Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Avrupa'da tartışılan laiklik mi kimlik mi?

Geçen yüzyılda modernleşmenin sekülerleşmeyi de beraberinde getireceği öngörülmüştü: Din savaşlarını sona erdirmek üzere kamusal alanda dinlere eşit mesafede bir devlet, kişilerin dinî kimliklerini sergilemedikleri nötr bir kamusal alan ve bilimin gelişmesiyle dindarlıklarını kaybedecek vatandaşlar...

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-07-22 12:54:00

Avrupa'da tartışılan laiklik mi kimlik mi?
Böyle bir beklenti vardı, Batı toplumlarında. Fakat bugün gelinen noktada kamusal alanda dinin yeni taleplerle ortaya çıkışına şahit oluyor Avrupa. Bu nedenle de 'Seküler dönem bitti mi? Post-seküler bir döneme mi ulaştık?' şeklindeki sorular eşliğinde ele alınıyor kimlik/kültür talepleri. Özellikle Müslümanların Avrupa ülkelerindeki varlığı bu tür soruların sorulmasına sebep oluyor. Son yıllarda bu konuların daha sık gündem oluşturduğuna şahit oluyoruz:

-1989'da ortaokula giden üç kız öğrenci okulda başlarını açmayı kabul etmedi. Böylece Fransa'da bugün de devam eden 'l'affaire du foulard' diye adlandırılan başörtüsü sorunu başlamış oldu. Chirac'ın başkanlığı döneminde Stasi komisyonu bir rapor hazırladı. Ve 2004 yılında okullarda başörtüsü yasağı yasalaştı. Üniversitelerde ya da özel okullarda değil, sadece devlet okullarında.

-Finlandiya kökenli bir İtalyan vatandaş iki çocuğunun eğitim görmekte olduğu lisedeki çarmıha gerilmiş İsa figürlerinin kaldırılmasını talep etmiş; ancak okul yönetimi bu talebi reddetmişti. 4 Kasım 2009'da, velinin son başvuru mercii olan AİHM vatandaşı haklı, İtalya'yı ise din özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle suçlu buldu. Okullardan haç kaldırıldı.

-Aynı tarihlerde İtalya'da açıkta namaz yasaklandı. Ama 7 Kasım 2009'da Avrupa'nın en büyük camisi olan Köln Camii'nin temelleri atıldı. Birkaç hafta sonra 29 Kasım 2009'da İsviçre'de minare yapımını yasaklayan karar referandumla kabul edildi.

-Birkaç ay sonra Varşova (Polonya) ve Duisburg'da (Almanya) cami yapımına karşı gösteriler düzenlendi. (Mart 2010) Fakat işin ilginç tarafı bu gösterilere karşı Müslümanların dinî ve kültürel haklarını savunanlar, kilise grupları ve solculardı. Duisburg'da 150 kişiyi geçmeyen aleyhteki göstericilere karşı 4.500 kadar Avrupa'nın çok kültürlü kimliğini savunan gösterici caminin önüne adeta etten bir duvar örmüştü.

-Son günlerde peçe yasağı tartışılıyor, başta Fransa olmak üzere Avrupa'nın belli başlı ülkelerinde. Bu tartışmalar kimlik/kültür talepleri ile göçmen politikalarının keskin uçlarında seyrediyor. Dinî kimliklerle ilgili talepler, Avrupa'da Müslümanlar ve göçmenlerle ilgili sorunların su yüzüne çıktığı örnekler...

Bilim devrimi, reformasyon, rasyonelleşme, Weberyen tabirle "dünyanın büyüden arındırılması"... Bu gelişmeler, post-metafizik ve seküler bir dönem olarak tanımlanmasına yol açmıştı, yaşadığımız modern çağın.

Ama beklenilenin aksine, kentleşme ve eğitimin insanları dinden uzaklaştıracağı şeklindeki pozitivist ön kabuller gerçekleşmedi. Sekülerleşmeye rağmen din ve dindarlık var olmaya devam etti. Çünkü insanların müteal olana arzusu da, çağdaş dünyada yaşadığı anlam krizi de bastırılamadı. Zira insanların kendilerini gerçekleştirdiği iş, aile, eğlence gibi projeler var olmasına rağmen, yine de bir şeylerin eksik olduğu duygusunu yok saymaları mümkün değildir. Bu nedenle ateistlikle dindarlık yan yanadır modern toplumda.

Seküler/post-seküler çağda din ve kimlik

Charles Taylor'a göre bugünkü Batılı seküler toplumların ve bu çağın en baskın özelliği radikal çoğulculuktur. Her gün kendi dünya görüşümüzden farklı görüşlere sahip insanlarla karşı karşıya geldiğimiz bir dünyada yaşıyoruz: teist, ateist, agnostik vb.

"Çokkültürlülük" adlı paradigmatik metninde bu çoğulculuğun nasıl çözümleneceğini ele alıyor Taylor. Avrupa toplumlarının artık "biz işleri burada böyle yürütüyoruz" şeklinde bir kolaycılığı seçme lüksünün olmadığını; farklı kültürleri kimliksizliğe mahkûm etme lüksünün olmadığını vurguluyor. Çünkü kimlik ve tanınma, kişilerin kendilik algılarında ve öz saygılarında çok önemli bir yer tutuyor.

Yani seküler bir çağda dindarların, farklı kimliklerden olan kimselerin toplumsal ve siyasal haklarından; birey ve grup haklarından bahsediyor Taylor. Ama ben 800 sayfalık koca bir kitap yazarak dönemi "seküler çağ" (Secular Age; 2008) olarak nitelemesine dikkat çekmek istiyorum. Seküler çağ olarak nitelese de dine ve dindarlara alan açmaya çalışan bir yaklaşıma sahip Taylor.

Diğer taraftan dindarların kamusal taleplerini ele alırken zemini "post-seküler" diye niteleyenler de var. Habermas, Europe: The Faltering Project (2009) adlı kitabında post-seküler kavramını kullanıyor. Özellikle Avrupa'daki Müslümanlarla ilgili çelişki ve çatışmaları ve onların kamusal alanda dinî haklarla ilgili taleplerini ele alırken. Modernist bir sekülerleşme teorisinin eleştirilmesi gerektiğine, kamusal alanda dinin yer alışının tartışılması gerektiğine vurgu yapıyor Habermas. Bunlardan bahsederken de içinde bulunulan durumu post-seküler olarak tanımlamanın, sosyolojik gözlem açısından isabetli olduğunu dile getiriyor.

Seküler ya da post-seküler diye tanımlayalım, yaşadığımız çağda dinin kamusal alandaki izharının; dinî kimliklerin görünürlüğünün tartışıldığı bir dönemi tecrübe ediyoruz. Fransa'da sekülerizmin laisite şeklinde ifade edilen baskıcı bir şekli tecrübe ediliyor. Türkiye, baskıcılık bakımından Fransa'ya benzer bir mekanizmayı taklit ediyor. Anglo-Amerikan sekülerizmi ise daha hoşgörülü.

11 Eylül sonrası İslam ve Batı tartışmalarına baktığımızda da sekülerliğin merkezde yer aldığını görüyoruz. Müslüman toplumların özsel bir şekilde sekülerliği başaramayacakları iddiası hâkimdi, 11 Eylül sonrası İslam fobisine temel oluşturan tartışmalara. Medeniyetler çatışması fikrinin arka planını da bu iddia oluşturuyordu.

Akademide de İslam'ın aslen "non-seküler" olduğu kanaati yaygın kabul görüyor. Bu kabul sahiplerine göre, demokrasinin Müslüman toplumlarda uygulanamamasının temel sebebi zaten sekülerliğin olmayışıdır. Aslında bu tespitin katılmamız gereken bir yönü var. Şu bir gerçek ki sekülerizm tarihsel olarak Müslüman topluluklarda gelişmemiştir. Böyledir, çünkü İslam toplumları sekülerizmi düşünmek zorunda bile kalmamışlardır.

Avrupa'da ise sekülerizm düşünülmek zorunda kalınmıştır. Çünkü 17. yüzyıla gelindiğinde uzun süren din, daha doğrusu mezhep savaşlarına bir çözüm bulmak zorunda kalmıştır Avrupalılar. Bu sebeple de din ile kilise ayrımını, siyasi bir çözüm olarak projelendirmişlerdir.

Irkçılık ve yabancı düşmanlığının gölgesi

Sekülerizm tartışması, din ve kimlik tartışmaları açısından önemli bir konu. Ama kimlik tartışmalarının siyasi pek çok tartışmanın üzerini örttüğü gerçeğini göz önünde bulundurmak daha da önemli. Dinin kamusal alanda yer alışıyla ilgili sorunlar, belli bazı semboller üzerinden tartışılıyor. Avrupa'da da Türkiye'de de dinin kamusal alanda yer alışının ve dinî kimliklerin, "başörtüsü" sembolü üzerinden tartışılıyor oluşu dikkat çekicidir.

Fransa'da son dönemlerde pek çok kritik konu l'affaire du foulard (başörtüsü meselesi) üzerinden gündeme geliyor. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı hep bu zeminde kendisini gösteriyor. Laiklik, cumhuriyetçi eşitlikçilik ve demokratik vatandaşlık geleneğinin nasıl muhafaza edileceği de; Müslüman ülkelerden göç edenlerin Fransız topraklarında doğmuş üçüncü kuşak çocuklarının varlığı ile ortaya çıkan çokkültürlülük baskısına nasıl mukavemet edileceği de, hep başörtüsü üzerinden tartışılıyor.

Kimlikler üzerinden okunduğunda başörtülü bir kadın Fransa vatandaşı olarak kabul edilmesini zorlaştıran bir durumda görülüyor. Başörtüsüyle kültürel bir kimlik sergilediğinin ve hem köken ülkesine aidiyetini hem de dinî kimliğini görünür kıldığının altı çiziliyor. Bu yüzden John R. Bowen'ın vurguladığı üzere "Vatandaş mı Müslüman mı?" karşıtlığına hapsolmuş bir soru üzerinden yürüyor tartışma.

Yani millî kimliklerin küreselleşme ve çokkültürlülük çağında karşılaştığı hemen bütün çelişkiler, bu özel olayda görünür oluyor. Ve başörtüsü, kamusal alanın, laikliğin, vatandaşlığın sınırlarında yapılan bir tartışmanın odağında yer alıyor.

Göçmen problemi, yabancı problemi, ırkçılık, çokkültürlülük... Bütün bu problemler, İslam ve Müslümanlar üzerinden tartışılıyor Avrupa'da. İslam ve Müslümanlar ise kadınlar ve kadınların örtüsü üzerinden bir temsile zorlanıyor. Burka, başörtüsü, peçe, hicâb, nikap her ne adla anılırsa anılsın kadınların örtüsü, Müslüman olmayan Avrupalılar için pek çok tehlikenin sembolü olarak görülüyor: Şehirlerde yükselen şiddet, uluslararası terör, Müslüman göçmenlerin entegre olmayı reddetmesi. Bu açıdan bakıldığında, nispeten az sayıda kadını ilgilendiren bir uygulama olan burka ve nikabı yasaklama girişiminin de aynı sembolizme yaslandığı görülür. Müslüman kadınların örtünmesi, Avrupa'nın İslam ve göçmenlerle ilgili politikalarının ifade edilmesinde merkezî bir rol oynuyor. Aynı zamanda ırkçılık ve yabancı düşmanlığının en ortada görünen hedefi de örtü.

Bu sebeple Avrupa'daki sekülerlik tartışmaları salt sekülerlik tartışmaları olarak cereyan etmiyor. Bu tartışmalar Müslümanlarla ilgili konular üzerinden yapıldığından ırkçılık, İslam fobisi, yabancı düşmanlığı gibi konular sekülerlik tartışmalarını gölgeliyor. Diğer taraftan bizzat ırkçılık ve İslam düşmanlığı da sekülerliğin, özgürlüğün, daha doğrusu kadın özgürlüğünün öncelikli olduğunu vehmettiren bir görüntü altında tezahür edebiliyor.

Nazife Şişman Sosyolog
ZAMAN

Haber Ara