Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

'Avrupa, Türkiye'yi hâlâ keşfedemedi'

'Türkiye 2050'de lider ülke olacak' diyen Prof. Goldstone: "Avrupa, Türkiye'yi hâlâ keşfedemedi" dedi.

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-08-16 05:07:00

'Avrupa, Türkiye'yi hâlâ keşfedemedi'
"Yeni Nüfus Bombası" makalesi Foreign Affairs dergisinin ocak-şubat sayısının kapağını süsleyen Prof. Jack Goldstone, 2050'de Türkiye'nin dünya ekonomisine yön verecek 6 ülkeden biri olacağını savunuyor.

Ünlü makalesine şimdiden binlerce atıf alan George Mason Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Goldstone, Avrupa ve Amerika'nın inişte, buna karşın Türkiye, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin ise yükselişte olduğunu vurgulayarak, Avrupa Birliği'nin muhakkak surette Türkiye'yi üyeliğe kabul etmesi gerektiğini kaydediyor.

BM, IMF, Dünya Bankası gibi kurumların yükselen güçleri hesaba katmaması durumunda meşruiyetlerini kaybedeceklerini savunan Prof. Goldstone, önümüzdeki birkaç onyıl içerisinde büyük bir nüfus sorunuyla karşı karşıya kalacak Batı'nın bu sorunu genç Müslüman nüfusuyla çözebileceğini vurguluyor.

Brüksel'de Zaman'a konuşan Prof. Goldstone'un sorularımıza cevapları şöyle:

Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi üye yapması gerektiğini vurgulayarak, dışlamanın sadece Türkiye'de değil, Ortadoğu ve İslam âleminde de düşmanlık tohumlarına yol açacağını savunuyorsunuz. Bunu da Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin müstakbel üyeliğine son derece soğuk baktığı bir dönemde söylüyorsunuz.

Öncelikle stratejik açıdan baktığımızda Avrupa Birliği'nin İslam âlemi ile köprüler kurması, ittifaklar geliştirmesi gerekiyor. Türkiye'den daha tabii bir ortak görünmüyor. Türkiye her geçen gün demokrasisini güçlendirip daha açık bir toplum haline gelirken ekonomisi de dinamikleşiyor. Avrupalıların büyük kısmı Türkiye'deki bu gelişmeleri hâlâ fark edebilmiş değil. Kişi başına düşen milli hasıla açısından bakıldığında Türkiye'nin şimdiden Avrupa Birliği'nin nispeten fakir üyelerinin seviyesine geldiğini fark edemiyorlar.

Avrupa Birliği'nin istatistik kurumu olan Eurostat geçtiğimiz günlerde açıkladığı ekonomi raporunda Türkiye'de kişi başına düşen milli hasılanın Birlik'e tam üye olan Bulgaristan ve Romanya'yı geçtiğini açıkladı.

Aynen öyle. Türkiye'nin ekonomik büyüklüğüne baktığımızda ise daha farklı bir resim var. Türkiye'nin ekonomik büyüklüğü Hollanda'nınkine yaklaşıyor, Portekiz'i ise geçmiş bulunuyor. Ekonomik olarak baktığımızda Türkiye artık Birlik'in büyük üyeleriyle mukayese edilir hale geliyor. Ayrıca, Türk ekonomisi bütün Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ekonomisinden daha hızlı büyüyor.

2050'de altı ülkenin dünya ekonomisine yön vereceğini söylüyorsunuz. Bu altı ülke Çin, Hindistan, Brezilya, Endonezya, Meksika ve Türkiye.

'Avrupa nasıl oldu da 18 ve 19. asırlarda dünyanın teknolojik, ekonomik ve askerî lideri oldu?' diye sorarsanız, aynı anda birkaç alanda mühim gelişmelere imza attıklarını görürsünüz. Nüfus hızlı bir şekilde artıyordu, eğitim alan halkın sayısı yükseliyordu, artan nüfusu daha verimli kılacak teknoloji ve sermaye de büyüyordu. Artan nüfus, eğitimi hızla yükselen halk teknoloji ve sermaye ile buluştuğunda çok büyük bir ekonomik güce ve refaha ulaşırsınız. Avrupa'da böyle oldu ve bu kıta uzun yıllar her alanda dünyanın liderliğini yaptı. Bütün bu saydığım unsurların toplamı az önce sizin atıf yaptığınız 6 ülkede görülüyor. Brezilya, Meksika ve Türkiye'nin nüfusları hızlı bir şekilde artıyor. Türkiye'nin nüfusu mesela birkaç 10 yıl içinde Rusya'nın nüfusunu geçecek. Ayrıca bu ülkelerdeki nüfusun eğitim oranları hızla artıyor ve bu ülkelerin ekonomilerindeki sanayi kapasitesinin payı da büyüyor. Türkiye bir yandan üniversitelerini tahkim ederken bir yandan da yurtdışına çok sayıda talebe gönderiyor. Türkiye sanayi üretim kapasitesini genişletirken Ortadoğu ve bölgesine ihracatını yükseltiyor. Dolayısıyla hızla büyüyen, büyürken daha iyi eğitim alan bir nüfusa sahipseniz ve sanayi kapasiteniz artıyorsa çok hızlı ekonomik kalkınma sağlayabilirsiniz.

Vatandaşı olduğunuz ABD'ye ne olacak?

ABD ve Avrupa büyük güçler olarak hayatlarına devam edecekler. Ancak artık çok-merkezli bir dünya sistemine doğru yol alıyoruz. ABD, Avrupa, Japonya ve Güney Kore'nin nüfusu zengin olarak hayatını sürdürecek. Ancak hepsi de yaşlanıyor, yaşlanırken dünya nüfusundaki oranları da küçülüyor. Aynı zamanda dünya ekonomisindeki payları da azalıyor. Dolayısıyla hâlâ kuvvetli olmakla birlikte bu kuvvetlerini diğer yükselen ülkelerle paylaşmak mecburiyetinde kalacaklar.

Makalenizin ismi "Yeni Nüfus Bombası". Sanki birçok unsuru sadece nüfus artışı ile izah ediyormuşsunuz gibi bir intiba veriyorsunuz.

Makalenin ismine "bomba" ifadesini koymamın sebebi büyük bir infilak filan beklediğimden değil, ama birtakım potansiyel sorunlar olduğunu ve bunların çözülmesi gerektiğini vurgulamak için. Potansiyel patlama riskleri var. Bunlarla yüzleşip, bombayı etkisiz hale getirmemiz gerektiğini söylüyorum. Nüfusun bu yaşadığımız asırda daha önce hiç olmadığı kadar ehemmiyet arz etmesinin sebebi, insanlık tarihi boyunca görmediğimiz demografik değişikliklere şahitlik etmemizden kaynaklanıyor. Mesela 1950'den 2000'e kadar Avrupa'nın çalışan nüfusu çok istikrarlı bir şekilde yılda yüzde 1 kadar arttı. 2005'te bu artış durdu. Avrupa tarihinde ilk defa, Roma'dan bu yana ilk defa Avrupa'nın çalışan nüfusunun azaldığını görüyoruz. Bu şimdi yaşanıyor ve tabii ki bu gelişme bir dönüm noktası.

Roma İmparatorluğu'ndan bu yana ilk defa oluyor.

Evet. Roma'dan bu yana Avrupa nüfusu her zaman istikrarlı bir şekilde arttı. Aslında büyük savaşlar sonrasını hesaba katmazsak dünyanın hiçbir kıtasında ülkeler azalan bir nüfus sorunuyla baş etmek zorunda kalmadı. Avrupa'da ilk defa yetişkin nüfusun azaldığını görüyoruz. Dolayısıyla yepyeni bir hadiseyle karşı karşıyayız. Avrupa ülkelerinin çoğunun nüfusunun üçte biri 2050'de 60 yaşın üstünde olacak. Yine insanlık tarihinde hiçbir ülke 60 yaş ve üstündeki bu kadar çok insanı tekrar istihdam alanına sürmek mecburiyetinde kalmadı. Doğum oranlarının artabileceği konusunda iyimser de değilim. Oranın yüksek olduğu Ortadoğu ya da Afrika'dan Avrupa'ya göç eden ailelere baktığımızda doğum oranının Avrupa'ya geldikten sonra hızlı bir şekilde düştüğünü müşahede ediyoruz. Asıl sebep, kadınların değişen rolleri. Kadınlar meslek sahibi olmaya ve profesyonel kariyerlerinde yükselmeye teşvik edildikçe meslekî basamakları tırmanmakla doğum için en verimli yılları arasında tercih yapmak mecburiyetinde kalıyorlar. Mesela, kadınların okuması ve meslek sahibi olması için büyük yatırımlar yapan İran'da doğum oranı Avrupa'daki kadar düşük.

İran örneği çok enteresan!

İran aslında dünyada doğum oranı en hızlı düşen ülke konumunda şu an itibarıyla.

Ayrıca 2030 yılında Çin'in "tek-çocuk" siyasetinin etkilerini net bir şekilde hissetmeye başlayacağını savunuyorsunuz. Bu Çin ekonomisi açısından ne manaya geliyor?

Bazıları Çin'in, dünyanın en büyük gücü olarak ABD'nin yerine geçeceğini öngörüyor. Ben buna pek ihtimal vermiyorum. Sebebi de şu: Çok kısa bir zaman sonra Çin'de işgücüne katılan insan sayısı azalacak ve bir süre sonra da işgücünden ayrılanlarla katılanlar birbirlerini dengeleyecekler. Sizin ifade ettiğiniz gibi 2030'da Çin ekonomisini büyütmek için hamle yaptığında birçok engelle karşılaşacak. Çin şimdiden işgücü sıkıntısı yaşamaya başladı bile. Çin, işgücü sorunlarını aşmak için kıyı kentlerinde işi aramak için göç edecek ve bu boşluğu dolduracak bir nüfus fazlasına sahip değil.

Diyorsunuz ki milletlerarası kurumlar hızla yükselen ve ekonomisi son derece dinamik ülkeleri dışlarsa meşruiyetlerini kaybedecek.

Birçok Avrupalı ve Amerikalı hâlâ şunu kavrayamadı: Önümüzdeki birkaç 10 yıl içerisinde dünya ekonomik üretiminin yüzde 75'i galip ihtimalle ABD ve Avrupa'nın dışında gerçekleşecek. Aslında ekonomik kriz yaşadığımız geçen yıl içerisinde dünyadaki bütün ekonomik büyüme Çin, Türkiye ve Brezilya gibi kalkınmakta olan ülkelerde gerçekleşti. Gelişmiş ülkeler ise aynı dönemde borç sorunları ile boğuştu. Bir dönem biz de çok yüksek ekonomik büyüme rakamlarını yakaladık. Ancak şu an yaşlı nüfus sorunları ile uğraşacağımız istikrarlı bir döneme doğru yol alıyoruz. Avrupa ve ABD yaşlanmaya başlayınca bir süre sonra nüfusları dünya nüfusunda da oldukça küçük bir yüzdeye tekabül edecek. Küresel nüfusun yüzde 8 ila 10'unu oluşturacaklar.

O zaman milletlerarası kurumların meşruiyetini muhafaza etmek için ne yapmalı?

Size birkaç misal vereyim. 1970 ve 80'li yıllarda Avrupa ülkeleri çok hızlı kalkınırken Fransız ekonomisi, Çin ekonomisinin iki katıydı. İnanması zor ama böyleydi. Dünyanın diğer ülkeleri ile mukayese edildiğinde Avrupa bu muazzam zenginliğe sahipken G-7 gibi bir kurumun manası vardı. G-7 dünya siyasetini belirliyor, diğer ülkeler de bu siyasete uymak durumunda kalıyordu. G-7 daha sonra G-8 oldu. Ama şu an 8. ekonomi Brezilya. Dünyanın en büyük 2. ekonomisi ise Çin. Güney Afrika, Türkiye, Meksika hızla ilk 20'deki yerlerini alıyor.

Türkiye şu an dünyanın en büyük 16. ekonomisi.

Şu an dünyadaki ekonomik büyümenin sadece yüzde 50'sini üreten ve kısa süre sonra küresel ekonomideki payı yüzde 25'e düşecek 7-8 ülkenin bir araya gelerek küresel kararlar verip, dünyanın bunu takip etmesini beklemesi tuhaf bir durum ortaya çıkarıyor. Gelişmiş hiçbir ülke bunu meşru görmez. Dolayısıyla dünyadaki ekonomik büyümenin büyük bir kısmını üreten ülkeler küresel ekonomiyi yönlendiren kurumlarda da söz sahibi olmalı. Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve BM Güvenlik Konseyi gibi kurumları kastediyorum. II. Dünya Harbi'nden sonra kurulan ve zaferle çıkan ülkelerin menfaatlerini gözeten küresel sistemin değişmesi gerekiyor. Artık bu sistemin 60 yıl önce kurulduğunu ve ABD ile Avrupa'nın 60 yıl önceki kadar kuvvetli konumda olmadıklarını belirtip yeni kurumlara ve ortaklıklara ihtiyaç duyulduğunun anlaşılması gerekiyor. Avrupa ve ABD tabii ki kuvvetli aktörler olarak varlıklarını sürdürecekler. Söylemek istediğim, eski güçlerini muhafaza edemeyecekleri.

Tarihî ve coğrafî şartlar Türkiye'ye her zaman Doğu ile yakın olmayı emrediyor

Makalede hızlı nüfus artışının büyük oranda Müslüman ülkelerde yaşanacağına ve bu gidişatın sorunlar üretebileceğine işaret ediyorsunuz. Bu sorunların temelde eğitim eksikliğinden ve Müslümanların Batı toplumlarından dışlanmasından kaynaklanabileceğini belirtiyorsunuz. Müslüman nüfusun patlaması ciddi sorunlara mı gebe?

Öncelikle hiçbir nüfus patlamıyor. 2050'ye kadar dünya nüfusu 2 milyar kişi kadar artacak. Zaten şu an 7 milyar dünya nüfusu ve yaklaşık 9 milyar olana kadar büyüyecek.

İşbirliği yapılacak ülkeler hızlı kalkınanlar, işgücü nüfusu büyüyenler olacak. Peki bu nüfus hangi ülkelerde bulunacak? Aradığımız nitelikteki insanların büyük kısmı İslam ülkelerinde olacak. Dolayısıyla İslam âlemi ile iyi ilişkiler içinde bulunmamız gerekiyor. İşte bu yüzden Türkiye'nin eşit şartlarla Avrupa Birliği'ne tam üye olarak girmesi büyük stratejik ehemmiyete sahip. Avrupa'nın, nüfusu büyüyen dünyanın bu kısmı ile köprüler kurması gerekiyor. Türkiye'nin üyeliği bütün dünyaya Batı'nın İslam âlemi ile eşit şartlarda birlikteliğe evet dediğini ortaya koyacak. Bu mesaja ihtiyacımız var.

2050'de küresel ekonomiye yön verecek 6 ülkeden birinin Türkiye olacağını savunuyorsunuz. Siz bunları savunurken Türkiye'nin dış politikada eksen değiştirdiğine dair birçok yorum yapılıyor. Özellikle ülkeniz Amerika'da İsrail'in Gazze yardım filosuna saldırmasının ardından Türkiye'nin sırtını Batı'ya döndüğüne dair çok sayıda makale yayınlandı. Türkiye hakikaten eksenini değiştiriyor mu ya da şu an Türkiye'de olanları nasıl okuyorsunuz?

Öncelikle Türkiye'nin nasıl bir coğrafyada bulunduğunu, hangi ülkelerle komşu olduğunu görmemiz lazım. Türkiye her zaman medeniyetlerin buluştuğu bir dörtyolda oldu. Türkiye'nin Doğu ile Batı, Hıristiyanlık ile İslam arasında köprü olmak için muazzam bir potansiyeli var. Türkler her zaman her iki medeniyete de demir atmış şekilde hayat sürdü. Osmanlı İmparatorluğu her zaman büyük bir Hıristiyan nüfusa ev sahipliği yaptı. Batılıların bir kısmı Rum Ortodoks Kilisesi'nin merkezinin hâlâ İstanbul'da olduğunu bilmiyor. Türkiye milletlerarası ilişkilerini planlarken hem Doğu'ya hem de Batı'ya bakmak mecburiyetindedir. Tabii ki Türkiye'nin ana demirini Avrupa'ya atmış olması bütün dünya için daha hayırlıdır. O zaman Türkiye, Batı'yı Ortadoğu'ya bağlayan çok büyük bir köprü olabilir. Ama Avrupa Türkiye'ye kapılarını açmamakta ısrar eder, "sen bizden farklısın o yüzden seni tam üye olarak içimize alamayız" derse Türkiye de o zaman Suriye, İran, Irak ve Rusya gibi ülkelerle ilişkilerini geliştirmenin yollarını arayacaktır, buna mecburdur. Bu ülkelerin hepsi Türkiye'nin komşuları. Neticede Türkiye'nin nasıl bir komşu olacağına Avrupa karar verecek. Türkiye Avrupa'ya döndüğünde Avrupalılar "hoş geldin" diyecek mi demeyecek mi? Ama Türkiye her zaman Doğu'suyla yakın ilişkiler içerisinde olacak. Tarih ve coğrafya bunu emrediyor...

Haber: SELÇUK GÜLTAŞLI

Kaynak: Zaman

Haber Ara