Üç sene önceydi. Hırçın, öfkeli, çığlık çığlığa bir sessizlik olarak gidip geliyordum okula. Sonra bir haber: “Yasak kalkacakmış!”. Öyle kolay oldu ki umutlanmam ve inanmam: “Yüksek lisans da yaparım artık...” Çocukça, safça. “Bu kıyafetimi giyerim giderken, üstüne de bu başörtümü takarım.” Bu kadar emindim, bu kadar heyecanlı. Çok sürmedi ama bu heyecanım. Hazırlık-D binasının önünde toplanan “türban karşıtı” kalabalık benim olduğum tarafa doğru yürüyordu. Peki, onlar neden bu kadar öfkeliydi? Ve haksız oldukları halde nasıl bu kadar güçlü olabiliyorlardı? “Üniversitemizde” diyorlardı, benim de kazandığım üniversite için; “türban” diyorlardı, başörtüme; “istemiyoruz!” diyorlardı; ben okuluma başörtülü giremiyordum.
Kurduğum o hayallere bir balyoz darbesi gibi indiler. Enkazın altından çıkmak iki senemi aldı. Che bayraklı masasında oturan uzun saçlı, küpeli çocuk; yeşil saçlı, kısa etekli, havalı kız; öpüşen çiftler; grup halinde gezen ve etrafa kahkahalar savuran öğrenciler... Kampusun içinde benden başka herkesi kapsayan bu özgürlüğe niye benim de sahip olmadığımı sorgulamadan yürümeyi başarmak. Bölümün kapısında gördüğüm yansımama; başında şapka, üstünde pardösü olan o garip kıza alışmak. İsyanımı, şikâyetimi dinlemeye bile yanaşmayıp “sen razıydın ama oraya giderken” diyerek güya destek olanların yalanına kendi kendimi inandırmak. Her gün kanatılan bu yaraya nasıl pansuman yapacağımı öğrenmek. Enkazın altından çıkmak iki senemi aldı.
Şimdi yine bir haber: “Yasak bu sefer kalkıyormuş!” Sonra fısıltılar kulaktan kulağa: “Şurada giriliyormuş”, “şurada kampusa almışlar”, “derse mi girmişler, onlar zaten orada başörtünün üstüne peruk takıyorlardı.” Sorular, sorular. “Ne yapacağız? Ne yapacaksın?” Bilmiyorum. Bildiğim bir tek şey var, bu kez umutlanmak istemediğim.
Bu kez hayal kurmak istemiyorum. Ama başaramıyorum. Yine üşüşüyorlar beynime. Ölmemiş miydiniz siz umutlarım? Sizi çok uzak zamanlara göndermemiş miydim, bir daha başınıza bir iş gelmesin diye?
“Emin olsam”, diyorum. “Bir daha asla başörtümü açmak zorunda kalmayacağım, hatta şapkamı bile arar duruma düşmeyeceğimden bir emin olabilsem, bir daha ayrımcılık, haksızlık ve aşağılanmalara uğramayacağımdan bir emin olabilsem...” Ve gerisi aktıkça coşan bir nehir gibi geliyor:
Yarın okula giderken en güzel kıyafetimi giyer, en renkli ve bana en çok yakışan başörtümü örterdim. Okulun otobüsünde ayakta da kalsam sorun olmazdı, açmayacağım ki örtümü, düşmekten korkmazdım. Dimdik yürürdüm kampuste, kendinden emin ve bu sefer koşturmadan, tadını çıkara çıkara. Başörtülü bir başka arkadaşımla karşılaşınca hiçbir şey demeden sarılıverirdik birbirimize, biraz ağlaşırdık belki, şükrederdik Allah’a. Yansımamı görünce kapıda, kendimi tutamaz gülümserdim. En ön sıraya otururdum sınıfta. “Tutanak tutmam gerekiyor” mu dedi hoca? Kâğıdı, kalemi ben uzatırdım. “Bir an önce derse geçelim, hocam.” Yine hırslanırdım biraz, daha dikkatle dinlerdim dersi. Böyle bir şey olmadı mı? İşte o zaman mutluluktan dinleyemezdim dersi. Ziyanı yok, öfkemden dinleyemediğim dersler de olmuştu, şapkamı da çıkarmayı kabullenemediğim için hiç girmediğim dersler de. Dersim biter bitmez okuldan çıkmak için acele etmezdim bu kez, kantinde oturup muhabbet ederdim arkadaşlarımla uzun uzun, kampuste gezerdim. Okulda olduğum için, okuduğum için vicdan azabı çekmezdim o gün.
Oysa emin olamıyorum. Akıl veren yine çok, ama taşın altında yine kimsenin eli yok. Taşın altında yine benim başım var. Şimdi bir kez daha yıkılırsa hayallerim üzerime, bu kez sağ çıkabilir miyim o enkazın altından?
GÜLNUR NEVAL ERDEM
ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği
3. Sınıf Öğrencisi
Not: Taraf'ta yayınlanmıştır