Neden sadece Dersim katliamı?
Onur Öymen ve CHP, hâlâ gerçeklerin ve Tek Parti döneminde işlenin zulümlerin üzerinin örtülmesinin derdinde.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-08-20 19:27:00
Türkiye’nin yakın tarihi, Kemalist iradenin istek ve buyruklarına uygun olarak oluş(turul)muş bir tarihtir. Bu nedenle bu tarih, olayları, gerçek ve bilimsel olgulara uygun olmaktan öte, Kemalist iradenin belirlediği bir çerçevede ele almıştır.
Yani, beyazlar siyah, siyahlar da beyaz gösterilerek kitleler adeta hipnotize edilmiştir. Bu nedenledir ki, halk –en azından küçümsenmeyecek bir kısmı- on yılda on beş milyon genç yetiştirdik ya da emperyal devletlere yani yedi düvele karşı savaşarak ezilmiş ve mazlum ülkelerce örnek alınan bir ülke olduk veyahut da kulluktan vatandaşlığa çıktık türü martavallara inandırılmak zorunda bırakılmıştır. Oysa Türkiye’nin yakın tarihi, kan ve gözyaşı ile yazılmış bir tarihtir. Bu tarih, Resmi ideolojinin otoriter ve jakobenist bürokrat kadrolarınca gerçeklerin üstü örtülerek, olaylar kararttırılmak suretiyle oluşturulmuş resmi bir tarihtir; Kemalist iradenin yaz dediği yazılmış, yazma dediği ise gizlenerek yok sayılmıştır. Bu amaçla, etek dolusu paralar harcanarak Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi ilimden ve bilimden uzak, uyduruk tezler geliştirilmeye çalışılmıştır. Bir taraftan da Bizans entrikalarına taş çıkartacak tarzda hile, desise ve ayak oyunlarıyla muhalefetsiz bir toplum oluşturmanın zemini hazırlanmıştır. Yıllarca bürokrat, senatör ve Türkiye’nin Dışişleri eski bakanı olarak görev yapan İhsan Sabri Çağlayangil de, ‘yakın tarih, daha çok resmi tarihtir. Bürokrasinin izin verdiği tarihtir’ diyerek bu durumu teyit etmiştir.
Resmi tarihe göre, bir yurtseverler var, bir de hainler ve işbirlikçiler var. Aslında Mustafa Kemal’e itiraz eden, ona karşı çıkan herkes, en yakın silah arkadaşları bile olsa, onlar haindir, işbirlikçidir, dolayısıyla da ölümü hak etmiştir. Bu nedenledir ki, Kemalist yönetim tarafından Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren masum ve mazlum birçok muhalif, kimilerinin yaşları küçültülerek, kimilerinin ise yaşları büyütülerek darağaçlarında sallandırılmıştır. Amaç; küçük, büyük bütünüyle muhalefeti yok etmektir. Ne yazık ki, uygulanan baskı ve zulüm yöntemleri ile geçici de olsa bu amaca ulaşılmıştır. Ama alttan alta gelişen muhalefet, Kemalizm’in ülkede oluşturduğu demir yumruğa rağmen hiçbir dönem bitmemiştir; fırsatını ya da baskının çok yoğunlaştığı her dönemde bir silahlı/silahsız ayaklanma başlamıştır. Her ayaklanmanın neticesinde ise, binlerce masum ve mazlum sivil halk; kadın, çocuk, ihtiyar gözetilmeden katledilmiştir.
Türkiye’de ilk faili meçhul/meşhur cinayetler, Mustafa Kemal döneminde işlenmiştir. Mustafa Suphi ile 14 arkadaşı, Yahya Kâhya, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Topal Osman ve diğerleri, faili meçhul cinayetlerin Türkiye’deki ilk akla gelen örnekleridir. Mustafa Suphi ve arkadaşları Trabzon'da kayıkçı esnafının başı olan eski İttihatçı Yahya Kâhya tarafından 28/29 Ocak 1921 tarihinde bıçaklandıktan sonra denize atılarak öldürülmüştür. Yahya Kâhya İstiklâl Mahkemesi'nde yargılanmış, ancak, ne söylediyse tutuklanmayarak ve elini kolunu sallayarak mahkemeden çıkmıştır. Ancak, Mustafa Suphi ile 14 arkadaşının öldürülmesinden bir, bir buçuk sene sonra 3 Temmuz 1922’de Yahya Kâhya’nın kendisi de faili meçhul bir cinayette öldürülmüştür. Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey ise, Meclis tarafından Yahya Kâhya cinayetini araştırmak üzere görevlendirilmiş ve o da belirli bir süre sonra faili meçhul bir cinayete kurban gitmiştir. Bugün, Ali Şükrü'nün hazırladığı belgelerin ne olduğu hâlâ bilinmiyor. Aslında bu cinayet de, diğerleri gibi faili meçhul değil, faili meşhur, bilinen bir cinayettir.
İşin en ilginç yanı faili meçhul olarak öldürülenler ya Mustafa Kemal'e muhalif olan kişilerdir ya da bu muhalifleri öldüren tetikçilerdir. Tetikçilerin öldürülme sebebi, işlenen cinayetlerin asıl faillerine ulaşılmasının engellenmesidir. Oysa bu cinayetlerin asıl failleri yaygın kanaate göre Mustafa Kemal ve kadrosu idi. Bu bakımdan asıl faillerin bulunmaması için de tetikçilerin öldürülmesi gerekiyordu. Güzel bir plandı ve sonuna kadar uygulandı ve hâlâ işlenmiş bu cinayetlerin üzerindeki sır perdesinin aralanmamış olması, Türkiye'deki baskıcı ve totaliter rejimin devam ettiğini açık bir şekilde göstermektedir. Nitekim Dr. Rıza Nur, bu çirkin planı, Mustafa Kemal'in muhalefete olan tahammülsüzlüğünü, tetikçi Topal Osman'ı ve arkadaşlarını nasıl kullandığını, Meclis’e baskın planını, bu gerçekleşmeyince Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi ve daha sonra da Topal Osman ve arkadaşlarının öldürülmesi olayını Hatırat'ında uzun uzun anlatmaktadır.
Kemalist rejimin zulüm tarihi deşildikçe, sadece Dersim’le ya da Şeyh Said kıyamı ile karşılaşılmaz. Bu dönemde onlarca ayaklanma gerçekleştirilmiştir. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığınca yayımlanan ve 1924–1938 dönemini kapsayan Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar isimli kitapta, kalkışmaların sayısının 17 olduğu belirtilmektedir. 1924’den önceki ayaklanmaları da sayarsak bunun sayısının bir hayli kabarık olduğu görülecektir. Nitekim sadece 1919 ile 1921 sonu arasında 23 ayaklanma/kalkışma gerçekleşmiştir. Bu ayaklanmalardan sadece dördü Kürtlerin oturduğu bölgelerde gerçekleşmiş ve sadece üçüne Kürt aşiretleri katılmıştır. Kürt aşiretlerinin katıldığı ayaklanmaların en önemlisi ise 1921’in Mart ve Haziran ayları arasındaki Koçgiri aşiretinin ayaklanmasıydı... Diğer ayaklanmalar ise Türkler ve Çerkezler tarafından çıkarılan ayaklanmalardı. Demek ki Türkiye’de, sadece Kürtler değil, Türkler de ayaklanmıştır.
NEDEN SADECE DERSİM KATLİAMI KONUŞULUYOR?
CHP’li Onur Öymen’in 10 Kasım’da Meclis’te konuşmasıyla Dersim olayları ve Dersim’de işlenen insanlık dışı katliam, Türkiye kamuoyunun gündemine girmiştir. Oysa Dersim’de ne olup bittiği, bırakın sıradan insanları, okumuş, aydın geçinen birçok kimse tarafından bile bilinmiyor. Araştırıldığı zaman bırakın aleyhte, lehte bile, yani resmi görüşü yansıtan kitap bile neredeyse yazılmamıştır, daha doğrusu yazmaya kimse cesaret edememiştir. Kemalistler ise, yazmamakla, Dersim katliamını unutturmaya çalışmışlardır.
Çünkü Türkiye’de yakın tarih, özellikle de Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün tek parti dönemi ya tamamen kararttırılmış ya da gerçekler ters yüz edilerek, emirle/buyrukla tarih yazdırılmıştır. Kısacası Resmi tarih, Kemalist bürokrasinin olayları ters yüz ederek yazdı(rdı)ğı tarihtir. Halen bugün bile, Kemalistler tarafından bu katliamların gündeme getirilmesi tehditle, şantajla engellenmeye çalışılmaktadır. Gündeme getirilen kısmıyla da ya Celal Bayar ya da İsmet İnönü suçlanarak Mustafa Kemal temize çıkarılmak istenmektedir. Oysa mızrak çuvala sığmamaktadır. Herkes biliyor ki, ne İsmet İnönü, ne de Celal Bayar, Mustafa Kemal’in izni ve onayı olmaksızın bu katliamları gerçekleştirmesi mümkün değildir. Neşe Düzel’in bir sorusu üzerine Taha Akyol bile (18.11.2009, Taraf Gazetesi); “Atatürk’e yöneltilmeyen eleştiriler İsmet paşa’ya yöneltildiği için İsmet paşa Atatürk’ten daha otoritermiş gibi bir imaj oluştu” şeklinde cevap veriyor. Akyol, aynı röportajında; “Kemalizm’in otoriter bir rejim olduğunu, halka dayanmadığını, silaha dayandığını, yurtta sulh’tan kastın, halkın yurtta itaatinin sağlanması olduğunu, Mustafa Kemal’in mecbur olduğu için değil, kafasındaki projenin tek parti idaresi olduğu için tek partili rejimi oluşturduğunu, sorunların çözümünde askeri metotlara alışkın olduğunu” dile getirmesi, Kemalistlerin hoşuna gitmese de önemlidir.
Mustafa Kemal, ‘tek adam’dı, ‘ebedi şef’ti, totaliter ve jokabenist bir anlayışa sahipti; bundan dolayı da asla eleştirilemezdi; eleştirenlerin ise ya zindanlarda ya da idam sehpalarında hayatları son buluyordu. Nitekim Taha Akyol aynı röportajında; “Atatürk’ü eleştirmenin cezası döneme göre değişir. Mesela İttihatçılar arasında siyasi ve iktisadi bakımdan en liberal olan Cavit Bey, darbe girişimi suçlamasıyla idam edildi. Aslında öyle bir şey yoktu” diyerek, aslında Atatürk’ü eleştirmenin bedelinin ağır olduğunu ve hatta eleştirenin hayatına mal olduğunu ifade etmektedir. Ne yazık ki bugün, yıl 2009’da da Mustafa Kemal’in eleştirilemez olduğu kamuoyuna baskıyla, tehditle, şantajla dayatılmaya çalışılmaktadır. Kemalist Onur Öymen, “cesaretiniz varsa Atatürk’ün dönemini eleştirin” demesi, bir taraftan bir gerçeği dile getirirken, diğer taraftan da aba altında sopa göstermeye çalışmaktadır. Gerçekten de, Atatürk’ü ve dönemini eleştirmek bir cesaret işidir. Bu ülkede, 10 Kasım günü sokakta saygı duruşunda bulunulmadığı için az mı insan apar topar gözaltına alınmıştır. Bütün darbecilerin, özellikle de 12 Eylül darbecilerinin kendilerini kanun zırhına büründürmelerini eleştirenler, nedense 5816 sayılı Mustafa Kemal’i koruma Kanunu’nu gündeme bile getirmek istememektedirler. Dünyanın en totaliter, en baskıcı ülkelerinin hiçbirisinde bile benzeri bulunmayan bu kanun, ne yazık ki, Türkiye’de Demokles’in kılıcı gibi halkın tepesinde sallandırılmaktadır.
Türkiye’de sivil halka yönelik katliamlar 1921’de Koçgiri (Zara) isyanı ile başlamıştır. Aslında Koçgiri’de isyan ya da ayaklanma denilebilecek tarzda bir olay da gerçekleşmemiştir. Bu durum, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oktay Akbal’ın dedesi Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın anılarında şöyle dile getirilmektedir; “… Koçgiri aşiretleri arasına sokulan bazı arabulucu kötü amaçlı kişilerin kandırdığı bu aşiret reislerinden çoğunun rıza ve muvafakatleri dışında bir kısım ayak takımı Kürtler, Ümraniye’deki askeri müfrezeye saldırmış ve bazı subaylarla Ümraniye’de bulunan Zara ilçesi kaymakamını tutuklamışlardır. Kısa bir süre sonra da ileri gelenlerden oluşan ‘Öğüt Kurulu’nun devreye girmesiyle de tutuklananlar geri bırakılarak olay sona erdirilmiştir. Ancak bölgeye gelen Sakallı Nurettin Paşa ‘Öyle ama bu kadar asker toplandı, ben buraya kadar geldim; bir şey yapılmazsa olmaz’ diyerek yüzden fazla köyü yakıp, yıkmış ve yüzlerce insanı ise katletmiştir.” Meclis’te yapılan tartışmalarda ve sonrasında ise, Sakallı Nureddin Paşa’yı Mustafa Kemal korumuş ve ceza almasını engellemiştir.
Son zamanlarda Dersim olayları, Kürt açılımı dolayısıyla da olsa yoğun olarak gündeme getirilmiş olması iyi de olmuştur. Çünkü bu vesileyle hem Dersim’de gerçekleştirilen katliam, hem de diğer katliamlar gündeme getirilerek, tek parti döneminde, üstü örtülen, gizlenen zulümler kısmen de olsa kamuoyunun gündemine girmiştir. Bilindiği gibi, tek parti yani Mustafa Kemal döneminde sadece Dersim’de katliam gerçekleştirilmemiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Genelkurmay kaynaklarına göre 1924–1938 tarihleri arasında 17 kalkışma gerçekleşmiştir. Bunların ilki 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Said Kıyamı’dır. 3 Mart 1924’de Hilafet kaldırılınca Kürtlerin Mustafa Kemal’e ve ekibine güveni kalmamıştır. Kürtleri Türklerle birlikte olmaya sevk eden yegâne saik İslam ve onun yönetim şekli olan Hilafet idi. Hilafet de kaldırılınca, Kürtlerle Türkleri bir arada tutan yegâne bağ da kopmuş oldu. Oysa Milli Mücadele Kürt-Türk ayrımı yapılmadan başlatılan Saltanat ve Hilafetin kurtarılması hedefini gerçekleştirmeye yönelik olarak birlikte verilmiş bir mücadele idi. Mustafa Kemal’in o dönemdeki konuşmalarında, yayınladığı genelgelerde Kürt-Türk kardeşliğinin yanında İslam vurgusu yoğun olarak yapılmaktaydı. Taha Akyol, Neşe Düzel’in bir sorusu üzerine ‘Mustafa Kemal’in Milli Mücadele döneminde Abdülhamid’den daha İslamcı gözüktüğünü söylemesi boşuna değildir. Hilafetin kaldırılması, Müslüman Kürtlerin Kemalizm’den kopmasına neden olduğu gibi, Şeyh Said kıyamını da tetiklemiştir. Nitekim Şeyh Said, İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadesini; “Yüce Şeriatın hükümlerini uygulamayan bir hükümete karşı ayaklanmak vaciptir. Bu, bizim fıkıh kitaplarımızda yazar. Biz de bunun için kıyam ettik ve hükümete biraz olsun şeriat meselesini anlatmak istedik. Hiç olmazsa şeriatın bir kısmını uygulamalarını teklif edecektik. Hilafet kaldırılmıştır. Zamanın İmam’ı kalmamıştır. Hâlbuki zamanın İmamı’na bey’at etmeden, ona bağlanıp, onu tasdik etmeden ölen Müslüman, Peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalır!” şeklinde dile getirmiştir. Uğur Mumcu da, kitabında Şeyh Said’in ifadesini ‘Amacım Şeriat’tı başlığı altında incelemiştir.
Ancak Kemalist yönetim, Şeyh Said kıyamını çarpıtmış ve Türkiye’nin batısında Kürt ayaklanması olarak sunarken, Batılı ülkelerde ise şeriatçı bir ayaklanma olarak sunmuştur. Üstelik Şeyh Said kıyamını iç kamuoyu desteğinden mahrum bırakmak için de İngilizlerin bu Kıyamı desteklediği yalanını yaymıştır. İngilizlerin parmağı vardır diyenlerin, o dönemde İngilizlerle Mustafa Kemal’in kurduğu ilişkileri incelemeleri gerekir. Milli Şef İsmet İnönü bile "Şeyh Sait isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır" (İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, s. 202) itirafında bulunmasına rağmen, halen bugün Kemalistlerin bu yalanın arkasına sığınmaları, kendilerinin İngilizlerle olan ilişkilerinin ortaya çıkacağı endişesinden kaynaklanmaktadır. Ömer Kürkçüoğlu da "Halifeliğin kaldırılmış olması, Kürtlerin ayaklanmasında önemli rol oynadığı gibi, Kürt unsurunun çoğunlukta bulunduğu Musul üzerindeki Türk iddiasını da zayıflatmıştır. Milliyetçi düşünceye yabancı olan Musul Kürtleri'nin, Türkiye'yi Irak'a tercih ettikleri söylenebiliyorsa, bunun başlıca nedeni, Halife'ye yani İslam'a olan bağlılıklarıydı. Musul sorununun çözüme kavuşturulmamış olduğu bir sırada Halifeliğin kaldırılması… Türkiye'nin Musul tezine manevi bir darbe indirmişti. İngiltere'nin Musul'daki bir görevlisi, Halifeliğin kaldırıldığı yolundaki haberleri hayretle karşılayıp, inanmakta güçlük çektiklerini yazmaktadır. Bu İngiliz görevlisi, o zamana kadar 'Kürdistan'ı patlamaya hazır bir volkan gibi kaynaştıran Türk propagandasının, Kürtler'in Halifeye kesin bağlılığına dayandırıldığını, Türklerin kendi bindikleri dalı kesmelerinin ise, İngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel bir şey olduğunu' belirtmektedir."
Şeyh Said ile birlikte 46 kişi daha idam cezasına çarptırılmıştır İstiklal Mahkemesi’nce. İdam esnasını Lord Kinross şöyle anlatmaktadır: “Diyarbakır’ın Büyük Camii önünde asıldılar. Çoğu cesaretli bir şekilde öldü. Şeyh Said, sonuna kadar istifini bozmadı. Sehpaya çıkarken, mahkeme başkanına gülümseyerek, ‘senden hoşlandım’ dedi. ‘Ama kıyamet gününde hesaplaşacağız.’ “Askeri komutana takılarak, ‘paşa’ dedi. ‘Gel düşmanınla vedalaş.’ “Gömlek üzerine geçirilirken, kımıldamadan durdu. Ve başka bir şey söylemeden asıldı.” Şeyh Said kıyamı ile idam edilenlerin sayısı her ne kadar 47 ise de, ancak bu sayının binlerce olduğu bilinmektedir. Köyler boşaltılmış, binlerce masum çocuk, kadın ve ihtiyar insan, bilmedikleri, tanımadıkları Batılı illere sürgün edilmişlerdir.
Mayıs 1926 ile Eylül 1930 yılları arasında fasılalarla gerçekleşen üç Ağrı ayaklanması (1. Ayaklanma 16 Mayıs–17 Haziran 1926; 2. Ayaklanma, 13–20 Eylül 1927; 3. Ayaklanma 7–14 Eylül 1930) dolayısıyla olaylara müdahale eden güvenlik güçlerinin nelerden muaf olduğuna dair 1930 tarihli, 1850 sayılı son derece sert bir yasa çıkarılır. Bu yasa gereğince hükümet güçleri, gerçekleştirdikleri katliamlardan dolayı suçlanmayacaklardı. Üçüncü Ağrı Ayaklanmasını izlemek üzere bölgeye giden yarı-resmi Cumhuriyet gazetesinin yazarı Yusuf Mahzar, 16 Temmuz tarihli haberinde müjdeyi verir: "Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır.
Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk'ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan Harekâtı’nda imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur..."
TC AÇISINDAN DERSİM BİR ÇIBANBAŞIDIR!..
Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde özerk beylikler halinde yaşamakta idiler; kendi dillerini, örf ve adetlerini rahat bir şekilde yaşayabiliyorlardı. Bu yaşantılarını TC döneminde de devam ettirmek istiyorlardı. Dersim’de yaşayan Kürt aşiretleri de, Osmanlı Devleti’ne vergi ve asker vermeyen özerk beyliklerdi. Oysa 1926’lı yıllardan itibaren Kemalist Yönetim’e göre ise Kürt yok, Türk vardı ve Kürtler mutlaka ezilerek Türkleştirilmeliydiler. Aslında TC’nin Kürt politikasının temelleri 24 Eylül 1925 tarihli ‘Şark Islahat Planı’ ile atılmıştır. 20’den fazla maddeden oluşan bu plan; “Olağan ve Olağanüstü mahkemelerde Kürt hâkimlerin atanmayacağı, Yugoslavya’dan getirilen Türklerin belirlenen Doğu illerine yerleştirileceği, Kürt isyanlarına katılanların yakınları, yandaşları ve aşiret reislerinden şarkta kalmaları uygun görülmeyenlerin Batı illerine sürgün edilmeleri, vilayet, kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananların cezalandırılacakları, bölgede Türk Ocakları, yatılı bölge okulları ve kız okulları açılarak yöre çocuklarının eğitim yoluyla eritilmeleri, askere alınan Kürt gençlerinin belirli bir süre için silahsız hizmetlerde bulundurulmaları”nı kapsıyordu. Bu nedenle de bu yıllardan itibaren bu ırkçı, şovenist politikalar radikal bir şekilde uygulanmaya konulmuştu. Bu uygulama Dersim’li Kürtlerin hoşuna gitmemişti. İşte Dersim’li Kürtlerin çıbanbaşı olarak değerlendirilme nedenleri, bu anlayışa sahip olmaları idi. Bu durum, “Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu rapora, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” şeklinde yansımıştı. Aynı şekilde Erkânı Harbiye Reisi’ne sunulan bir başka raporda ise: “Dersim’li okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazar-ı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır…” denilmekteydi. İsmet İnönü de bir konuşmasında “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” diyordu. (Milliyet, 31 Ağustos 1930)
Aralık 1935’de çıkarılan Tunceli Kanunu ile Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirilmiştir. Dersim’li Kürtlere yönelik baskının şiddeti gittikçe arttırılarak devam ettirilmekteydi. Amaç, Dersim’de çıbanbaşı olarak görülen Kürtlerin ezilmesiydi. Mustafa Kemal’in, 1936’da yaptığı açıklama, Dersim’li Kürtlerin başına geleceklerin habercisi idi. Mustafa Kemal bu açıklamasında şöyle diyordu; “İç işlerimizde en önemli safha varsa, o da Dersim sorunudur. İçte bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.”
Dersim’de yapılan askeri manevraların birisinde Dersim’in kaderi belirlenmişti. Olayın gelişimini Celal Bayar şöyle anlatmaktadır: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı... O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk...” (Kurtul Altuğ, “Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986.)
DERSİM KATLİAMI DA KEMALİST YÖNETİMİN ESERİDİR!..
Dersim katliamında Mustafa Kemal’in haberinin olmadığı, Mustafa Kemal’in olaylar esnasında hasta yatağında yattığı söylenerek temize çıkarılmaya, olayda dahlinin olmadığı anlatılmaya çalışılmaktadır. Oysa yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere katliam emrini Celal Bayar’a ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ diyen Mustafa Kemal’dir. Yıldıray Oğur’un belirttiği gibi (Taraf Gazetesi, 15.11.2009) “Dersimlilerin üstüne uçaklarla “Teslim olmazsanız cumhuriyetin kahredici ordusu tarafından mahvedileceksiniz” bildirilerin atıldığı 4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu toplantısına Atatürk başkanlık etmiştir. Atatürk bazı manevraları bizzat izlemiştir. Operasyonu harita başından bizzat takip etmiştir. Çatışmalarda devlete yardım eden kişileri tanıyacak kadar olan biten hakkında saat saat malumat sahibiydi. Atatürk o dönemde hasta yatağında da değildi. Seyit Rıza ve adamlarının asılmasının ardından hem de yanına Dersim’i bombaladığı için gazetelerin manşetlerinden inmeyen manevi kızı Sabiha Gökçen’i alarak Elazığ’a, Dersim’e giderek köprü açmıştır. Ve başta Sabiha Gökçen olmak üzere ‘Tunç Eli’ denilen operasyona katılan askerlere madalya takmıştır.
13 Kasım 2008’de Avrupa Parlamentosunun ev sahipliğinde düzenlenen ‘Dersim Soykırımı‘ konferansında bir konuşma yapan Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim'de yaşananların 'insanlık suçu' olduğunu savunarak, Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkililer için, "Yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi" dedi. Elin gâvuru gerçeği kavramış da, niçin yerlileri hâlâ kavramamakta direniyorlar, bunu anlamak mümkün değildir.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, bu katliamdaki açık rolüne rağmen Mustafa Kemal’in eleştirilemeyeceğini söylüyor. Akşam Gazetesi’nde (16.11.2009) Özlem Çelik’in “Dersim’de 90 binden fazla insan öldürüldü. Masum insanlar da vardı aralarında. Tarih, canlı tanıklar böyle anlatıyor. Siz bunları yok mu sayıyorsunuz?” şeklindeki sorusuna ise, “Ben mi bastırdım Dersim isyanını? O zaman Atatürk niye böyle davrandı? Celal Bayar Başbakan’dı. Fevzi Çakmak da Genelkurmay Başkanı. Onlar da mı faşistti? Biz kimseyi üzmemek için bildiklerimizi kendimize saklıyoruz. Kimseyi rencide etmemek için tarihi kurcalamıyoruz.” Bir başka soruyu da “Atatürk’ün Dersim’de yaptıklarını anlatırken bize faşist diyorlar. Ben faşistsem Dersim isyanını bastıranlar neydi?” şeklinde cevaplandırıyor. Onur Öymen, hâlâ gerçeklerin ve Tek Parti döneminde işlenin zulümlerin üzerinin örtülmesinin derdinde. Çünkü o da biliyor ki, tarihi gerçekler bilinirse, o çok kutsadıkları, dogmalaştırdıkları Kemalist Sistem, kendilerinin ve partilerinin üzerine çökecektir. Ama Onur Öymen bilmelidir ki, korkunun ecele faydası yoktur. O, tabulaştırdıkları sistemleri bildik anlamda çökmemiş olsa da, artık uzatmaları oynamaktadır. Unutulmamalıdır ki, küfür devam edebilir ama zulüm asla!
*Yazar. Genç Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
SON VİDEO HABER
Haber Ara