerektiği.
İki: köleliğin doğal bir durum olmadığını ve aşamalı olarak nihai bir şekilde kaldırılması gerektiği.

Üç: Siyasi toplum, birbirine kenetlenen iç içe olan bir güç olduğu.

Dört: Bireysel saygı hakkı, ırk ve din mensubiyetinden bağımsız bir şey olduğu.

Beş: Cihad, insan varlığının eksenini oluşturduğudur.

İslam medeniyeti, özünde aklı kullanmaya bir çağrıdır. İnsanın kendi bireysel yetenekleri ile etrafındaki evreni anlamak ve keşfetmek için yola koyulmaktır. Kendi ve etrafındakilerin gücünü, yüce bir ahlaka doğru ve ideal bir amaç uğrunda toplamak ve o gücü kullanmaktır. Bencilliğin olmadığı ve daveti yayma yolunda cihad kavramının hâkim olmasıdır. Ancak belli bir alanda yüce irade, Allah’ın iradesi insanları yönetir ve sevk eder. Şöyle ki, konulmuş belirlenmiş ilkeler sistemi içinde, insanın kendini bulma ve keşfetme izni verilmiştir. Allah onu rehbersiz bırakmıyor. Aynı zamanda ona belli şeyleri de dayatıp elini kolunu bağlamıyor. İnsanı özgür bırakmıştır. İnsan kendisi yapabilir de imtina da edebilir. İrade-i ilahiye, genel çizgileri çizer, ancak akıl ve mantık gücü ne kadar güçlü olursa olsun, onu keşfetmede zayıf ve aciz kalır.

Siyasi topluluk ümmettir. Siyasi ümmet ise, üç gerçeği içinde barındırmaktadır: Medeniyet, toplum ve yönetim. İslam davetinden önce, siyasi kategoriler, topluluk ve bireyden ibaretti. Aralarındaki ilişki ise çelişki ve tenakuz ilişkisiydi. Hıristiyanlık öğretilerinin yayılmasından sonraki dönemlerde de durum böyleydi. Nitekim aziz Saint August, ilah şehri ile insan beşer şehri arsındaki ilişkiyi, sert güçlü bir çarpışmadan başka bir şey olarak göremiyordu. Bazen şeytanın lehine, bazen de iyiliğin lehine sonuçlanır. Şöyle ki, birinin zaferi diğerinin aleyhine işliyor. 

İslam’ın siyaset teorisi, çoğulculuk düşüncesini esas alır, birey ve toplum, medeniyet ve yönetim. İnsan tüm kategorilerin efendisi olduğundan, varlığını ancak ümmete ya da topluluğa katılmakla sağlar. Tüm bu unsurların ilişkileri düzenleyen ve toparlayan ise, yönetim kavramıdır. Hilafet haklar manzumesi değil aksine toplumun ideallerinden yani dini değerleri ifade eden yükümlülüklerden ibarettir.

Arapların ilkel ve sade bir hayat yaşıyor olmalarına rağmen, güçlü ve yaratıcı bir kuvvet olmalarını sağlayan etraflarındaki tüm imparatorlukları sarsan ve yerle bir eden, bu gücü onlara, işte bu düşünce devrimi sağladı.  İmparatorluklar dağıldıktan sonra, halkları kendi istekleri iler bu davetin öğretilerini kabul edip İslami değerler özümsendiler. İnsanlık tarihinin en büyük mucizesini gerçekleştiren bu devrim, bir bitki gibi işte tamda bu topraklarda yeşerdi ve yeşeren bu yeni medeniyet büyüdü. Ümmetimin medeniyet görevinin ışığı yayılmaya başladı. Bölgede sel ve dalga haline geldi. Birkaç açıdan insana kendini kabul ettiren ve yeşeren o bitki artık meyvelerini vermeye başlamıştı. Arapların on iki asır boyunca üslendikleri taşıdıkları bu İslami düşünce devrimin sorumluluğunu, birçok değişikliklere neden oldu. Onların bu görevi başarmış olmaları, insanlığın o güne kadar medeniyet görevi hakikatini anlama ve algılamadaki başarısızlıklarından başka bir şey değildi.

Avrupa’nın büyük düşünürler itiraf ederler ki, Fransız devrimi, insanlığa bazı şeyleri sağ elle sundu ancak verdiklerini sol elle de aldı. Rönesans aydınlanma çağı, aklın ve özgürlüklerin aşırı derecede yüceltilmesiyle bazı putlar oluşturdu. İnsanlar artık devlete ibadet eder oldu.  Ve kendilerini Yunan kültürüne mensup etmeye başladı. Son olarak özgürlük, kardeşlik ve eşitlik sloganları altında ırkçılık düşüncesi ve felsefesi derinleşmeye başladı. Özgürlük, kardeşlik ve eşitlikçiliği artık onlarda şu şekli almaya başladı: Özgürlük Avrupalıların hakkıdır, eşitlik ulus toplumun içinde olur. Bunun dışında Siyasi değerler içinde, hiçbir şeyin yeri yoktur.  Yeni siyasi ilişkiler, tek, doğru, kesin, genel ve kapsayıcı olduğundan, değerleri ve ideal ahlâkı ortadan kaldırmakla kalmıyor, hatta Platon ve Aristo’nun örnek düşünce tarzlarını, düşünce hayatının temeli haline getirdiler. İki bin yıla yakın insanın tüm gelişim ve müktesebatı hiçe sayan hatta Katolik kültürün Avrupalı insanlara doğru yola iletmede başarısız olduğunu ilan ettiler.

Batılı insan, ilkel davranışlarından ancak kilisenin İslam kültürü ile temasa geçtikten sonra, bırakabilmiştir. Zaten aziz Thomas Aquinas’in Ortaçağ felsefesi ile ilgili yeni şeyler söylemesi, İslam düşünce akımlarının batıya geçmesi ile olmadı mı?  İslam öğretileri ve düşüncesi değişik kanallardan onlara ulaştı. Bazıları doğrudan bazıları ise dolaylı yollardan ulaştı. Nitekim aziz Thomas Aquinas eğitimini, Sicilya’da eğitim gören Büyük Albertos’un yanında almıştır. Böylece İtalyan filozofa, İbni Sina ve İbni Rüşd’ün felsefesi aktarılmış oldu. Diğer yandan Paris üniversitesi kurulduğunda, yüzyıla yakın İslam felsefecileri metinleri vasıtasıyla Yunan felsefesi okutuldu. O üniversitede İbn Sina ve İbn Rüşd’ün eserleri okutuluyordu. En son o dönemin Papası çileden çıkmış ve Paris üniversitesinde İslam felsefecilerin metinlerinin okutulmasını yasaklayan bir karar çıkarmış. Bu karardan sonra hocalar öğrencileri ile birlikte Paris üniversitesini bırakıp, topluca İspanya sınırları içinde bulunan Toloz üniversitesine gitmişler. Böylece papa baskısından uzak, İslami metinlerden rahat bir şekilde faydalanmaya devam etmişler.

Avrupalılara medeniyet görevinin ne olduğunu, ümmetimin medeniyeti öğretmiştir.  Ancak Avrupa dünyası ümmetimin öğretilerini kültür mirasını nasıl karşılayacağını bilemedi. Avrupa toplumunun gerçek trajedisi buydu. Çünkü atalarımın mirasının sadece bir bölümünü aldılar.  Atalarımın medeniyeti, din ile aklın karışımından oluşur. Akıl yani yaratıcı düşünce gücü, din ise yaradan tarafından indirilen öğretilerdir. Akıl, dini öğretilerden yola çıkar. Çünkü sade insan mantığı ile uyuşmaz anlaşamaz. O mantığa bazı kurallar çizilmiştir onlara inanmak kişinin iman belirtileri sayılmıştır. Avrupa aklının taşlaşmış ve çürümüş öğretiler karşısında tüm cahilliği ve sertliği ile İslam kültür mirası karşısında, onu kabul edip ve başını eğmekten başka bir şey yapamadı. İslam aklını beğendi ve onu dini içeriğinden değerlerinden ve ideallerinden soyutlayıp onu geliştirdi. Ortaya çıkan sonuç ise Fransız devrimi aydınlan çağı yani Rönesans. Buda bizlere şu hikâyeyi anımsatmaktadır, karganın tavusu taklit etmeye kalkışması üzerine artık hem kendi yürüyüşünden de olmuş hem de tavusu taklit edememiş.

Tüm bu genel uyarılardan neyi anlamalıyız?

Gerçek anlamda insanlığı zihin ve düşünce bağlamında ileriye götüren tek devrim, İslam devrimi yani İslam davetidir. Tarihi başka açılardan ele almanın baştan yazılması gerektiğine anlamanın zamanı gelmiştir?  Tarihin ve insanlık öyküsünde hala karanlık sayfalar var ve bunlar yeniden yazılmalıdırlar

Müslüman ırklar ile İslam arasındaki ilişkiyi doğru tartmak için, ikisi arasındaki gerçek bağları ve tarihi ilişkileri iyi bilmek ve gelişim aşamalarını iyi belirleyip öyle ölçmek gerekir. Irklar, İslam için ne yaptı? İslam ırklar için ne getirdi? İkisini ayrı düşünmek imkânsızdır. Ancak şu da var ki, bazı farklar ve sınırlar vardır. Peki, ölçü nedir? Ve nasıl olmalı? Biz daha kendimizle hesaplaşmada yolun başındayız. Bunlar cevaplamamız gereken sorulardır. Ta ki bizden sonra gelecek olan nesiller düşünce dünyasının kahramanları olsunlar

Ey oğul yavaş! Düşüncenin oluşumu için sabra, çile çekmeye ve sükûnete ihtiyaç vardır. Sadece iman ve kendine güvenmekten ibaret değildir. Buna rağmen ben hep haykıracağım. Hep Müslüman olarak kalacağım. Anladın mı neden?

Yine tekrarlıyorum benim mensubu olduğum ümmet değerler ümmetidir ve ben hep Müslüman olarak kalacağım. Bu doğuştan gelen, dayatılan ve körü körüne bir mensubiyet değildir. Aksine, bende hâsıl olan bu düşünce çok yönlü bir kanaatin sonucudur. Ümmetimin tarihi, insanlık tarihinin nihai bir özetidir.  Bu tüm insanlığı ilgilendiren bir küresel bir hadisedir. Ayrıca olan bitenleri sorgulayan araştıran herkesin ulaşması gereken bir sonuçtur. Merkezde benim atalarımın kültür mirasının olduğu bir medeniyet tarihi doğuyor. Bu, atalarımın toprakları üzerinde, insanlığa ve insan varlığı karşısında Allahın yadsıması ve imtihanının mantıklı bir sonucudur.

Ey oğul! Tarihi benimle anlamaya ve idrak etmeye ne dersin? Güvenilir biri, bu tarihi sana anlatacak. Doğru sözlü ve güvenilir birinden dinlemeye ne dersin? Öyle ise, gel beraber geçmişin sesine kulak verelim

İnsanlık var olduğu günden bu yana, üç kıtanın buluştuğu yerde kendilerini buldular.  Yani kendilerini dünyanın kalbinde buldular. Ve doğru yola çağıran İslam davetinin de tam olarak bu topraklardan çıkmış olması bir tesadüf değildir. İnsanları barbarlıktan melekler âlemine ulaştıracak götürecek olan çağrı işte bu davettir. Ve o çöllerde insanlığın seyri değişti. Bedevi insanlardan başka hiç kimsenin yaşayamadığı o çöllerden, aralıksız bir şekilde ardı ardına çağrılar birbirin izledi. Tüm derinliği, açıklığı, temizliği ile güçlü ve fedakâr bir iman sesi yükseldi o topraklardan. Mensubu olduğum ümmetin toprakları tüm dinlere beşiklik etmiştir. Sadece İslam dinine değil, öncesinde Tevrat dinine, sevgi ve barış dini olan Hıristiyanlığa da beşiklik etmiştir.  Günümüzde Müslümanlar, atalarını kutsal öğretilerini unutup, Allah tarafından onlara verilmiş yüklenmiş görevlerini yerine getirmekte geri kalmışlarsa, bu bir ferdin suçu değil belki tüm toplumun suçudur. Başvurdukları yol ise onları hakikatlerinden uzaklaştırmakta ve kendileriyle çelişen ve gerçeğinden uzaklaştırıp unutturan bir topluluk haline getirmiştir.

İnsan dediğimiz hatalar bütününden oluşur. Hata insana bilmediklerini öğretir ve ilerleme sağlar. Biz Müslümanlar olarak tarih boyunca birçok hata yaptık. Günümüzde başımıza gelenler ve yaşadığımız tarajedik olaylar aslında ettiğimiz hatalar ve o hatada ısrar etmekten başka bir şey değildir.  Ancak yaratıcı ve gittikçe gelişen her medeniyet gibi İslam medeniyetinde düşüşler ve zayıflamalar olmuştur ve olacaktır da. Biz Müslümanlar hatalarımızdan ders çıkartıp yeniden hakkın ve hakikatin bayraktarlığı yapacak ve o parlak geçmişimize geri dönmemiz gerekiyor. Tüm araştırmacılar, insanlık gelişimi ve hakikatini tespit etmeden ve İslam ümmetinin medeniyet gelişimdeki yerini, genel ve kapsayıcı bir gözle bakmadığı sürece,  İslam ümmetine devdi edilen tarih görevini tam olarak anlayamaz.  Detayları bir taraf bırakacak olursak, insanlık öyküsünün tarihini şu üç güç etrafında şekillendiğini göreceğiz: Uzak doğuda Çin, en batıda Avrupalılar ve İslam medeniyetinin ortada yer aldığını görürüz.  Birleşik hilal şeklinde sarı deniz Hint okyanusu burnundan en kuzeye batı Gal topraklarına kadar ve o coğrafyanın tam ortasında ise, deniz misali çöller sertliğin güçlüğün hâkim olduğu güzel bir doğa görürsünüz.

Bu üç gücün, ekonomik, sosyal siyasal, insanlığa sağladığı yarar, kat ettikleri gelişim ve ilerleme bakımın her biri diğerlerinden farklı değişik sonuçlar doğurmuştur. Bunların birey medeniyet ve değerleri bakımından birbirinden farklı sonuçlar doğurmuştur. Çin toplumu, siyasi oluşumu bakımından dışa kapalı kendi öz gelişimleri ile ilgilenen bir toplum olarak gözümüze çarpmaktadır. Bu toplum dört bin yıla yakın süreden beri hep böyle devam etmiştir. Çünkü onların gelişim ve ilerlemeleri dışa açılmak fetihler değil aksine erdemliğe, ahlaka,  medeni gelişim ve ilerleme gibi kavramlara dayanmaktadır. Çin toplumunun karşısından okun en kuzey tarafında duran, sürekli birlik ve beraberliği sağlamaya çalışan, sürekli ondan söz eden ve bu siyasi birliği Romalılardan sonra bir türlü sağlayamayan Avrupa toplumunu görüyoruz.  Düşmanlarına, onları çevreleyen ve diğer toplumlarla, siyasi ilişkilerinin temel felsefesini oluşturan bir birliktir.

Onların siyasi yaşamlarında, yaygın temel üç ilke vardı: güç kuvvet, yalan ve kandırma üçüncüsü ise, saldırganlık ve bağnazlıktır. Hatta bu topraklardan Akdeniz yolu ile onlara giden semavi öğretileri de onların ahlaki değerlerini yüceltemedi ve bağnazlıktan kurtaramadı. Bencillikleri ve ırkçılıları doğrultusunda dine yeniden şekil verdiler. Hatta öyle dönemler olmuş ki,  kültürel ve dini miraslarını bırakıp Allah’ı inkâr etmekte hiç tereddüt etmemişler. Avrupa insanı ilk günden itibaren bağnazlığı, hayvan gibi güç kullanmayı, nefsi ve arzusu peşinde gitmeyi bir yaşam tarzı haline getirmişti. Ve bizler, ataları olan Romalıları tanımadan bu günün ve yarının Avrupalısını ne tanıyabilir ne de anlayabiliriz. Bu gün Siyonizm’in, herkesin gözü önünde,  Filistin topraklarında yaptıkları sözünü ettiğimiz gerçeğin tezahürü değil midir?

Allah’ın yüce iradesi, bu topraklardan en yüce ahlaki değerler ve örnek davranışların tüm dünyaya yayılması için, İslam davetine seçti, Çünkü onlar, bu değerleri taşıyacak kendiliğinden kabul edecek en ideal toplumdu. 

Yaratıcı bir medeniyetin özellikleri neler olabilir?  Bu soruyu birden fazla bilim adamı kendi kendine sormuştur. Birde medeni gelişmişliğin belirtileri ve özellikleri melerdir? Dolayısıyla hangi medeniyet, insanlara rehberlik etmede ve yönetme de söz hakkına sahiptir. Ve hangisi tüm insanlar için buluşma noktasını teşkil eder? 

Bir medeniyet diğer medeniyetlerden beş nedenden dolayı üstünlük sağlar.

Birincisi: Varlığın ve teamülün eksenini oluşturan değerler ve idealler sistemi açısından.  İkincisi: Medeniyetin evrensel bir yükümlülüğünün olması açısından.

Üçüncüsü: Toplulukları arkasında sürükleyebilecek güce sahip olması.

Dördüncüsü: Direnme ve sebatta süreklilik gücü.

Beşincisi: Çatışma ve anlaşmazlık zamanlarında idare ve yönetme kabiliyeti.

Bu saydığımız unsurları, başka bir topluluğun sağlayamadığı sadece benim ümmetimin bunları mütekâmil bir seviyeye ulaştırmıştır.. Bunun içindir diyorum ki, ben hep Müslüman olarak kalacağım.

Ancak nasıl oldu?  Nasıl bu seviye ye ulaştırdılar? Sakin ol ey oğul! Bizim yolumuz daha çok uzun. 

Başta, benim ümmetim siyasi kültürümüzün yerleştirdiği değerler sisteminin ümmetidir. Bu değerler keşfedilmeye ve üzerindeki tozların temizlenmeye ihtiyacı vardır.  Bizim gerçek tarihimizin öyküsü, başarıları ve başarısızlıkları ile değerler ve idealleri savunma ve koruma öyküsüdür. Ancak bu tarih tüm mücadele evrelerinde hep değerlerle kaplı olmuştur. Ne yazık ki, tarihimiz düşmanlarımız tarafından bin bir gece hikâyelerinden ibaret olmuş durumundadır. İnsanlar arasında doğa kanunların hüküm sürdüğü, devletler ile halklar arsındaki dile baktığımızda ise, kullanılan dil güçlünün zayıfı yediği, elinde imkân olanın güçsüzü kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı, geçerli olan dilin orman mantığı güç kullanma ve bencillik dili olduğunu görürüz. İçerdeki ses ile dışarıda kullanılan dilin farklı olduğunu görürsünüz. İnsanlık eski tarihte hep böyle yapmıştır. Tarihin tüm eski sayfalarında sürekli tekrarlanarak anlatılan Truva atı destanı bunlardan sadece bir örnektir. Keza Kayser mısıra girdiğinde mısırlılara konuşmasında şunları söylemişti: Amacının mısır halkına, kaybettikleri özgürlük ve haklarını iade etmek olduğunu söylemişti. Ancak halkı kandırmıştı,  bu yalan ve kandırmalar hep birbirini takip etti. Ve tüm değerler ve idealleri görmezden gelindi. İşte benim bunların hiçbiri yoktur ve olamaz da.

Roma imparatorluğu öyküsü ise,  gücün ve sınır tanımaz şiddet kullanmanın ilahlaştırılmasından başka bir şey değildi. Romalı olmayanlarla ilişkilerde ise, kural tanımazlardı. Sadece roma vatandaşı değil diye hesapsız ve sorgusuz öldürülebiliyordu. Bu kurallar tüm orta çağı boyunca hüküm sürdü. Prenslerin elinden düşmeyen kutsal kitap ise, Machiavelli’nin Hükümdar kitabıydı. Diğer taraftan on beşinci asrı Avrupa’sında birçok düşünür bu yanlışlıkları sorgulamadı değil. Hâlbuki Avrupalıların aksine, hayvanlar arasındaki mücadele ve çekişmelerde bile bazı kural ve kanunlara hâkimdi.  Acaba Avrupa insan, neden bu barbarlıktan ve hukuksuzluktan kurtulamadı?

Çokta uzaklara gitmeye gerek yok, gelin de Katolik dünyasının değerler meşalesinin taşıyıcıları olan Roma papalarını tarihlerine bakalım. Tarihlerine baktığımızda ne kadar pisliklerle dolu olduğunu göreceğiz. Aslında tek başına tüylerimizi diken diken eden Cesare Borgia’nın öyküsü yeterli gelecektir. Rönesans ve aydınlama çağına geldiğimizde artık kaba kuvvetin yerini ırkçılık mantığına bıraktığını görüyoruz. Seçilmiş halk, diğer halkları yönetir yönlendirir. Seçilmiş halk ise beyazlardır. Siyasette, ariyan ırkına mensup kişilerden başka kimse tabiri caiz ise kimse ilahlık taslayamaz olmuştu. Avrupa toplumunun en büyük sorunu aslında trajedisi, ırkçılık sorunudur. Bu ırkçılığı hala gözlerimizle görebiliyoruz. İnsanlık tarihinde eşi ve benzerine rastlanılmamış şu dört trajediyi, Amerika kıtasında yerli kızıl derelilere ve Avustralya’da yerli halka yapılan soykırım. Avrupa kıtasında ise Yahudilere yapılan soykırım. Son olarak ta anavatanlarında Filistinlilere yapılan soykırımı, Avrupalılar nasıl açıklayacaklar.

Bu ırkçı gerici zihniyete karşı, İslam ümmeti tüm ihtişamı ve güzellikleri ile durmaktadır. Neden? Bilgi kirliliği gerçekleri çarpıtma ve tarafgirlik olmasın diye bu soruyu cevaplamamız gerekmektedir.

Siyasi değerler sistemi dört ana başlık etrafında şekillenmektedir.

Halklar arasındaki teamül değerleri.

Siyasi yapının dışında kalan yabancılarla olan ilişkiler.

Siyasi yapının içinde kalanların birbirileri ile ilişkilerini düzenleyen değerler sistemi.  Yani yöneten ile yönetilenlerin teamül ve yönetim değerleri.

Sonuncusu da insan varlığına genel felsefi bir bakıştır. Toplumu çevreleyen, yani doğa hatta daha da genel olarak insanın evrenle olan değerler ilişkisi. 

Birinci bölüm toplumlara hüküm eden değerlerin özellikleri hakkındadır. Savaş hallerinde olsun barış zamanında olsun fark etmez. İkinci bölüm ise, yabancı bireylerin ulusal bir toplumda var olması yaşaması ile ilgili hükümleri içerir. Örneğin yabancı bir toplumda yaşayan birinin insani değerlerini kayıp mı ediyor? Asgari düzeyde de olsa bazı haklara sahip midir?  O topluluğun diğer fertleri ile eşit haklara sahip midir?  Aynı güvenceler ona da sağlanmış mıdır? Ve buna benzer şeyler. Üçüncü bölüm ise, yöneten ile yönetilenler arasında olan günlük ilişkiler düzenleyendir. Son bölüm ise, bizi medeniyet görevi ve sorumluluğun genel felsefi bakışına götürmektedir. Tüm bunları ele almadan İslam medeniyetini büyüklüğünü, diğer medeniyetler üstün olduğu gerçeğine vakıf olmamıza olanak yoktur. Sadece örneklik bakımından Müslüman toplumunun cömertliğini, yiğitlini ve Selahattin Eyyubi’nin saçlılara karşı verdiği mücadelenin hikâyelerini hatırlamamız yeterli olacaktır.

Ancak,  İslam ümmetini en parlak dönemleri ve o dönemim değerleri karşısında biraz duraklayalım.

Benim ümmetim değişmez sabit değerlere inanmış ve diğer toplumlara ilişkilerinde aleyhlerinde de olsa istisnasız bir şekilde bu değerleri yaşamın kuralı haline getirmişler. Bu kurallar ve değerleri diğer topluluklarla ilişkilerinde de uygulanan kurallar olmuştur. Bu değerler ve kuralları maddeler halinde sıralayacak olursak:

İnancı ve değerlerini savunmak için savaşmanın meşruluğu.

Tüm şartlarda, savaşta ve barışta insan saygın ve onurludur bir varlıktır.

İslam toplumunda, savaş alanında bile olsa ırkçılığın hâkim olmasını ve diğer toplumlarla ilişlerin temelini oluşturmaya müsaade edilmez.

 

Silahlı çatışma ya da savaşlardaki çarpışmalar halinde de sivillerin kanının akıtılmasının hiçbir bahanesi ve açıklaması olamaz.

İslam toplumu için geçerli olan tüm bu kurallar diğer toplumlar içinde geçerlidir ve o topluluklar sorumluluklarını yerine getirmeliler.

Demek ki, ihtiyarlara kadınlara ve çocuklara yani kısacası savaşmayacak olanlara saldırmak ve canlarına kıymak uygun ve doğru bir davranış değildir.

*Mısırlı ünlü düşünür ve yazar.

Bu makale Haşim Özdaş tarafından timeturk.com için tercüme edilmiştir.

 

Haber Ara