'Yetersiz ama Evet' denmeli
Toplumun çeşitli kesimleri arasında farklılıklara özen gösteren bir barışın güvenlik teminat olduğu, müslümanlıkla, etnik kimliklerle barışmış bir siyasal yapı içindeki bir ülke özlemi için “evet” demeliyiz.
15 Yıl Önce Güncellendi
2010-09-11 12:50:00
Anaysanın otuza yakın maddesinde değişikliği öngören anayasa değişiklik paketinin, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kararın ardından referandum gidilmesi sürecine girildi. Referanduma ilişkin karşılıklı kampanyalar olayın önemini bir hayli artırdı. Gerçekten, bu referanduma bakıldığında, bu paket çok köklü bir değişiklik getirmese de, ciddi anlamda yetersiz kalsa da, çok önemli bir dönüm noktası olarak karşımızda duruyor.
Ülkemizde yıllardır nesiller boyu var olan adeta küçük bir elit azınlık dışında tüm toplum kesimlerine, katmanlarına büyük sıkıntılar yaşatan statükonun devam dip etmemesi adeta bu referandumla bağlantılı bir hale geldi.
İttihat-Terakki döneminden, tek partili rejim döneminden beri süregelen statükonun ülkenin ve bölgenin çeşitli toplum kesim ve tabakaları arasında yüz yılı aşkındır ne tür sıkıntı ve trajedilere yol açtığı, derin yaralar açtığı bugün çok daha net bir şekilde farkedilebilmektedir.
Anayasa teminatı altındaki, tek-parti dönemi resmi ideolojisiyle özdeşleşen statükonun bu kadar uzun süre sürdürülmesinin toplumda oluşturduğu travmalar, ülkenin, toplumun barışı ve geleceği açısından karamsar bir tablonun oluşmasına sebebiyet vermektedir. Ülkemizde yaşanan birçok toplumsal sorunun temelde resmi ideoloji/statükosu kaynaklı sorunlar olduğu göze çarpmaktadır. Başta Kürt sorunu olmak üzere, Alevilik sorunu, temel insan haklarına ilişkin sorunlar, Balkanlar ve Kafkaslardaki kimi trajedilerin tarihi kökenleri daha eskilere dayansa da, Türkiye’deki resmi ideoloji dayatmasının bu bu sorunların çözülmesini neredeyse imkansız problemler haline getirip, çözüme giden her türlü adımın önünde adeta bir heyula gibi engel vaziyetinde durmaktadır.
Toplumun tüm kesimleri , ülkenin ve coğrafyanın geleceği açısından bu referandum hayati bir önem arzetmektedir.
Kürtler açısından bakıldığında, on yıllardır, özellikle Şeyh Said hadisesinden beri resmi ideolojiden büyük ezityet ve sıkıntılar çekmiş, kimliği inkar edilmiş, 12 Eylül döneminde ise dili resmen yasaklanmış, Diyarbakır cezaevlerinde büyük mağduriyetler yaşamış bir topluluk olarak böyle bir değişimi ilk isteyecek toplulukların başında gelir. Kürtler, Osmanlı döneminde de çeşitli sorunları olmasına karşın o dönemde zihni ve fiili bir ayrışmaya sebebiyet verecek bir sorun sözkonusu değildi.
Cumhuriyet döneminde ise resmi ideoloji doğrultusunda oluşan 20’li 30’lu yılların ulus devlet yapılanması tüm bir kürt topluluğunu günümüze değin acıtan, sorunları kronikleştirip, çözümsüz hale getiren bir özelliğe sahip oldu. Gelecekte Kürtlerin eşit yurttaş olarak onurlu bir şekilde bu topraklarda, İslam dünyasında, Ortadoğu/İslam güneşi altında birlikte yaşayabilme imkanlarının oluşabilmesi de aynı şekilde bu referandum süreci ile bağlantılıdır. BDP yada bazı Marxist/Sol kökenli örgütlü kürt gruplarının, bu referandumda Kürtlerin büyük oranda evet demesinin, sonucun evet çıkarak, daha sonra Anayasanın büyük bölümünün ya da, tamamının değişebilmesi imkanlarının önünün açılmasının, Kürtlerin temel insani ve kimlik haklarının geniş bir biçimde verilmesinin sağlanmasının, birlikte yaşama zemininin daha elverişli hale gelmesinin; bilinç altında özlemlerinde olan ayrı-bağımsız ulus devlete giden süreci tıkayacağı, hatta buna engel teşkil edeceği mantığı ile hareket ederek referandumu boykot ya da hayır oyu verme tutumu içinde olmaları sorunlu ve illetli bir zihin algısının göstergesidir. . Böyle bir bilinçaltı ve algı ile, Kürtlerin kimlik dahil tüm hak-hukunu garanti altına alacak zemini elverişli hale getirecek atılımlara ve gelişmelere karşı çıkmak biz Kürtlere bir yarar sağlamayacağı gibi, bizimle birlikte aynı coğrafyada yaşayan halklarla, topluluklarla, dindaşlarımızla; toplumsal farklılıkları içerecek şekilde birlikte yaşayan bir topluluk olma şansımızı elimizden alıp, kavga edip, çatışan hatta kanlı savaşlara giren bir topluluk haline gelmemize yol açacaktır.
Kürt sorununun çözümünü, ulus-devlet mitosuyla sadece bağımsız bir ulus-devlet kurmak olarak algılayıp, diğer tüm seçeneklere kapıları tümüyle kapatan örgütlenmeler, kısa vadede biz Kürtler açısından olumlu gibi görünse de, orta ve uzun vadede bu coğrafyada Kürtlere yönelik izolasyon ve feklaketlerin, kanlı savaşların, soykırımlarım kapısını açacaktır. Statükocu ulus-devlet yapılanmasının çözülerek, Ankara’nın çözülmesinin ve değiştirilmesinin Kürtlerin yeniden yapılanma sürecine katarak, gaspedilmiş kimlik haklarının tümünü kazanarak yeni bir birlikte yaşama kültürü ile toplumsal barışa katkıda bulunmasının, bağımsız kürt ulus devletini geciktireceği, engelleyeceği; Ankara’daki statükonun devamının ayrışmayı, dolayısıyle bağımsız ulus devlete giden süreci hızlanduıracağı bilinçaltı refleksi ile siyasal ve toplumsal bir tutum içine girmek yaşadığımız çoğrafyayı, biz Kürtler başta olmak üzere tüm halk ve toplulukları içinden çıkamayacağı bir ateş çemberinin içine sürükleyecektir.
Aleviler açısından bakıldığında ise, 12 Eylül anayasasının, tek-parti dönemi resmi ideolojisine dayalı statükonun devamının Alevi-Bektaşi kimliğinin tanınmasının anayasal güvence altına alınmasının yolunu açan kapıların kapanması sonucunu doğuracaktır. Alevilerin Osmanlı döneminde, 16. Yüzyıl başlarında Osmanlı-Safevi çatışmalarından başlayarak büyük sıkıntılar yaşadığı yirmi yıla yakındıur bu konuda yapageldiğimiz araştırmalarla tarihi kaynaklaradanve arşivlerden tesbit edilebilmektedir. Ancak, Osmanlı döneminde bile, 17. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren; Osmanlı-Safevi sıcak çatışmalarının 1639’daki Kasr-ı Şirîn muahadesi sonrasındaki süreçte durumun normalleşmeye yüz tutması ile Osmanlıların Alevi/Kızılbaş-Bektaşi topluluklarına karşı bir tutumunda ciddi yumuşamalar söz konusu olmuş, Hacı Bektaş dergâhı ve çelebileri merkezli olarak Alevi-Bektaşi kimliği legal bir statüye kavuşturulmuş. Alevi/Kızılbaş dede ocakları bu şemsiye altında korunmuş, hatta bir kısım ocaklara, ellerindeki siyadet şecerelerine göre imtiyaz dahi verilmiştir. –Sivas-Divriği’de Garip Musa, Şeyh Şazeli, Kara Baba Sultan ve Seyyid Hüseyin Abdal ocakları gibi-. Bu statü 1826’daki “Vak’a-i Hayriyye”ye kadar devam etmiş. Bektaşi çelebileri şemsiyesi altındaki Alevi dede ocakları, Bektaşiliğin yasaklanması ile legal zeminini kaybetmiştir.
Cumhuriyet döneminde ise, kimlik ve hukuki açıdan bir kazanım elde etmemiş olmalarına karşın, aleviler,Osmanlı döneminde yaşanan travmalar ve kötü hatıralardan dolayı, yeni cumhuriyete ve resmi ideolojiye, Dersim Trajedisine rağmen destek verip bu desteği günümüze değin sürdürmüşlerdir.Alevilerin,Osmanlı dönemi travmalarını bahane ederek, sırf karşıtlık ilkesine dayanarak, son seksen yıldır hiçbir hukuki zemin elde edilememiş olmasına karşın.resmi ideolojiye ve statükoya sahip çıkmaya devam etmesi, bu doğrultuda referandumda “hayır” oyu eğilimi göstermelerinin bu ülkede sağlıklı bir geleceğe yol açmayacağı kanaatindeyim. Ne 12 Eylül anayasası, ne de resmi ideolojinin devamı Alevilerin hukuki statüde temsil edilmelerinin önünü açacak müsait bir zemin oluşturmayacağı açıktır. Aksine, alevi kesimin genellikle bu saiklerle karşı çıktığı hükümet ve iktidarların alevi kimliğinin tanınması yönünde CHP ve benzeri iktidarlara nazaran daha cdiddi adımlar attığı görülmektedir. Özellikle, şahsımın da içinde yer aldığı, devlet bakanlığı bünyesinde gerçekleştirilen alevi çalıştayları bundan önceki hükümetler dönemindekilerle kıyaslanamayacak önemli bir adım olmuştur. Hatta bu çalıştaylarda, özellikle, son 7. Çalıştayda, alevi-Bektaşi kimliğinin legal bir zeminde tanınması, hukuki güvenceye kavuşturulması yönündeki çabaların önüne anayasal engellerin çıktığı görülmüştür.
Anayasanın 175. Maddesi ile teminat altına alınan inkılap kanunlarından, 677 sayılı tekke ve zaviyelerin seddine ve yasaklanmasına ilişkin kanun, bu konudaki tüm iyi niyetli çabaları tıkayan başat faktör olmuştur. Cemevlerinin; dedelik, çelebilik, babalık ve seyyidlik unvan ve kurumlarının hukuki statiye kavuşturulması bu kanun engeline takılmıştır. Son çalıştaya katılan Alevi-Bektaşi temsilcilerinin çoğu 1925 Tekke ve zaviyeler kanunu ile Alevi-Bektaşi “Dergahları”nın kapatıldığını, dolayısıyle Alevi-Bektaşi kmliğinin bir müesseseden yoksun kaldığını, belirtmelerine karşın, tekke ve zaviyeler kanununa yönelik bir müdahaleye devrim kanunu olduğu gerekçesi ile karşı çıkmışlardır. Oysaki, çalıştay esnasında, kanuna yönelik müdahalelerin diğer tarikatlerin de önünü açacağı endişelerini de bertaraf edecek şekilde yasaya bir bend eklenmesini bizzat teklif etmiştim. Buna, daha öncesine ilişkin olarak, İsmet İnönü’nün Mart 1950’de türbelerin açılması için eklediği yasa bendini emsal göstererek şu bendin eklenmesi teklifinde bulunmuştum:
“Alevi-Bektaşi inanç kurum ve merkezleri “Dergah” şeklinde ve statüsünde açılabilir. Dergah şekli ve statüsünde açılacak Alevi-Bektaşi inanç kurum ve merkezleri Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde teşkil edilecek bir üst kurulca temsil edilir ve denetlenir.”
Bugüne değin hiçbir siyasi parti ve yapılanma alevilere ilişkin böylesine açık bir teklifte bulunmamıştı. Alevileri tarihsel inanç değerleri ve kökenleriyle de buluşturacak, böyle bir adımın atılabilmesi de bugünkü süreçte bu referandumda evet sonucu çıkması ile bağlantılı bir hal almıştır.
Alevi-Bektaşi kesim, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da sünni kesim ile bir arada, aynı coğrafyada yaşayacaktır. Alevilerin, artık bütünüyle tüm toplum kesimlerinin geleceği, ülkenin barışı, toplumsal barış için ciddi mazarratlı bir engel teşkil eden resmi ideoloji ve 12 Eylül anayasasını referandumda hayır diyerek sahip çıkıp savunmak yerine, statükoyu aşacak ve belki cumhuriyet tarihinde ilk defa Alev-i Bektaşi kimliğinin yasal-hukuki bir zemine oturmasının yolunu kolaylaştıracak bir konum ve tutum sergilemeleri herkesin hayrına olup, toplumsal barışa hizmet edecektir.
Hayır oyuunun yüksek çıkacağı tahmininde bulunulan, çoğunlukla resmi ideolojiye yakınlık gösteren Rumeli-Balkan muhacirleri sözkonusu olduğundaysa, Rumeli-Balkan muhacirlerinin Osmanlı devletinin gerileme ve çöküş dönemlerinde yaşadıkları travma ve trajedilerin, bu yöndeki acı tecrübelerinin bu kesimleri daha çok böyle bir tavır ve tutuma sürüklediği açıktır.
Zira, 1402 Ankara savaşı ve sonrasında gelişen olaylar, Safevi devletinin yükselişi, Balkanları Osmanlı’nın merkez hinterlandı haline getirmiş, bu coğrafyayı Osmanlı ülkesinin beyni konumuna sokmuştur. Osmanlı’nın merkez hinterlandı Bursa’dan Tuna’ya ve buradan Adriyatik’e uzanan bir bölge olduğu gibi, sadrazam dahil saray bürokrasisinin belkemiğini oluşturmuştur. Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Avrupa topraklarında ilerleyip güçlü olduğu dönemlerde parlak ve yükselme dönemlerini yaşamış; duraklayıp gücünü kaybettiği dönemlerde ise gerilemeye, dağılmaya yüz tutmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme, duraklama, gerileme ve dağılma dönemlerinin temel belirleyeni, çeşitli dönemlerde Balkan, Rumeli coğrafyasındaki konumu olmuştur.
Balkan coğrafyasındaki yenilgilerle ve bu coğrafyanın (Rumeli) Kaybıyla Osmanlı Devleti beyninden vurulmuştur. İmparatorluk tümüyle çökmüş, 1878’de Karadağ ve Niş’in kaybıyla Selanik korumasız kalmış,1912’de Selanik’in kaybıyla İstanbul’un kapısı açılmış, I. Dünya savaşı sonralarında da İstanbul işgale uğramıştır.
Özellikle 93 harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi) sonrasında ard arda çoğalan felaketlerle birlikte eşzamanlı artan göçler, Kırım’dan, Belgrad’tan, Timeşvar’dan, Silistre’den Meriçe kadar kaybedilen vatan toprakları, yüzyıllarca yaşanılan coğrafyadan kopuşun getirdiği travmadan dolayı, resmi ideolojiye, Misak-ı Milli’ye, tek-parti dönemi statükosuna sarılmayı bir ölçüye kadar anlamak mümkündür.
Ancak, ta İttihat-Terakki döneminden beri gelen siyasal ve toplumsal sürecin yaşadığımız coğrafyada pek de hayrımıza olacak sonuçlar getirmediği ortada. Misak-ı Millicilik anlayışıyla Lozan sınırlarına hapsedilmiş bir imparatorluk bakiyesinin siyasal ve toplumsal uzanımlarıyla bu dar sınırlar içinde nasıl çürümeye durduğu, geleceğe ilişkin umutları tükettiği bugün artık rahatlıkla farkedilmekte, toplumu acıtmaktadır.
Falih Rıfkı Atay misak-ı milliciliğin , Osmanlı’nın eski ülkeleriyle (özellikle Orta Doğu ve Balkanlar) ilgilenilmemesinin meşruluğunu ve gerekliliğini isbat için kaleme aldığı “ Zeytindağı” kitabının girişinde şöyle bir anlatımda bulunur:
“Berlin Konferansı sırasında, Osmanlı’nın Niş’i de bırakması talep edildiğinde, Osmanlı murahhası olan paşa sinirlenerek , eğer Niş´i de istiyorsanız, ne hacet İstanbul’u da size verelim, bu mesele olsun bitsin, der. Bizim baba ve dedelerimiz için Niş İstanbul kadar yakındı, Niş’in kaybedilmesiyle Osmanlılığın, türklüğün biteceği zannediliyordu. Halbuki, bizim çocuklarımızın Avrupası , Marmara ve Meriç’te bitiyor.”
Tek Parti dönemi statükoculuğunun ve resmi ideolojisinin mimarlarından olan Falih Rıfkı Atay bu anlatımında Niş’in ve Balkanların kaybedilmesinin herhangi bir sona neden olmadığını, bir facia olarak nitelendirilemeyeceğini söylemeye çalışmaktadır. Daha doğrusu, “ Meriç’in ötesi cehennem, bizi alakadar etmez, oralara gitmek sadece 500 yıllık boş bir maceraydı “ söylemini dile getirmekte , teorik çerçevesini belirlemektedir.
Bu politika, Cumhuriyet döneminin başlangıcından günümüze değin devletin temel hariciye politikası olarak takip edilegelmiştir. Türkiye’nin Misak-ı Milli hudutları dışındaki bölgelere yönelik kayıtsızlık politikasının faturası çok ağır olmuştur. Kurtuluş savaşından bu yana üç çeyrek asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala eldekini muhafaza etme, bunu da kaybetmeyelim politikası devam etmekte , Parçalanma ve bölünme fobisine dayalı politikalar temel teşkil etmekte ,ülkenin önü tıkanmaktadır. Bu durumda Türkiye etrafındaki güvenlik çemberine kayıtsız kalmaktadır. Özellikle, statükocu, Yurtta Sulh, Cihanda Sulh söylemine dayalı tenbellik politikasının devamı, durumu daha da vahim hale getirmektedir.
Üzülerek belirtelim ki, Türkiye’de yaşayan Balkan kökenli vatandaşlarımızın da önemli bir bölümü bu politikayı izlemekte , Falih Rıfkı Atay’ın izinden gitmektedirler. Bu insanlarımız Balkanlardaki kökleriyle tüm bağlarını kopartmış olup, soğuk savaş sonrası Balkanlardaki, gelişme ve facialara (Bosna ve Kosova) Kayıtsız kalmışlardır.
Arnavut, Boşnak, Pomak, Hırvat , Leh, Ulah, Grek vs. Unsurlardan oluşan Balkan kökenli nüfusun büyük çoğunluğuna “ Meriç’in ötesi cehennem” politikası empoze edilmiştir. “ Bizim anavatanımız Anadolu, Balkanlardaki 500 yıllık dönem boş bir maceraydı , şükür vatanımıza geri döndük” gibi söylemler maalesef çoğu tarafından dillendirilmektedir.
Oysaki, gç ederek geldikleri, Balkan-Rumeli coğrafyasına müstağni kalarak Lozan endeksli Misak-ı Milli sınırlarına ve bu çerçevede oluşmuş resmi ideoloji statükosuna hapsedilmiş olarak kalmak; Balkan-Rumeli asıllı vatandaşlarımızın ve tüm ülkenin geleceği açısından vahim bir duruma yol açacaktır. Soğuk savaş dönemi akabinde Balkanlar-Rumeli’deki gelişmeler Türkiye’yi yeninden Balkanlarla, Avrupa’daki eski topraklarıyla bağ kurmaya zorlamaktadır.
Ne yazıkki, Türkiyedeki Balkan kökenli nüfusun büyük bölümü genelde Balkan sorununu , özelde Bosna ve Kosova sorununu Balkan Türklüğü , Rumeli Türkleri çerçevesinde değerlendiregelmiştir. Balkanlardaki Müslümanların sorunlarını Rumeli Türklüğüne indirgenmesi, politikasını buna göre belirlemesiyle Balkanlardaki Müslüman azınlıklara en büyük kötülüğü yapmaktadır.
Arnavut, Boşnak, Pomak,Ulah,Hırvat, vs. Çoğunlukla yerli Doğu Avrupalı unsurlardan oluşan Balkan Müslümanlar’ının tümünün “Türk” olarak nitelendirilmesi , gerek batı Avrupalılar gerekse Balkanlardaki Gayr-i Müslim çoğunluk tarafından “ Anadolu’dan gelmiş işgalci Türklerin kalıntıları” şeklinde nitelendirilmesine yol açmaktadır. Bunların Türkiye’ye göçe zorlanmasına neden olmakta , sürekli göç nedeniyle Balkanlardaki müslüman nüfus gittikçe azalmaktadır.
Tarihte Batı Avrupalıların (Osmanlılar’ın deyimiyle Frenkler’in) tüm Osmanlıları “Türk” olarak nitelemesi, Mısır ve Arabistan’dakiler dahil tüm Müslümanlar’a “Türk” demiş olması , bugün Balkanlar’da yaşayan tüm Müslüman ahaliye “Türk” denmesine gerekçe olamaz. O takdirde, eskiden tarihte Anadolu’ya “ Bilad-ı Rum, Diyar-ı Rum, İklim-i Rum “ denmesinden yola çıkılarak Anadolu’da yaşayanlara “Rum” adlandırmasına gerekçe olacağı mı düşünülür? Bugün Anadolu’da yaşayan ahaliye“ Rum” demek mi gerekir? Veya Mevlana Celaleddin Hazretleri’ne “Rumi” denmesi Rum asıllı olduğundan mıydı? Halbuki kendisi Belhli idi , ancak küçük yaşta iken babasıyla Diyar-ı Rum’daki Konya’ya yerleşip orada vefat ettiğinden “Rumi” denmiştir. Bu bağlamda, kültür ve medeniyet hinterlandı ve bir hanedanın kavmi ve anadiline dayalı coğrafi adlandırmaların ilanihaye geçerli olacağını söylemek imkansızdır.
Türkiye’deki Balkanlar’a yönelik bir yandan “Rumeli Türklüğü” diğer yandan “Meriç’in Ötesi” ni tamamen görmezden gelen , Misak-ı Millici, soğuk savaş dönemi statükocu politikası Balkan Müslümanları’nın böylece daha fazla acı çekmelerine ve Türkiye’ye göçe zorlanmalarına neden olurken , aynı zamanda Türkiye!ye göç edenlerin , Balkan toprağıyla, Meriç’in Ötesi ile tüm bağlarının kopmasına yol açmaktadır
Türkiye’ye göç politikasıyla , Balkan Müslüman nüfusu gittikçe erimekte , göç edenlerin de “ Meriç’in Ötesi “ ni görmezden gelme politikasıyle Balkanlarla tüm ilişiğinin kesilerek asimile edilmesi , Balkan Müslümanlar’ını dış destekten de mahrum etmektedir. Sonuçta Türkiye hariciyesi bugüne kadarki politikalarıyla , Balkan müslümanları’na Türkiye’ye göç etmekten başka seçenek tanımamakta , göç edenler de anavatanları olan Rumeliyle tüm bağlarını keserek asimile olmaktadır. Asıl olarak takip edilen bu politikayla sözde Türkiye’nin Gayr-i Müslim unsurlardan arındırılmasına karşılık olarak , Balkan Müslüman unsurunu eriterek ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.Bu da uzun vadede Türkiye’nin Balkanlar’da hiçbir geleceğinin olmamasına, güvenliğinin tehdit edilmesine yol açacaktır.
Türkiye’nin bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olan ve çok farklı etnik kökenlerden gelen kendi halkını , Orta Asya kökenli Türk kimliği zemin ve potasında eritip homojenize etmeye çalışırken diğer yandan , Avrupalılaşmaya , Avrupa ile entegre olmaya gayret etmesi büyük bir çelişkidir. Hele Avrupalı yerli halklardan olan (Türkler hariç) Balkan Müslüman halklarını , Orta Asya kökenli Türk olarak nitelemesi ve Türkiye’ye göç edenlerini “Türk” kimliği ile asimile etmesi, Avrupalılaşmayı, Avrupa ile entegre olmayı amaçlayan bir ülke için trajik-komik bir vakıadır. Nüfusunun önemli bir bölümü Avrupalı yerli Müslüman nüfustan oluşmuşken, bu nüfusu önce Orta Asya kökenli Türk olarak nitelendirip, sonra da Avrupalı olmayı gaye edinmek çok ciddi bir çelişkidir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi , günümüzde Balkanlar Türkiye için , Mezopotamya için hayati öneme sahiptir. Bu bölgelerin güvenliği Balkanlardan geçer. Bursa ne ise , Priştina da odur, İzmir ne ise , Selanik de odur. Balkan müslüman kimliğinin geleceği Anadolu ve Mezopotamya müslümanlığının da geleceğinin teminatı olacaktır.
Bu bakımdan Balkan coğrafyası dün olduğu gibi bugün için de Anadolu ve Mezopotamya’nın güvenlik kapısıdır. Bugün için İstanbul’dan , Diyarbakır, Erbil ve Süleymaniye’ye kadar olan bölgenin güvenliği Balkanlardan geçer.
Tüm bu nedenlerden dolayı, Balkan/Rumeli kökenli vatandaşlarımızın, yukarıda belirttiğim çelişki ve sıkıntıları barındıran, Misak-ı Millici/statükocu bir ideoloji ve siyasal/toplumsal projeye hala sahip çıkması olumlu bir gelecek vaadetmemektedir. 20. Yüzyılın siyasi ve ulus devlet yapılanmalarının artık bir geleceği sözkonusu değildir. Böyle bir saik ile referandumda hayır oyu vermek ülkemize hayır getirmeyecektir. Hala, Misak-ı Millici bir tutumla hareket etmek yerine; yeniden Sarayevo, Travnik, Priştina, Tetovo, Korça, Tiran, Debre, Üsküp, Veles, Dıraç ile Bursa’nın, Edirne’nin bağını kurabilmek; Silistre, İslimye, Zagra, Kırcaali, Varna ve Köstence’ye açılabilmek bu milletin ve ülkenin hayrına olmaz mı? Ülkemizin, en dinamik, çalışkan ve eğitimli topluluklarından olan Balkan/Rumeli muhaciri vatandaşlarımızın ülkenin, toplumun önünü açacak bir tutum ve tavır içerisinde olacakları kanaatindeyim.
Girişte belirttiğim gibi, Kürtler, Türkler, Aleviler, Sünniler, Balkan ve Kafkas muhacirleri, hatta Gayr-i Müslimler vs. Kısacası ülkemizdeki tüm kesimler için bu referandum hayati bir önemi haizdir. Farz-ı muhal Sonucun hayır çıkması halinde, bir daha hiçbir siyasi gücün 12 Eylül anyasasının herhangi bir maddesine dokunma ve değiştirme şansı kalmayacak, 12 Eylül anayasası adeta kutsal, dokunulmaz bir anayasa halinde tescil edilmiş gelecektir. Ayrıca, tek/parti dönemi resmi ideolojisi ve statüko yeniden baskısını toplumun tüm kesimleri üzerinde ağırlığıyla hissettirecektir. Referandumda %51 oranında dahi hayır çıkması durumunda, böyle bir sonuç, 1982’de silahların gölgesindeki %92 oranındaki sonuçtan çok daha fazla olumsuz etkisi görülecektir.
Bizzat kendim de, dindar bir kürt olarak, bu sıkıntıları hem ailece hem de ferden çocukluk dönemlerimizden beri yaşamış bir kimseyim. 1980’de daha küçük yaşta siyasi bir tutuklu olarak, Mahir Çayan ve arkadaşlarının firar ettiği askeri cezaevi dahil, örfi idare (sıkıyönetim) zindanlarında da kalmış bir kimse olarak, gerek ülkenin önünü tıkayan statükonun gerekse, 12 Eylül anayasasının bundan böyle devamından kesinlikle yana değilim.Sadece bu nedenler bile referandumda “evet” dememiz için yeterlidir.
Soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından, yirmi yıldır yeni bir dönemeçle karşı karşıya kalan ülkemizin Misak-ı Milli’nin dar alanına sıkışıp; parçalanma sendromu yaşatılması yerine, bulunduğu coğrafyaya, Balkanlara, Kafkaslara, Irak Kürtlerine ve Ortadoğu’ya, İslam dünyasına açılan geniş bir vizyona sahip olmuş; toplumun çeşitli kesimleri arasında farklılıklara özen gösteren bir barışın güvenlik teminat olduğu, müslümanlıkla, etnik kimliklerle barışmış bir siyasal yapı içindeki bir ülke özlemi için “evet” demeliyiz.
*Saadet Partisi GİK Üyesi Ve Genel Başkan Danışmanı
SON VİDEO HABER
Haber Ara