Zaman zaman bazı sarsıntılar yaşansa bile, bu şablon en azından dengelerin nerede kurulacağına dair bir kılavuzluk vazifesini ifa ediyordu.
Burada sol'un ne kadar "sol", "sağ"ın ne kadar sağ olduğunu tartışacak değilim. Ama, mesela 1970'ler itibarıyla sosyal demokrat CHP'nin daha "bölüşümcü", AP'nin ise daha fazla yatırımcı, daha az bölüşümcü niyetlerle siyaset yaptığını düşünecek olursak, "sol" ve "sağ" ayırımının o kadar da yanlış olmadığı sonucuna varılabilir.
Merkez sol ve merkez sağ ayırımı aslında 20. yüzyılın hakim paradigmasını oluşturan Keynesgil siyasal ekonominin gereklerinden türemektedir. Bu siyasal yapılanmanın ortak paydası "sistem"in genel ilkelerinde sağlanan uzlaşmaydı. Burada önemli olan sistem içi olmanın kriterleriydi. Sistem içi olmak, siyasal radikalizmlerden uzaklaşmayı ve genel anlamda demokrasinin normlarıyla uzlaşmayı içeriyordu. Bu uzlaşma oyla gelmek ve oyla gitmek üzerinden basit bir rutinleşmeyi kabul etmekti. Türkiye'de ise merkez sağ ile merkez sol arasındaki temel uzlaşma noktası bir ölçüde budur; ama daha derindeki uzlaşma, hakim ve kurucu ideolojide, yani Kemalist cumhuriyetçilikte odaklanıyordu. Bu uzlaşma, demokraside uzlaşmaktan önce geliyordu. Doğrusu bu "tarihsel uzlaşmanın" Türk siyasal hayatındaki çoğulculuk etkisinin karakterini tespit etmede daha zihin açıcı olduğunu düşünüyorum. Bu uzlaşma demokraside uzlaşmaktan çok, popülizmde uzlaşmaktı. Dolayısıyla bizde merkez sağ gelenek, daha çok "yasal sağ" popülizm; merkez sol ise "yasal sol popülizm" olarak okunmalıdır. Burada "yasal" kavramı kurucu siyasal değerlere sadakati ifade eder. Aradaki fark yorum farkıdır. "Yasal sol popülizm" kurucu siyasal değerlere bağlılığı; dağıtımcı, kollayıcı, koruyucu bir devletçilik ekseninde ve daha doktriner yorumlarken; yasal sağ popülizm ise aynı değerlere bağlılığı girişim serbestisini, ortalama "manevi" değerlerle (din ve gelenek) esneterek yorumluyordu.
Ortak kültürel paydanın demokrasiden çok popülizmde odaklaşması, merkez sağ ile merkez sol arasındaki siyasal tartışmaların sık sık gerilimlere, hatta çatışmalara dönüşmesinin esas sebebidir. Çünkü her ne kadar demokrasi söylemde ana atıf alanını oluşturuyorduysa da, derinde kavga popülist temellerde yürütülüyordu.
Popülist duyarlılıklarla ile demokratik duyarlılıkların ve ölçütlerin örtüşmesi ve sürdürülebilirlik kazanması sadece bir yere kadar mümkündür. Popülist yorumlar "demokratik çoğunluğun" tespitinde ve açığa çıkarılmasında yol gösterici olabilir ama bunun çoğulculuğa evrilmesini engeller. Popülistik iddia çoğunluk üzerinden tekçiliğe evrilir. Onun içindir ki mesela 1970'lerde "bulun 226'yı, bildiğinizi yapın" diyen vurdumduymaz bir söylem, ya da "tek başına iktidar olmak" -yani ötekini silip süpürmek veya ezip geçmek- gibi tedavi kabul etmez bir siyasal ihtiras söylemi, demokrasi tecrübemizin içinde vaka-yı adiyeden sayılmıştır. Popülizmin en sorunlu olduğu yer, belirli bir popülist odaktan bakıldığında görülen başka popülist yorumların "tehlikeli", sapkın, "yozlaştırıcı" olarak algılanmasıdır. CHP için DP'nin popülizmi tanıdık, lakin "tehlikelidir". Aşina olması kurucu değerlere atıfta bulunması yüzündendir. Tehlikeli olması ise bu atıfların yanlış bir yoruma dayanması ve tek başına kendisi olmasa bile "onun şemsiyesi altına sığınan ve kendisinin görmezden geldiği" unsurlardır. CHP, DP'nin "gerici" olduğunu elbette ki söylemiyordu. Ama "gericilik" DP'nin popülizm yorumunda ihmal edilmişti ve onun söylemi gericileri cesaretlendirecekti. Benzer olarak 1970'lerde AP, elbette CHP'nin "komünist" olmadığını biliyordu; ama CHP'nin sosyal demokrasi yorumu "komünistlere" destek vermesi ve onları şımartması tarihsel olarak ve son tahlilde kurucu değerlerin tahribatı anlamına geliyordu.
Yasal popülist sağ ve yasal popülist sol, diğerini arızi ve tasfiye edilmesi elzem siyasal tehlikeler olarak okuyordu. Bu yüzden Türkiye'de iktidarın el değiştirmeleri sancılı ve keskin kavgalarla yürütülmekteydi. Hiç kuşkusuz o devirlerin Soğuk Savaş karanlığıyla ve ağır ekonomik krizlerle örtüşmesi durumu ağırlaştırmıştır. Ama siyasal hayatımızın bunalımı sadece bunlarla açıklanamaz. Siyasal kültürel anlamda popülist ve totaliterlik öncesi yapılar bu krizleri içeriden beslemekteydi.
12 Eylül sonrası, ANAP merkez sağın yeni kapitalizmle uyumlu "yeni sağ" yorumunu yaptı. Popülizm burada da baskın bir nitelik taşımaktadır, ama eskisinden farklı ve akademik anlamda çalışılmaya muhtaç bir yeni popülizm olarak. Yeni kapitalizm, Keynesgil gereklere göre yapılandırılmış devlet yapılarıyla daha önce olmadığı kadar sorunludur. Yeni kapitalizme özgü iş ve işlemlerin akışı, merkez sağı, devletle hiçbir zaman olmadığı kadar gerilimli kılmıştır. Öte yandan aynı sorunlar devlet yapılarının yeni gelişmelere karşı, bir tür "devletçi muhafazakârlık" geliştirmesine ve dinamikleri giderek el altından engellemeye matuf strateji, taktik ve siyasetler üretmesine yol açtı. Bu gerilim merkez sağı elbette ki bizatihi olarak demokratize etmemiştir. Ama geleneksel bürokratik devlet yapılarıyla yeni sağ siyasetlerin yapıları dinamikleri arasındaki gerilim, yeni sağı daha demokratik gösteren bir algılama doğurmaktadır. Kurulu düzenin "katılaşmasıyla", yeni sağ'ın özellikle iş ve işlemler ağını yeniden oluşturmada başvurduğu "esneklik" ve "yenilikçilik" arasındaki fark, bu algılamayı haklı çıkaran bazı noktaları yakalamamızı sağlıyor. Ama bunları abartmadan tartışmanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü esneklik ve yenilikçilik, demokrasinin gerekli koşullarından olmakla beraber yeterli koşulları değildir.
Yeni sağ, eski yasal sağ popülizmin geleneklerinden arınmayı da içeriyordu. Bir bölünme hem kaçınılmaz, hem de bir bakıma gerekliydi. Eski sağ kadrolar içinde bir ayrışma yaşandı. Yeni dinamikleri okuyan "yenilikçiler" siyasal sicilleri ne olursa olsun ANAP'ta buluşurken, geleneksel yasal sağ popülizmde ısrar eden "muhafazakârlar" dışarıda kaldı ve ağırlıklı olarak DYP'de toplandılar. 1990-2000 arası muhafazakârlar iktidara geldi. Bu rüzgâr çok güçlüydü. O kadar ki, ANAP bile Özal sonrası bu "restorasyon" rüzgârından etkilenmiş ve bütün yenilikçi içeriğini kaybederek DYP çizgisine gerilemişti. Bu dönem, önce DYP-CHP, daha sonra da DSP-ANAP-MHP olmak üzere "eski düşmanları" bir araya getiren garip koalisyonlarla anılacak. Restorasyon dönemi yakın tarihin en karanlık, en krizli ve en hukuksuz yılları olarak anılsa yeridir. Bu süreç aynı zamanda öznelerini de yok eden veya zayıflatan bir süreçtir. DYP, ANAP ve DSP bu süreçte eridi. MHP ağır yaralı olarak çıktı.
Görece ayakta kalan ise CHP oldu. Restorasyon dönemi CHP'sine dikkat etmek gerekiyor. Artık bu partinin tabanı geleneksel anlamda "Halk Partililer" değildir. Eski merkez sağın tabanından gelen tortular da artık CHP'ye eklemlenmiş durumdadır. Restorasyon sonrasında, Adalet ve Kalkınma Partisi "yenilikçiliği" ifade eden yeni merkez sağ parti olarak rüştünü ispatlarken, CHP, yasal popülist sağ ve solun siyasal kültürünü birleştiren ve buyolda restoratör eğilimlerin odaklandığı ana parti olarak tezahür etmektedir. Bu paradoks, merkez sol geleneklerin aktüel gelişmeler karşısında kilitlenen yapısı içinden okunarak anlaşılabilir.
Sağ, yeni kapitalizmin gereklerini sırtlayan bir yeni siyasal misyonla zuhur ederken, merkez sol bu gereklerle uyumsuzluğu derinleştirdi. Kilitlenme önce burada başlıyor. Elbette "sol" olmasıyla kendisine düşen de başlangıçta buydu. Ama "uyumsuzluk" bir "aşkınlık" üretmek adına, geçici bir pozisyon almaksa anlamlıdır. Merkez solun bütün dünyada yaşadığı kriz Türkiye'de katmerli olarak tezahür etti. Uyumsuzluk kronik bir hale dönüştü. CHP, bu kronik uyumsuzluk içinde tuhaf bir varoluş tarzı geliştirdi. Bir devlet partisi olarak doğmuştu. Tek parti döneminde kendisini var eden ilkeler demeti (altı ok) içinde en zayıf halka "halkçılık"tı. Ama 1970'lerde Bülent Ecevit önderliğinde rüzgârları kavramış, kendisini aşmış; devletçiliğini, halkçılık ilkesine ağırlık vererek yumuşatmış ve önemli ölçüde bir sosyal tutunum kazanmıştı. Oysa 12 Eylül'den sonra ortaya çıkan dinamikleri okumada tuhaf bir rehavet hali, hatta ezberlerle yetinen bir zihin tembelliği sergiledi. Bir bakıma aslına rücu etti. Devletçiliği ön planda tutan ve kurucu ilkeler hassasiyetiyle siyaset yapmaya soyundu. Eski refleksiyle Adalet ve Kalkınma Partisi'ni, tarihsel tehlikelere -burada şeriat- kucak açmakla, hatta bu tehlikelerden birisine dönüşmekle -şeriatı getirmeye niyet etmekle- suçluyor. Oysa CHP'ye düşen, tıpkı 1970'lerde Ecevit hareketiyle başarmış olduğu üzere, dünyayı okumaktı. CHP'nin yeni kapitalizmi okumada çok ciddi bir zaafı olduğu aşikar. Baykal'ın katı devletçi tutumundan hayır gelmeyeceğini anladılar. Ama yeni liderin bu tutumu esnetmek adına ortaya koyabildiği, 1970'lerin ezberlerinden başka bir şey değil. CHP şimdilik 1930'ların ezberleriyle 1970'lerin ezberleri arasında salınıp duruyor. Mevcut ezberleri bu partiye yüzde yirmi beş bir seçmen desteği sağlıyor. Ama bu oran da zaman içinde eriyecek gözükmekte. Peki, gidişat içinde CHP bu haliyle kalabilir mi? Zor gözüküyor. Bu tıkanma demagoglara ve etraflarındaki hiziplere eşsiz fırsatlar sağlıyor. Bölünme kaçınılmaz. Ama bölünme "demagojik" temelde mi; değilse, başlangıçta yüzde yirmi beşin belki de yarısını kaybetmeyi göze aldıracak özeleştiri yüklü, inandırıcı yeni bir siyaset adına "ideolojik" temelde mi olacak? CHP restoratörlükten vazgeçmek; AK Parti'nin neyi eksik ya da yanlış yaptığı ve neyi yapamadığı üzerinden akıl yürüten yeni bir hareket hattı bulmak zorunda. Mesele bu. CHP için gün bugündür. Değilse siyaset boşluk sevmez. CHP gider, başka birileri gelir...
Süleyman Seyfi Öğün / Zaman