Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Avrupa'nın masal dünyası karardı

1970'lerde göç ettiğimiz Hollanda'da el üstünde tutulduğumu hatırlarım. Fakat Avrupa solunun çokkültürlülük totemi gibi gördüğü göçmenleri eleştirmemesi entegrasyonu önlemişken, bugün bu totem günah keçisine dönüştürülüyor. Yeni bir Avrupa tanımına ihtiyacımız var.

15 Yıl Önce Güncellendi

2010-10-04 16:06:00

Avrupa'nın masal dünyası karardı
Abdelkader Benali*

Annemle 1970’lerin sonunda Rotterdam’a geldiğimizde güvenli bir sığınak bulduğumuzu düşünüyorduk. Kuzey Fas’ın sarp dağlarından gelen bizler, Avrupa’nın bu alçak bölgesinin sokaklarında her şeyin daha iyi yapılabileceğini hissediyorduk. 30 yıl sonra Geert Wilders gibilerinin nüfuz sahibi olması ve burka yasağı için bastırması imkânsız görünüyordu, fakat o zamanlar sokaklarda burka da yoktu.

Hollanda bana hiçbir zaman ihanet etmeyecek bir ülke gibiydi. Anaokulunda ilgi görüyordum; adım diğer bütün öğrencilerinkinden daha uzundu ve bununla gurur duyduğum varsayılırdı. Hollanda kültürü, kahverengi derime mühürlenmekte olan bir dövme gibiydi. Dili öğrendim ve öğretmenlerimin önünde bu dili kusursuzca konuşmaktan zevk aldım. Ben onların çokkültürlülük hayaliydim: Dilleri üzerinden kültürlerine uyum sağlayabileceğini gösteren bir yabancıydım.

Çokeşliliğe bile ses çıkarmadılar

Arkadaşlarımın anneleri bana Fas mutfağına bayıldıklarını anlatırdı. Yabancı kültürler hakkında romantik bir dille konuşurlardı ve ben gurur duyardım. Farklı olduğum gerçeği beni özel hisettirirdi. Hollandalılar çocukluğumda bende merak uyandırırdı. Köpeklerinin koltuğa çıkmasına ses etmez, felaket ve hastalık yüzünden acı çeken uzaktaki insanlara cömertçe yardım ederlerdi. Ben masalları sadece okumuyordum; bir masalı yaşıyordum.

Sonra Berlin Duvarı’nın çöküşü, 1990’lar ve değişim geldi. Avrupa göçmenlere ihtiyaç duyduğuna karar verdi. İlk değişimi evimde gördüm. Yaşları ilerleyen ebeveynlerim Fas’a dönme umudundan vazgeçti. Burada kalacağımız, Avrupa’da yaşamanın getirdiği fırsatlardan vazgeçmeyeceğimiz hissi galebe çalmaya başladı. Bu hisse, çocuklarının kimliklerini kaybedeceğine dair tedirginlik de eşlik ediyordu. Biz şimdiden Hollandaca konuşuyorduk, Berberi dilini değil.

Bu arada Hollandalılar çoğu göçmenin hiç gitmeyeceği gerçeğinin farkına varmaktaydı. Cuma akşamları Rotterdam’da göçmen çocukları büyük gruplar halinde sokağa çıkardı; köklerine yabancılaşmış, tüketim ve kent kültüründe teselli arayan, fakat Hollanda toplumundan da dışlanmış hisseden çocuklar... Türkler Türklerle, Faslılar Faslılarla takılırdı. Eritme potası harekete geçmiyor, unsurlar karışmıyordu. Mahallemdeki eski mahkûmlar beni yolda çevirip İslam hakkında konuşurdu. Onlara göre, laik yaşam tarzım sadece bana değil, İslam’a da felaket getirecekti. Genç bir dostum beni Afganistan’dan yeni dönen amcasıyla tanıştırmıştı. Kendisi bir mücahitti.

Değişimi tespit etmeyi başaramadım. Çoğu Hollandalı eskiden göçmenleri, dükkanlarından düşük fiyata et ve sebze satın aldıkları kıyıda kalmış, renkli insanlar olarak görüyordu. Bunu biliyordum çünkü babamın bir kasap dükkanı vardı ve onlara pirzola satardım. 1990’lar ilerledikçe, ‘allochtoon’ (kökeni başka ülkede bulunan) ile autochtoon (kökeni bu ülkede bulunan) arasındaki fark vurgulanır oldu. ‘Allochtoon’ suç, geniş aile, kötü yaşam ve İslam’la eşanlamlı hale geldi. Bu durum Hollanda’yla sınırlı da değildi.

Almanya’da, köktenci bir İslam’ı benimseyen Türk göçmenlere dair sorular gündemdeydi. Fransa-Cezayir maçında binlerce genç Fransız-Cezayirli futbol taraftarı sahayı basıyordu; “Bu ülkeye ait olduğumuzu hissetmiyoruz” deme yoluydu bu.

Peki ne değişmişti? Bence sebep savaşın hatıraları. Halklarının topluca yok edilmesi, Avrupa’yı kendi gözünde hoşgörüsüz, gaddar bir kıtaya dönüştürmüştü. Savaş kurbanlarına dair derin suçluluk duygusu, yeni göçmenlere yönelik yaklaşımla temize çıkarılmalıydı. Göçmenler solcu seçkinler için hiçbir şekilde eleştirilemeyecek bir totem haline geldi. Herkesin dilindeki slogan çokkültürlülüktü.

Paris’in banliyölerindeki genç göçmen kadınlar ağabeylerinden dayak yeme korkusuyla gece dışarı çıkamazdı. Kimse eleştirmedi. Batı Afrika’dan göçmenler dört kadını aynı çatı altında tutabiliyordu. Seçkinler müdahale etmedi, zira bu onların kültürüydü. Kanaat önderleri göçmenlerin zamanla asimile olacağına inanıyordu. Bir Faslı Hollandalı, bir Cezayirli Fransız, bir Türk de İsveçli haline gelecekti.
Balkonda koyun kesecekse...

Bu gerçekleşmedi. Tam tersini yaptılar. İşte korkunun Avrupa’nın yeni vatandaşlarını asimile edebileceği fikrini tehdit ederek devreye girdiği an da buydu. Göçmenler balkonda koyun kesmek ve kız çocukların okula gitmesine izin vermemek gibi alışkanlıklarına tutunacaksa, Avrupa’nın altı içeriden oyuluyor demekti.

İşte, Geert Wilders ılımlı İslam diye bir şey olmadığını, kendine Müslüman diyen her Müslüman’ın bir gün radikalleşeceğini tam da bu bağlamda beyan edebiliyor. Bu bir kelime oyunu değil; Wilders’e oy veren Hollandalılar camdan dışarı baktığında gerçekten de Müslüman komşularının daha az değil, daha çok Müslüman olduğu fikrini ediniyordu. Burka giymiş, bunun Allah’la ruhani ilişkilerini güçlendiren bireysel bir karar olduğunu söyleyen kadınlar gördüler. Hollandalılar, üzerine bir kumaş geçiren birinin kendi açık toplumlarında bir birey olup olamayacağını sorguladı. Burka beni de endişelendiriyordu. Fakat Wilders’in adımını, popülist hissiyatları soğukkanlı siyasete dönüştüren ve yeni bir korku türü yaratan tehlikeli bir yöntem olarak görüyorum.

Tek sorun İslam da değil

2. Dünya Savaşı’nın tüm bu yaşananlardaki rolü giderek karmaşıklaşıyor. Hollanda, Danimarka ve Fransa’daki popülist partiler İslamcı ideolojiyi faşizmle bağlantılandırıyor. İslam yeni Nazizm ve Muhammed de onların yeni Hitler’i. Tarih, yeni bir tarihin kopyası haline gelmiş durumda: İslam’a karşı dünya savaşı.

Bu mesaj 1980’lerde olsa insanları güldürürdü, fakat bugün öyle değil. Etrafınıza bakın. İsveç’te İslam ve göçle ilgi tartışma yayılıyor. Ve İslam, göç karşıtı hareketin bilhassa zehirli bir unsuru sadece. Zira kısmen Yahudi olan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Romanları kovuyor. Holokost’un ülkesi Almanya’da, eski Merkez Bankası Başkanı Thilo Sarazzin düşük IQ’ları nedeniyle göçmen işçilerin azaltılması yönünde çağrı yapıyor.

Mann ve Brecht’i hatırlayalım

Avrupa’nın sürekli büyüyen ve Batılı olmayan bir nüfus tarafından rehin alındığı fikri korku yaratıyor ve popülist partiler kazanıyor. Fakat göçü durdurmak imkânsız. Avrupalı nüfus yaşlanıyor, işgücü daralıyor. Ancak göçü savunmak da artık kutsala hakaret anlamına geliyor.

Çokkültürlülükte bir şeylerin çürük olduğu kesin, fakat klişeleşmiş kurbanı klişeleşmiş günah keçisine çevirmek bayağı bir davranış ve gerçeği yansıtmıyor. Çocukluğumun Hollandası’nın geri gelmeyeceğini biliyorum. Karanlık bir döneme giriyoruz. Bir nesil yabancı düşmanlığıyla büyüyor ve İslam korkusu revaçta. Thomas Mann ve Bertolt Brecht gibi yazarların savunduğu insani Avrupa’ya dayanarak, Avrupa’nın ne olduğuna dair yeni bir fikir geliştirmenin vakti geldi. Yeni gelenlerin cehennem değil, sığınak olarak gördükleri bir Avrupa... Bu yapılmazsa, Avrupa göçmensizlikten değil, ışıksızlıktan
hayatını kaybedecektir.

Abdelkader Benali*: Fas kökenli Hollandalı yazar, 3 Ekim 2010

Radikal
SON VİDEO HABER

Uçakta olay çıkarıp, 'Türkiye'yi satın alırım' diye tehdit etti

Haber Ara