Batı, Haiti'yi sömürmekten vazgeçemiyor!
18. asırda Fransa sömürgesi altında dünyanın şeker ve kahve tarlasına dönüşen Haiti, Batı'nın sömürgeci muamelesinden hâlâ kurtulamadı.
15 Yıl Önce Güncellendi
2010-09-21 13:48:00
18. asırda Fransa sömürgesi altında dünyanın şeker ve kahve tarlasına dönüşen Haiti, Batı'nın sömürgeci muamelesinden hâlâ kurtulamadı. Kasımda seçime hazırlanan ülkede, gerçek bir halk demokrasisi kurmak istediği için ABD ve Fransa tarafından kaçırılan Aristide seçime giremeyecek.
Bugün size hükümetlerimizin Karayip’teki bir adaya nasıl işkence yaptığını anlatmak istiyorum, fakat hikâye bundan çok daha büyük. Dünya çapında yoksulların zenginler zengin olmaya devam edebilsin diye nasıl ve neden yoksul bırakıldığını anlatan bir kıssa. Eğer bu durumun farkına varırsanız, dünyadaki en kötü ve çirkin güçlerin karşınıza dikildiğini göreceksiniz. Böylece onların nasıl durdurulacağını da anlayabiliriz.
Enkaza dönen Haiti adası, kasımda doruğuna çıkacak olan bir seçim kampanyasının ortasında. Bugüne dek dünya kampanyaya sadece Haitili-Amerikalı müzisyen Wyclef Jean’ın başkan adayı olmak istemesi nedeniyle dikkat gösterdi; ancak Jean’ın adaylığı engellendi, zira çocukluğundan bu yana ülkede yaşamamıştı.
Fakat seçimde çok daha büyük bir eksik var: Haiti’nin açık ara en popüler siyasetçisi Jean-Bertrand Aristide. O seçime katılmıyor, çünkü ezici bir zafer kazandıktan sonra Haiti halkının iradesine kulak vererek çokuluslu şirketlerin üzerine gitti ve çocukların açlık çekmemesi için yeni bir gelir dağıtımı uyguladı. Bu yüzden hükümetlerimiz onu silah zoruyla kaçırdı ve geri dönmesine de izin vermedi.
IMF bile kabul etti
Fakat bunun daha iyi anlaşılması için makarayı biraz geri saralım. Haiti iki asırdan uzun bir süre boyunca fiilen dışardan yönetildi. Fransızlar adayı 18. asırda köleleştirdi ve halkı ölümüne çalıştırıp ülkeyi dünyanın şeker ve kahve tarlasına çevirdi. Sonraki asırdaysa Batılı hükümetler Duvalier ailesinin 50 bin insanı öldüren psikopatça diktatörlüğüne silah, para ve destek yağdırdı, zira onlar komünizme karşı mücadelemizde ‘dostlarımızdı’.
Tüm bunlar Haiti’yi dünyanın en eşitsiz ülkesi haline getirdi. Bir avuç seçkin yamaçlardaki büyük villalarda yaşarken, halkın ezici çoğunluğu susuz, elektriksiz halde, altı kişinin bir odaya istiflendiği teneke barakalarda yaşıyor. Nüfusun sadece yüzde 1’i zenginliğin yüzde 50’sine ve ekilebilir toprakların yüzde 75’ine sahip. Haiti halkı nihayet 1986’da demokrasi talebiyle ayaklanmayı başardığında, haliyle ülkenin zenginliğinin daha adil paylaşılmasını istiyorlardı. Lavalas (sel) adlı bir siyasi hareketin altında örgütlenmeye başladılar; okul ve hastaneler inşa edilmesi, yarı aç yoksullara devlet desteği sağlanması için zenginlere daha yüksek vergi konulmasının yanı sıra daha yüksek ücretler istiyorlardı. Bu durum seçkinleri paniğe sevk etti.
Fakat onları en fazla panikleten, kendisini bir anda bu dalganın tepesinde bulan Aristide adlı zayıf, kibar, entelektüel bir varoş rahibiydi. Çok yoksul bir ailede doğmuş ve parlak bir öğrenci olmuştu. Rahip olarak çok geçmeden, insanların adaleti Cennet Krallığı’na dek pasifçe beklemeyip onu burada ve şimdi talep etmesi gerektiğini söyleyen sol Katolikliğin, yani Kurtuluş Teolojisi’nin önde gelen savunucularından biri haline geldi. Şunu diyordu: “Ülkemin bir avuç zengini iyi yemeklerle dolup taşan bir sofrada oturuyor, yurttaşlarımın kalanıysa masanın altında, kir pas içinde, açlıktan kıvranıyor. Günün birinde masanın altındaki insanlar doğruluk ve adalet için ayağa kalkacak.”
Bu sözleri temel alan bir programla 1990’da ülkenin ilk özgür ve adil seçimine giren Aristide oyların yüzde 64’ünü alarak ezici bir zafer kazandı. Sözünü tuttu: Günlük 38 sent olan asgari ücreti 1 dolara çıkardı, çokuluslu şirketlerden daha az aşağılayıcı bir ücret politikası talep etti. Ücretsiz ilkokulları üçe katladı. Halkı terörize eden cani ulusal orduyu dağıttı. IMF bile bu dönemde Haiti’nin İnsani Yoksulluk Endeksi’nde yüzde 46.2’den yüzde 31.8’e ciddi bir düşüş yaşandığını kabul etti.
Fakat yabancı hükümetler, Batı yarımkürenin en yoksulu olan ve sadece 10 milyon insanın yaşadığı bu küçük ülkeyi niye umursasındı ki? Haiti’de yaşayan Amerikalı avukat Ira Kurzban şöyle diyor: “Aristide yabancı güçler için tehditti, çünkü halkının hiçbir zaman kulak verilmemiş yüzde 85’i adına konuşuyordu. Haiti’de böyle olabiliyorsa, ABD ve Avrupa’nın muazzam çıkarlarının bulunduğu ve doğal kaynaklarını çıkardığı ülkeler de dahil, her yerde olabilirdi. Gerçek demokrasilerin yayılmasını istemiyorlar, çünkü bunun ABD’nin çıkarlarına aykırı olduğunu biliyorlar.” Oxfam bu fenomene, ‘iyi örneğin oluşturduğu tehdit’ diyordu.
Velhasıl Haiti yedi ay demokrasi deneyimini yaşadıktan sonra ABD Aristide’yi devirdi. Sıradan Haitililer evini kuşattı, dönmesini talep etti ve üzerlerine öyle pervasızca ateş açıldı ki, Küba’daki Guantanamo Körfezi’nden ilave mühimmat gönderilmesi gerekti. Aristide’nin sağladığı ilerlemeler bir bir geri çekilirken, cesetler sokaklarda köpeklere yem edildi.
Preval dersini öğrenmişti
1994’te Clinton yönetimi Aristide’nin dönmesini kabul etti - tabii kendi programını terk edip halkın taleplerini görmezden gelmesi şartıyla. Neredeyse her şeyi özelleştirmesini, ücretleri dondurmasını ve memurların yarısını işten çıkarmasını istediler. Dişlerini sıkarak da olsa, Aristide bunları kabul etti ve görevde kaldığı süre boyunca gizlice küçük ilerlemeler sağlamaya çalıştı. 2000’de daha da ezici bir oranla tekrar seçildi, fakat gelirin yeniden dağıtılmasına yönelik minik çabaları bile fazla geldi. ABD ve Fransa onu silah zoruyla kaçırdı. Gallup anketine göre özgür Haiti’de halkın yüzde 60’ının desteğini almasına rağmen onun bir ‘diktatör’ olduğunu söylediler; ABD’nin dayattığı alternatifin destek oranıysa sadece yüzde 3’tü.
Bunun ardından Haiti’deki insan haklarının durumu ciddi biçimde kötüleşti, muazzam bir baskı furyası başladı. Lavalas Partisi’nin seçime girmesi yasaklandı, demokrasi eylemcilerinin çoğunluğu hapse atıldı. Aristide’nin dönüşünü talep eden varoşlara inanılmaz askeri saldırılar düzenlendi. Sonraki Başkan Rene Preval dersini öğrenmişti: Şirketlerin ve hükümetlerin kendisinden istediği her şeyi yapıyor, devletin elindeki son kurumları da özelleştiriyor ve ücret artışı için yapılan grevleri kırmak için göz yaşartıcı gaz kullanıyordu. Haiti halkı bu hileli seçimi külliyen reddetti ve katılım yüzde 11’lere kadar düştü. Bugün Aristide yıkılmış biri, Güney Afrika’da sürgün yaşıyor.
Haitililer kadar cesur muyuz?
Bu hikâye, geniş çaplı bir politikanın sadece bir parçası. Yoksul ülkeler seslerini yükseltip temel adalet istemeye kalkıştığında hükümetlerimiz onları tepeliyor: 1953’te kendi petrolünü kontrol etmek isteyen İran, 2009’da işçilerine insanca muamele edilmesini isteyen Honduras...
Bu böyle olmamalı. ABD veya Avrupa’daki insanların istediği bu değil: Tam tersine, sıradan vatandaşlar propaganda örtüsü kalktığında hakikati görüyor. Bunlar sadece bir avuç varlıklı seçkin dış politikamıza hâkim olduğu ve onu kendi amaçları doğrultusunda (düşük ücretler ve diğer halkların ekonomilerinin ve kaynaklarının kontrolü) kullandığı için yaşanıyor. Hiçbir şeyi olmayan Haiti halkı iktidarı demokratik olmayan seçkinlerinden geri alacak örgütlenmeyi yaratacak kadar cesurdu. Peki ya biz?
The Independent / 17 Eylül 2010
SON VİDEO HABER
Haber Ara