Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.975,32

Bist

10.125,46

Deniz senin neyine vesayet?

Başörtülü kadınlardan bu kadar nefret ettiren algının arka planında ne var? Havva Yılmaz'ın yazısı..

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-08-31 17:16:00

Deniz senin neyine vesayet?
Deniz senin neyine vesayet?

Havva Yılmaz


Bu yazıya ilham veren sözler bundan iki yıl önce, 10 Mart 2008 tarihinde, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği toplantısında dile getirildi. Toplantının hangi amaçla organize edildiğine dair elimizde hala bir bilgi yok, ancak toplantının içeriğine dair bir video internet sitelerinde mevcudiyetini koruyor. Kısaca hatırlarsak, aralarında CHP milletvekili Necla Arat’ın da bulunduğu bir grup akademisyen ‘teyze’nin başörtüsü ve başörtülü kadınlar hakkında öfkelerini dile getirdikleri bir çeşit nefret ayini şeklinde geçen toplantıda, “Parıl parıl saten başörtülerini takıp yanımdan başları dimdik geçmelerini hazmedemiyorum”dan, “Kuran’da adı geçmeyen o ‘baş sargısı’ için beyaz çarşaf giyiyor ve ortaya çıkıyorlar, bu ne utanmazlıktır!”a kadar varan cümleler sarfedilmişti. Ancak, toplantıda bulunanların genel ruh halini en iyi şekilde özetleyen ve bu yazıya da ilham olan cümle ise, derneğin eski genel başkanlarından birinin, 2007′deki genel seçimlerde oyunu AKP’ye veren temizlikçisinin, gerekçe olarak ‘istikrar’ı göstermesi üzerine kurduğu ve salondan onay alan şu cümle: “İstikrar senin neyine Vesayet! İstikrar senin neyine!”

Bu cümleyi o dönemde Henüz Özgür Olmadık kitabı için kaleme aldığı metinde, Elif Babül şu şekilde analiz etmişti:

“Bu acıklı hikâyeden hareketle tayyörlü Cumhuriyet kadınlarının tahayyülünde başörtülü kadınların sadece nerede durdukları değil, aynı zamanda o durdukları yerde ne yapacakları (ve yapamayacakları) da anlaşılıyor: Başörtülü kadınlar tayyörlü kadınların evlerinde dururlar ve o evlerin temizliğini yaparlar. Bu durdukları yerde tayyörlü kadınların başörtülü kadınlarla ilişkilenmesi bir ‘vesayet ilişkisi’ niteliği gösterir. Vesayet, sözlükte şöyle tanımlanıyor: ‘Küçüklerin ve mahcurların (hacir altına alınmış kişilerin) korunması amacıyla özel hukukta düzenlenen ve bir kamu hizmeti niteliğini gösteren kurum. (Visâyet) Vasilik. Vasiyet. Tembih, emir. Tavsiye. (Bak: Vasi).’

Temizlikçi kadının adının azizliği sonucu, konuşmacının iradesi dışında ironik hale gelen hikâyenin bize anlattığı şey, bu ilişki bağlamında mahcur, yani kısıtlı olarak tahayyül edilen başörtülü kadının vasisiyle eşit statü ve salahiyet iddiasında bulunması durumunda ne gibi bir tepkiyle karşılaşacağı. Şimdi ‘istikrar’ kelimesi yerine başka kelimeler kullanarak cümleyi tekrarlamayı deneyelim: “Üniversite senin neyine Vesayet? Üniversite senin neyine?” “Memurluk senin neyine Vesayet? Memurluk senin neyine?” “Milletvekilliği senin neyine Vesayet? Milletvekilliği senin neyine?”

KAMUSAL ALANIN AYRIK OTLARI

2008′den beridir her yaz ben de bu soruyu başlıktaki şekliyle dilime doluyorum: “Deniz senin neyine Vesayet! Deniz senin neyine!” Zira her yaz, seküler normların öngördüğü ölçülerden farklı olarak örtünmemin bir bedeli olarak, gönlümce denize girme keyfinden mahrum kalıyorum. Birçok başörtülü kadın gibi mahrum kaldığım onca şeyin yanında gönlünce denize girememek önemsiz görünebilir. Ancak zulmün büyüğünü de küçüğünü de üreten aynı zihniyet olunca düşünmek de kaçınılmaz oluyor.

Geçenlerde Çeşme’de yaşanan bir olay, bu konuyu tekrar düşünmeme vesile oldu. 8 yaşındaki oğluyla birlikte denize giren Hatice Şenocak, mayo yerine vücudunun büyük bölümünü örten haşemasıyla denize girince sonradan asker eşi olduğunu öğrendiği bir kadın tarafından çeşitli hakaretler eşliğinde saldırıya uğradı. Saldırganın “İran’a, Arabistan’a, sizin gibi olan insanların ülkesine gidin!” sözleri ile “İstikrar senin neyine Vesayet!” arasındaki ilişki zulmün mantığının değişmeyen kodlarını ifşa ediyor bize. Anlaşılan o ki 2008′den bu yana başörtülü kadınların ötelenme hikayesinde de değişen bir şey yok.

Hatırlayacaksınız, mevzubahis toplantının yapıldığı tarihler hükümetin başörtülü öğrencilere üniversite yolunu açması beklenen bir düzenlemeyi gündeme getirmesinin hemen sonrasına denk geliyordu. Ve yine hatırlayacağınız üzere bu düzenleme 5 Haziran 2008 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş ve başörtülü kadınlara bir kez daha ‘hadleri bildirilmiş’ti. Babül’ün de alıntıladığım cümlelerinde belirttiği gibi, başörtülü kadınlar temizlikçi olabilir, çaycı olabilir, ev kadını (!) olabilir ama doktor, mühendis, öğretmen, hele ki milletvekili vb olamazlar. Türkan Saylan’ın ifadesiyle ülkenin ‘asıl sahipleri’yle eşit statüde olamazlar. Zira ucu milletvekilliğine kadar varabilecek yol en başından kesilmiş, vesayet edenlerle vesayet edilenlerin aynı denizi paylaşmaları bile mesele haline getirilmiştir, getirilmektedir.

O halde başörtülü kadınlardan bu kadar nefret ettiren algının arka planında ne var? Sınırları her an(çoğunlukla genişlemek yönünde) değişebilen bir kamusal alandan, başörtülü kadınları illaki uzaklaştırma iştiyakı nereden kaynaklanıyor? Çeşme’de yaşanan olayda saldırganın yanındaki arkadaşlarına ‘Hadi şunu boğalım’ diyecek kadar gözünün dönmesine sebep olan saik nedir? Bence bu soruların cevabı yine başörtülü kadınları kamusal alandan kovmaya çalışanların kendi sözlerinde saklı:

“Örümcekler, utanmıyor musunuz denizi kirletmeye, Atatürk Cumhuriyetini kirletiyorsunuz!”

Modern ulus-devlet ideolojisinin en önemli nüans noktalarından birisini işaret eden bu cümle kısaca şunu söylüyor: Biz 87 yıl önce devrimimizi yaptık, ülkemizi/bahçemizi sizin gibi örümceklerden temizledik, şimdi olur olmaz her yerde karşımıza çıkıp sinirlerimizi bozuyorsunuz! Tam da Baumann’ın holokost rasyonalitesini çözümlerken kullandığı metafora uygun şekilde bir ‘temizlik’ anlayışını ifade ediyor bu sözler:

” Bahçe tasarımı yabani otlarını belirlediğine göre bahçe olan her yerde de yabani ot olacaktır. Ve yabani otlar yok edilmelidir. Yabani otlardan arındırma yıkıcı değil yapıcı bir etkinliktir. Kusursuz bir bahçenin yapılması ve korunması işinde bir araya gelen diğer etkinliklerden tür olarak farklı değildir. Toplumu bahçe gibi gören tüm görüşler toplumsal doğal ortamın (social habitat) bazı bölümlerini yabani otlar olarak nitelerler. Bunlar, diğer yabani otlar gibi ayrılmalı, kısıtlanmalı, yayılmaları önlenmeli, yerinden çıkarılmalı ve toplum sınırlarının dışında tutulmalıdır; tüm bu yollar yetersiz kalırsa öldürülmelidir” ( Z. Bauman, Modernite ve Holokost).

Bu bağlamda haşemayla denize giren bir kadını denizden kovmak, saldırgan için bahçeyi temiz tutmak adına yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk haline geliyor. Haşemayla denize giren kadınsa derhal bahçeden temizlenmesi gereken ‘pis’ bir ayrık otundan başka bir anlam ifade etmiyor. Saldırganın, bir taraftan Hatice Şenocak’a saldırırken diğer taraftan Şenocak’ın az ilerideki kuzenine de ‘Sıranı bekle!’ demesi bütün ‘ayrık otları’na aynı muameleyi yaptığının/yapacağının da göstergesi olsa gerek.

“Parıl parıl saten başörtülerini takıp yanımdan başları dimdik geçmelerini hazmedemiyorum”

Kamusal alan ve mahremiyet konularını incelediği kitabı Kamusal İnsanın Çöküşü’nde Richard Sennett, 1750′lerin Paris ve Londra’sını şöyle tasvir eder:

”Sokağa çıkan bir kişi artık görünüşüne bakarak orta sınıftan bir yoksulu, orta sınıftan bir zenginden az çok ayırt edebilirdi. İki asır önceki Paris ve Londra sokaklarında dış görünüşler sosyal konumun göstergeleri olacak şekilde güdümleniyordu.” (Richard Sennet, Kamusal İnsanın Çöküşü)

Sennett bunları aktardıktan sonra kılık kıyafet konusunda yasalarla düzenlenen bu kurallara uymamanın pratikte ciddi bir yaptırımı olmamasına rağmen, insanların bu konuda istekli olduklarını belirtir ve bu isteklerini de topluma düzen getirme arzularından kaynaklandığını ileri sürer.

Benzer bir ‘düzen’ arzusunun Türkiye’deki kamusal alan tartışmalarında da önemli bir yeri var. Kamusal alanda başörtüsünün görünürlüğünü düzenleme çabaları, Baumann’ın bahçecicilik çağında olduğu gibi ayrık otlarının temizlenmesine dayanan bir düzen anlayışı üzerinden yürütülüyor. Üstelik, 87 yıl önce kurulmasına rağmen her an, her türlü ayrık otlarının tehdidi altında varlığını idame ettiren bir düzen bu. Dolayısıyla, ayrık otlarının olur olmaz her yerde karşısına çıktığı bahçıvanlar için iş artık çıldırma noktasına varabiliyor. Bu noktadan sonra bir türlü temizlenemeyen ayrık otlarına karşı duyulan öfke giderek büyüyor. Ve her başörtülü kadın düzen bozucu, pis bir ayrık otu olarak muamele görmeye başlıyor. Baş örtme eyleminin kendisi ise başlı başına bir isyan, kurulu düzene saldırı olarak algılanıyor.

Vesayet tartışmalarının gündemin merkezine oturduğu şu günlerde, hayatının hemen her bölümü ‘kamusal alan’ vesayetine alınan başörtülü kadınlar, gittikçe büyüyen bir nefretin nesnesi haline getiriliyor. Bu anlamda üniversitelerdeki yasaktan, sokaklardaki müdahalelere, siyaset yasağından denizdeki mahrumiyete kadar her türlü kötü muamelenin aynı algı kalıplarından beslendiği açık. Yine denizde haşemasıyla yüzen bir kadını küçücük çocuğunun yanında boğmak isteyen bir kadınla, ülkedeki kadınların %60′ının hayatını gasp etme ‘yetki’sini kendisinde gören Anayasa Mahkemesi arasında da pek bir fark yok. Velhasıl, denizlerde bile vesayetini ilan eden ve karşısına çıkan her başörtülü kadını vesayete dayalı mevcut düzene yönelik bir tehdit olarak algılayan bir zihniyet var karşımızda. Bir de tüm bu ayrımcı kodların çıkış noktasını teşkil eden ve Mine Kırıkkanat’ın “Kamusal alanda Allah’ın da yeri yoktur. Kamusal alanı Allah’tan kurtarmaya çalışıyoruz.” sözlerinde vücud bulan bir problem var ki, bu da başlı başına bir ayrı bir yazı konusu.

Kaynak: Derindusunce.org

Haber Ara