Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Fatma 16 yaşında neden dağa çıktı?

PKK üyeliğinden 12 yıl yatan şair Fatma savcı anlatıyor; 16 yaşında dağa neden çıktı, nasıl şair oldu?

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-07-19 21:13:00

Fatma 16 yaşında neden dağa çıktı?
"Kandırılan, dağda, kırsalda öldürülen teröristler de bizim çocuğumuz...”

Bu sözler, hükümetten Genelkurmay'a, TÜSİAD'dan medyaya uzanan geniş bir alanda giderek büyüyen ortak bir paydayı ifade ediyor.

Peki o insanlar kim, nasıl ve neden dağa çıkıyorlar, kendileri gibi gencecik çocuklara ateş açmayı nasıl göze alıyor, nasıl kendi hayatlarından bile bu kadar kolay vazgeçebiliyorlar? Sorular zor, sorun çetin. Ama derin bir nefes alıp bu soruların yanıtlarını aramalıyız.

Evet, “o çocuklar” kendilerini nasıl dağa tayin ediyorlar?

Kulak verelim:

“Umutsuz gençleri kandırıp, dağa çıkarıyorlar, gibi bir bakış gerçekleri yine inkâr etmek demek. Ben 16 yaşında, bilinçli olarak dağa gittim; ulusal bilince sahiptim. İnkâr politikalarına karşıydım. Öyle ani bir karar değildi benim için. Aileme bu düşüncenin aklımın bir yerinde olduğunu asla hissettirmedim. İki yıl kadar bu düşünceyi kendi içimde tartıştım(…) Ben Kürtçe alfabeyi dağda öğrendim. Kâğıt kalem kullanarak değil, karın üzerine çizilen harfleri ezberleyerek öğrendim Kürtçe’yi. O zaman yıllar sonra biri bana Kürtçe şiir kitapların olacak, biyografine de ‘Belki karın belleği yoktu ama ben o harfleri belleğime kaydettim’ yazacaksın dese, inanmazdım. Buna beni kimse inandıramazdı. Ama şimdi orada, okuma eğitiminde yazdığım ilk raporu hatırlıyorum ve ‘Keşke hepimiz için hayat başka türlü olabilseydi’ diyorum.”

Yukarıdaki bu sözler, çağdaş Kürt şiiri üzerine okuma yapanların son yıllarda “parmakla gösterdiği kalem”lerden biri sayılan Fatma Savcı’ya ait.

Fatma Savcı, Mardin Nusaybin’e bağlı olan Girêmîran Köyü’nde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. 16 yaşında, köydeki üç kız arkadaşıyla birlikte PKK’ya katılmak için dağa çıktı. Bir buçuk sene sonra, 1992 yılında tutuklandı, 2003 yılında serbest kaldı. Savcı’nın Kürt edebiyatı çevrelerinde alkış toplayan Gulên Qasid (Güllerin Elçisi), Xêwnên Zîvîn (Gümüşi Rüyalar), Bîra Bîrîne (Yaranın Belleği) adlı şiir kitapları cezaevinden çıktıktan sonra yayımlandı.

Halen Kürtçe televizyon kanallarında yayımlanan çeşitli programlara metin yazarlığı yapan Savcı’nın öyküsüne, “Bu çocuklar da bizim” diyenler için kalın bir parantez açtık.

Daha önce gazeteciler ile siyaset konuşmadığını, “edebiyat kimliğini önemsediğini” belirten Savcı söyleşinin sonunda serzenişini şu soruyla aktardı: “Keşke edebiyat da konuşabilseydik şimdi. Ama savaş hepimizin ruhunu işgal etti. Şimdi bu söyleşiyi okuyanlar arasında, ‘Acaba nasıl şiirler yazmış?’ diyenler mi, yoksa direkt ‘Bölücü şair’ yaftasını uygun görenler mi daha büyük bir kalabalık oluşturur?”


‘Kürt-Türk kardeşliği aslında var olmayan bir söylem’


- Söyleşiye başlamadan önce ifade etmiştiniz; “Kardeşlik her gün, herkesin dilinde ama içimizde sahiden ne var; keşke gerçekten birbirimizin ne hissettiğini bilsek… O zaman ‘Kürtler-Türkler, biz kardeşiz’ söyleminin içini doldurabilirdik belki.”

Doğru, ben bu kadar uzun ve korkunç bir savaşın kardeşliğe sığabileceğini kabul etmiyorum, kardeşlik aslında var olmayan bir söylem.


‘Cezaevinden çıktıktan sonra yumuşamadım’


- Siz örgüt üyeliği nedeniyle 12 yıl cezaevinde yattınız. Önce genel bir izlenim edinmek için soralım; “Çocukluğunu dağda, PKK kamplarında, gençliğini cezaevinde geçiren birinin daha radikalleşmesi mi gerçekçi? Mesela siz cezaevinden çıktığınızda nispeten “yumuşamış” mıydınız?

Hayır, yumuşamamıştım. Kürt sorunu konusunda devletin yaptıklarını bağışlamayacak biriyim ben. Hatta kardeşlik kavramını da kullanmayan biriyim. Bunun nedeni sadece cezaevi süreci değil. Öncesi ne olacak; yanlışlıklarla, acılarla dolu bir tarih var arkada. Evet, Türkler de bu savaşta çok zarar gördü. Ama Türk toplumu devletin politikalarına sessiz kalarak, bilinçsizce de olsa, bu yanlışlıklara destek verdi. Anneler, çok masumlar; oğulları ölüyor, canları yanıyor. Ama nasıl feryat ediyorlar; “Devlet sağ olsun.” Bu benim yüreğimi yumuşatacak bir şey değil. Dürüst olalım, duygularımızı, acılarımızı, yaşadıklarımızı karşılıklı olarak inkâr etmeyelim. Bunu söylediğim için çok üzgünüm ama ben “Kardeşiz” diyemem. Bunu inanarak söyleyemem.

- Siz bu cümleleri hırsla kurmayınca daha çok merak ediyoruz; filmi en başa alsak?

Keşke mümkün olsa da alabilsek. (Gülüyor)

- Yardımcı olalım; 1974 yılı, Mardin, Nusaybin…

Girêmîran köyü, bizim köyün adı buydu. Mirlerin tepesi anlamına gelir. Türkçe “Girmeli” olarak değiştirildi. Orada doğdum, ilkokulu orada okudum.


‘Annelerimizin ölen asker melek sözü bizim kuşak için öyle olmadı’


- Kaç çocuklu bir aile?

Annem babamın ikinci eşi, ilk eşi ölmüş. Babamın ilk eşinden beş çocuğu varmış, annemden sonra üç çocuğu daha olmuş, yani sekiz kardeşiz. Ben dört yaşındayken babam ölmüş. Ama doğal bir ölüm değil. Köy kavgası sırasında bir asker, babama tüfeğinin dipçiğiyle vurunca hayati bir yara almış, doktora gidemediği için dayanamamış.

- Aileniz politik miydi?

Hayır, babam bölgede “söz ustası” diyerek kabul gören bir adammış. Güney Kürdistan’da süren mücadeleyi takip eder, Kürt kimliğine sahip çıkar ama Kürt hareketiyle aktif ilişki kurmazmış. Ağabeylerim de öyle. Hatta bir ağabeyim politikadan özellikle kaçan biriydi. Ama başka bir köyden yapılan “Şu kişilerin örgütle ilişkisi var” ihbarı üzerine tutuklanmıştı. 45 gün sonra köye geldiğinde tanınmayacak haldeydi; zayıflamıştı, vücudunun şekli değişecek kadar dayak yemişti. Oysa onun ne örgütle, ne de politikayla ilgisi vardı. Şimdi düşünüyorum; annelerimiz “Ölen asker melek olur” derdi. Hâlâ da bu kanaat vardır onlarda. Ama bizim kuşak için böyle olmadı; “Askerden korkacaksın!” Algı buydu. Sadece siyasi baskınlar değil, kaçakçılık gibi nedenlerle de köye asker gelirdi. Hafızam, kocaman adamların, köy meydanında nasıl dayak yedikleriyle dolu. Onur kırıcı birçok sahne. Diğer yanda şu; bizim orada Türkçe konuşmak ayıptı, soysuzluktu. Asimilasyona karşı oluşan bir refleksti bu; şehre gittiğinde bir dükkâna gidip Türkçe bir şey isteyen biri de yadırganırdı. Köye gelen öğretmenler ise şart koşardı; “Okulda kaç kelime Kürtçe konuşursanız o kadar para vereceksiniz.” 15 günde bir ailemizden şeker, çerez parası gibi küçük paralar alınca öğretmene verirdik.

- Aileniz varlıklı mıydı?

Tarlamız vardı, pamuk ekiyorlardı. Babam öldükten sonra yine tarlaları ekip biçerek geçindik. Büyük ağabeylerim de yardımcı oldu. Yokluk görmedik, ama durumumuz çok da parlak değildi. İlkokulu bitirince devam edemedim. Sadece beş sene okudum. Hatta öğretmenimiz, Samsunlu Türk bir solcu, evimize gelip anneme “Kızınızı okutmaya devam edin” demişti. Olmadı, annem kabul etmedi.


‘Türkçe’ye hâlâ küsüm’


- Okula devam edemediniz ve sizi ne bekliyor hayatta?

Bizim feodal yaşam, içinde büyüdüğümüz toplum, çok büyük hayallere izin vermezdi. Rollerimi sorgulamaya başladım; “Ben de büyüyeceğim ablam gibi evleneceğim, çocuklarım ve kocam olacak. Ya sonra; hiçbir şey!” Çünkü başka bir seçenek yok. Ne devlet yol açıyor, ne de toplum. Düşünün; ben Türkçe’ye hâlâ küsüm. Çünkü zorla öğretilmiş. Biz Kürtçe konuşunca öğretmen nar ağacı daha çok incitiyor diye nar dalıyla vururdu. Böyle öğrendiğin herhangi bir dille nasıl barışık olursun? İlkokulu böyle okuyan çocuk, okulu bitince ne düşünür? Pasifsiniz sadece ne yaşanıyorsa üzerinize siniyor. Acıysa acı, gözyaşı ise gözyaşı. Bizim köyün yakınında bir dağ vardı; Bagok Dağı. Askerler, orada öldürülen, bedenleri delik deşik olan gerillaları Nusaybin’deki meydana götürdüklerini söyleyerek, köylüleri “Gelin bakın, sizden biri var mı?” diyerek Nusaybin’e çağırdı. O zaman bizim köyden dağa kimse çıkmamıştı. Meydana bakmaya gidenler, köye döndüklerinde gördükleri cesetleri konuşuyorlardı. Yüzlerini hiç unutmadım; korkunun ve öfkenin birbirine geçtiği bakışlarını. Sorgulamaya başlıyorsun; “Ne olacak, ne olacağım?” 1990’lı yıllar, savaşın en yoğun olduğu dönem. Aslında olan biteni politik olarak bilinçli bir şekilde yorumlayamıyorsun, çocuksun. Ama var olan şiddet politikalarına da karşı çıkmak istiyorsun. Sonra, köyde kadınlara düşen hayat belli.


‘Dağa gitmek ani bir karar değildi, iki yıl düşündüm’


- Sizin çevrenizde örgüte “Okula devam edemedim, evlenecek ve onlarca çocuk yapacağım. Dağa çıkarsam, belki başka bir hayat görebilirim?” duyguları ile katılan kızlar oldu mu?

Bu duygu etkili olabilir. Ama sadece, “Umutsuz gençleri kandırıp, dağa çıkarıyorlar” gibi bir bakış gerçekleri yine inkâr etmek demek. Ben 16 yaşında, bilinçli olarak dağa gittim; ulusal bilince sahiptim. İnkâr politikalarına karşıydım. Öyle ani bir karar değildi benim için. Aileme bu düşüncenin aklımın bir yerinde olduğunu asla hissettirmedim. İki yıl kadar bu düşünceyi kendi içimde tartıştım. Ve 1990 yılının 1 Nisan gününde gittim.


‘Şimdi ben bir askeri, bir gerillayı ölüme bırakır mıyım?’


- Aileniz bilmeden mi?

Evet, bizim oralarda çocuğu dağa giden aileye taziyeye giderler. Çünkü bilirler ki bir daha gelemeyecek giden. Belki ben de gelmeyebilirdim; ne var ki, ben askeri eğitim almadım ve hiç çatışmaya girmedim. Ölüme gidiyorsun, kim izin verir buna; hangi anne, hangi kardeş? Ben de izin veremem. Şimdi ben bir askeri, bir gerillayı ölüme bırakır mıyım?


Üç genç kız dağa nasıl ve neden çıktı?


- Tek başınıza mı gittiniz, yoksa köyden başka gençler de var mıydı?

Üç kızdık, aynı yaşlardaydık. Hem bizim köyden, hem de civardaki köylerden daha önce dağa giden kadın hiç olmamıştı.

- Nasıl buldunuz birbirinizi, nasıl karar verdiniz?

Aynı köydendik, arkadaştık zaten. Bu durumları paylaşıyorduk. O süreci, acıları kaldırmayan üç kişiydik. “Hadi gidelim, asker öldürelim” diye gitmedik. Devletin şiddet politikalarını daha fazla kaldıramadık. Acılarımızı taşıyamadık, bir şeyler yapmak istedik. Kalıp aynı acıları izlemekten başka bir şey yapmak istedik. “Biz yapabilir miyiz? Ölümü göğüsleyebilir miyiz; yaralanıp sakat kalırsak yaşamı sürdürebilir miyiz?” En çok tartıştığımız konu, buydu. Sadece bunları düşünüyorsun, başka bir seçeneğin yok. Bizim kuşak böyleydi.

- Nereye, nasıl gideceğinizi nasıl tayin ettiniz?

Köyde bir postane vardı. O telefonla bağlantı kurduk ve gittik.

- Nereye?

Uzağa gitmiştik.

- Yürüyerek mi?

Hayır, rehberler vardı.

- Türkiye içinde miydiniz?

Önce Kürdistan bölgesinde olan dağlara çıktık. Yaşımız küçük olduğu için bizi askeri eğitime almadılar. Felsefeyi gördük orada, toplumların tarihini gördük, genel dünya tarihini işledik, teorik konularda kitaplar okuduk.


‘Türkçe’nin düşman dili olmadığını dağda öğrendim’


- Bu kitaplar Kürtçe mi, Türkçe mi?

Ağırlıklı olarak Türkçe. Zaten Kürtçe olsa kim, nasıl okuyacak? Hangimiz, Kürtçe eğitimini alabildik ki? Ben Kürtçe alfabeyi dağda öğrendim. Kâğıt kalem kullanarak değil, karın üzerine çizilen harfleri ezberleyerek öğrendim Kürtçe’yi. O zaman yıllar sonra biri bana Kürtçe şiir kitapların olacak, biyografine de “Belki karın belleği yoktu ama ben o harfleri belleğime kaydettim” yazacaksın dese, inanmazdım. Buna beni kimse inandıramazdı. Ama şimdi orada, okuma eğitiminde yazdığım ilk raporu hatırlıyorum ve “Keşke hepimiz için hayat başka türlü olabilseydi” diyorum.

- Ne yazmıştınız?

“Tepki duydum, nefret ettim. Ama anladım ki Türkçe düşman dili değildir. Hiçbir halkın dili düşman dili olamaz.” Ben dağda böyle bir süreçten geçtim, zorla öğrendiğim ve nefret ettiğim Türkçe’nin düşman dili olmadığını orada öğrendim. Ve kanaatim o ki, benzer süreçlerden geçen gerillaların sayısı az olsaydı, şu an Türkiye’deki savaş çok farklı boyutlarda olurdu. Çok daha olumsuz olurdu. Çünkü hiçbir halk düşman değildir anlayışına sahiptik.

Biz de insandık, kadındık, erkektik’


- Bu söylediğiniz noktaya neden sonra geldiniz siz?

(Gözümün içine bakarak ve hiç es vermeden ama öncesinde derin bir nefes alarak şu cümleyi kuruyor) Bizim Kürt hareketinin anlayışı budur en baştan. Hiçbir egemen halka düşmanca yaklaşmadı. Ayrıca ben hiç savaşmadım, kitapçıydım; kitapları toprağa gömmek, zarar görmemelerini sağlamak, dağıtmak, tasnif etmek görevimdi. Bizler sadece birer savaşçı değildik. (Tam bu esnada Fatma Savcı ile söyleştiğimiz kafede çalışan garson, sipariş ettiğimiz çayı servis ederken, masadaki bu diyaloğa tanık oluyor. Şaşkınlığını toparlayarak, “Başka bir isteğiniz var mı efendim?” diye soruyor. Fatma Savcı, “Teşekkür ederim” diyor. Garson uzaklaştıktan sonra kelimeler iki dudağının arasında bir süre şöyle sendeleniyor) Biz de insandık, kadındık, erkektik.


‘Balayına gelmediklerini bilerek evlenip dağa çıkanlar vardı’


- “Niyetimiz ‘savaş magazini’ yapmak değil enformasyon” diyerek hemen soralım; dağda kadın-erkek ilişkisi ne kadar gerçekçi bir şık; eğer söylenegeldiği gibi örgütün “yasak” saydığı bir başlıksa bu, zaten ailesiyle görüşmeyen, yıllarca çatışma içinde yaşayan, örgütsel kolektif hayat nedeniyle bireyselliğini yitiren o insanın, daha fazla “insan” kalabilme şıklarında neler var?

Düzenli bir ordu, dünyanın hiçbir ordusu kadın-erkek ilişkisine izin vermez, bu bir gerçek. Sonuçta bu hareket bir savaş örgütü, düzenli, klasik bir ordu değil. Fakat buna rağmen, “Bizim burada kadın-erkek ilişkisi yaşamamamız lazım” dense de tartışmaya nokta konmaz. Bu konu hem örgüt içinde, hem de siyasi kanatta tartışma konusu yapılır. Dolayısıyla duygusal ilişkiler hep vardır. Mesela ben üniversitede sevgili olup, birlikte karar verip, sonra dağa çıkanlara tanık oldum. Evlenip dağa çıkanlar da var. Elbette oraya balayına gitmediklerini bilerek gidiyorlar. Aynı yerde eğitim görüyorlar, ayrı yerlerde uyuyorlar. Belki garip gelecek ama dağda bulunduğu yerde birini sevenler, savaşı çok romantik yaşıyor. Diğer yandan bir çatışmada olup da sevdiği ölürse, kalan çok değişiyor.


‘Sevdiği çatışmada ölenin intikam duygusu gelişiyor’


- Nasıl bir değişim?

İntikam duygusu gelişiyor. Eskiden daha yumuşakken daha sert duygulara sahip olabiliyor. Ya da romantize ettiği savaşın, aslında ne kadar katı ve gerçek olduğunu başka bir biçimde tekrar tecrübe ediyor. İnsan içindeki o yere, yıkmaya gücü yetmeyecek öyle geniş duvarlar örebiliyor ki. Ben en zor ve tahammül edilemez koşullarda şiire tutundum. İnsanlığımı korumaya, kendimi daha çok insan kılmaya çalıştım. Savaş koşullarının yaratabildiği kirliliklere bulaşmamak için, yüreğimi ve ruhumu arındırmak için şiirin kanatlarına yaslandım. Önce bir dostumun yara alması sonucu ölüme gidişinin yarattığı üzüntüyü kâğıda dökmekle başladım şiire. Sonra cezaevinde "dışarıya" kaçışıma yataklık eden bir kanat oldu şiir.


‘Beni insan yapabildiği için, gücü buna yettiği için şiiri önemsiyorum’


Savaşın karanlığından, renkli baharlara, çiçeklere, uğur böceklerine, özgürlüklere doğru koşuşum oldu. Bu yüzden şiiri önemsiyorum. Beni insan yapabildiği için, gücü buna yettiği için. Bakın; ben dağa gittikten bir buçuk yıl sonra, siyasi faaliyet yürütürken tutuklandım. Ama insan kalmak, ne yaşarsa yaşasaın, bırakmaz herhalde insanın peşini, fakat eksiliyorsun. Gidiyor bir şeyler… Mesela yakalandıktan sonra helikopterle getirilirken, “Anlatmazsan seni aşağı atarız” denince, “Konuşmayacağım, ne yaparsanız yapın, beni konuşturamazsınız. Ben bir savaş esiriyim” diyerek karşılık vermiştim. Oysa o anı çok yaşıyorum; hâlâ kâbusumdur. Hiç de öyle büyük asker lafları edecek yaşta ve konumda değildim. O sözleri söylüyordum ama bir taraftan midem bulanıyordu. “Şimdi beni atacaklar, başımı bir taşa çarpacağım” diye düşündükçe midem bulanıyordu. Ölüm korkusunun öyle korkunç bir mide bulantısı varmış ki! O an hayal ediyordum, belki güzel bir çimenliğe düşerim ya da yumuşak bir toprağa. Ben bir insandım, kadındım, öncesinde çocuktum. Ama bunu saklayarak, öyle büyük, cesur asker lafları ediyordum ki. Bırakmıyordum; çocukluğum, korkum, insanlığım ortaya çıksın. Bizim insanlığımızı eksilttiler. Ben yıllarca ağlamadım cezaevinde, çıktığımda bile ağlayamadım. Kendimizi bastırmak zorundaydık, özellikle tutukluluk halleri bunu gerektiriyordu. Ve korkunç üzüldüm buna. Çünkü insani yönümde bir eksiklikti bu. Dışarı çıktığımda kardeşlerimi, onları bırakıp gittiğim yaşta görüyordum. En tuhafı kendimi 30’lu yaşlarında bir kadın gibi hiç hissedemedim. Sanki içeriye girdiğim yaştaydım. Bunu çok sorguladım. Her şeye rağmen şiir yazıyordum. Şiir ki sansürsüz bir dünya ister. Oysa bizim maskelerle dolu bir yaşamamız olmuş. Eğer çatışmaya girseydim, onlarca yıl dağda kalsaydım; bu cümleleri yine böyle mi kurardım, bilmiyorum.


‘Bu hareket bir savaş örgütü, bu savaşta en temiz biziz demiyorum’


- “Müsabaka” yapmak için değil sahiden fikrinizi öğrenmek istediğimiz notunu düşerek soralım: Dağa çıkanın ölmeye bilinçli gittiğini, gönüllü olarak örgüte katıldığını siz de söylediniz. Bu çerçevede “mecburi vatandaşlık görevi” esnasında hayatını kaybeden askerin ölümü ile örgüt üyesinin ölümünü “aynılaştırmak” ne kadar doğru sizce?

Bu savaşın hiçbir şeyi doğru değil ki. Sadece bu mu yanlış olan? Bu savaşta hangi yöntem doğru? Siz de konuyu müsabaka olsun diye buraya getirdiğimi düşünmeyin; ölen bir gerillanın cesedi üzerinde yapılanlar doğru mu; hangisi doğru olabilir! Oğlunu kaybetmiş bir asker annesinin bu kadar ölümden sonra hâlâ “Devlet sağ olsun” demesi doğru mu; bence değil. Hepimiz, her tarafımız yanlışlar içinde, bir savaştayız. Az önce söyledim; sonuçta bu hareket bir savaş örgütü ve ben “Bu savaşta en hatasız, en temiz biziz” demiyorum. Ama dağda olanların neden hâlâ orada olduğunu da inkâr edemem. Ve o taraftan sık sık barış çağrılarını duyuyoruz. Savaş koşullarını ortadan kaldırmak istediklerini biliyoruz.


‘Beni sorgulayanlar, üç ay sonra çık, yine örgüte katılırsın, diyordu’


- Siz ne zaman yakalanmıştınız?

1992 yılında.

- Nerede?

Dağda değildim, siyasi faaliyetler ile ilgiliydim. Ayrıntıya girmem doğru olmaz. ama şunu paylaşabilirim; benim de içinde bulunduğum grubu yakalayanların JİTEM'ci olduklarını zannediyorum hâlâ. Yakalandığımız yerden bir helikopterle götürüldüğümüz ilk yer emniyete benzer bir mekân değildi. Bizi sorgulayanların cezaevinde diğer arkadaşların anlattığı gibi bir yöntemleri yoktu. Mesela o dönem televizyonlara “Şu kadar kişi ele geçirildi” diye haber verilirdi. Sonradan öğreniyoruz ki, bizim tutuklanmamız makamlara bildirilmemiş. Hâlâ anlam veremiyorum, sürekli, “Bak günlüğünü okuduk, Nusaybin’i çok seviyormuşsun. Çok yakınız oraya. Savcıya pişman olduğunu söyle, üç ay sonra çık, yine örgüte katılırsın” diyorlardı. Bir de o dönem Türkiye gündeminde olmayan şeyler söylüyorlardı.

- Ne gibi?

Biz Ağustos ayında yakalanmıştık, yakalanmadan önce Türkiye’nin gündeminde sınır ötesi operasyon gibi bir hava yoktu. Ama sorgudakiler, “Göreceksiniz çok kısa zaman içinde orayı başınıza yıkacağız” diyordu. Ve hatırlarsanız 1992 yılının Ekim ayından itibaren yoğun sınır ötesi operasyonlar başlamıştı. Hakkâri’de savcılığa götürüldüğümüzde oradaki sorguyu savcı yaptı. Sonra Diyarbakır DGM’de yargılandım. Siyasal bir savunma yaptım. Örgüt üyeliğinden 12 yıl almam gerekiyordu, ama savunmamı Kürtçe yapmam, iyi bir hal olarak görülmedi, 15 yıl aldım. Ve 12 sene, aslında tam olarak 11 yıl sekiz ay yattım. Toplam sekiz cezaevinde kaldım. 2003 yılında, Mardin Cezaevi’nden çıktım.

‘PKK’nin birinci kuşağı savaşın bitmesi için sorumluluk taşıyor’


- Şimdi tam burada söyleşinin başında açtığımız o kalın parantez için tekrar soralım; 12 yıl cezaevinde kaldıktan sonra dışarı çıktığınızda, Abdullah Öcalan, Murat Karayılan gibi örgütün birinci kuşağındaki isimlerin söylemlerini “ılımlı” mı buldunuz?

Ben onların bir sorumluluk taşıdıklarına inanıyorum, yıllarca savaşın içinde kaldılar. Onların yönetimi altında binlerce genç dağa gitti, gidiyor, ölüyor. Dolayısıyla bu savaşın bitmesi için çözüm istemelerinin saygıyla karşılanması gerektiğini düşünüyorum.


‘Propaganda dili artık bitmeli’


- Haber kaynaklarımızdan şu cümleyi işitmeye başladık; “Dağdaki son kuşak, birinci kuşağın söylemlerini fazla ılımlı buluyor?”

Güncel bir değerlendirme yapamam çünkü örgütle şu an organik bağım yok. Ama izlenimimi paylaşabilirim; dördüncü kuşak yani şu an dağda olanlar barışı hiç görmediler. Şiddet ortamında büyüdüler. Örneğin şu an 3000’e yakın çocuk içerde. Bu nedenlerle son kuşağın daha radikal duygulara sahip olmalarını anlaşılır buluyorum. Diğer yandan ben artık propaganda dilinin bitmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama savaş, bizi tek konuya itiyor. Kürt sorunundan konuşmaya başlayınca da elimizde olmadan siyasi ve sosyal koşullara kayıyoruz. Bunu yaparken de propaganda yapabiliyoruz. Oysa evet, artık buraları geçmeliyiz. Ama şu gerçek ki; propaganda dili kullanmasanız bile devletin makamları bizleri savcı önüne çıkarmak için bahane arıyor. Böyle karşılıklı ve maalesef değişemeyen bir hâl var. Mesela keşke edebiyat da konuşabilseydik şimdi. Ama savaş hepimizin ruhunu işgal etti. Şimdi bu söyleşiyi okuyanlar arasında, “Acaba nasıl şiirler yazmış?” diyenler mi, yoksa direkt “Bölücü şair” yaftasını uygun görenler mi daha büyük bir kalabalık oluşturur?


Fatma Savcı’nın savaşı sorguladığı “Gönül Verme Ölüme” adlı şiiri


O, parlayan bir mercandı.
Gökkuşağının saçaklarından, bir damla çiyle, kutsal bir sehere yağmıştı.
Görülmemiş bir inci, denizin göz kıvılcımlarından gümüşsü bir güzellik, dökülmüş.
Sonra tutamayıp kendini uslanmaz bir ses misali kimsesiz vadilerin kulağında yankılanmıştı.
Mavi bir renk gibi geçit vermez bir dağın göğsüne yansımıştı.
Amansız bir yarayı taşırken gidip çıkarmıştım onu, sedef bir dağın yüreğinin kabuğu içinden, kendi acıma.
Soran’ı ilaç yerine, annesi dağdan ödünç almıştım kederim için.
Soran bir mercan kayasıydı.
Ömür parmağımın yüzüğünde uyuyordu.
Görkemli bir kır çiçeği, susuz yurtsuz, yalansız rüyalarıma yaslanmıştı.
Ceylansız bir yaban geyiği,
Çığlığın kanatları üstünde,
Fırtına neslinin rehberi,
Yağmalardan artakalanların umut nesnesiydi.
Ve o altın pul, dağın poşusuna takılı.
Peki şimdi hangi dağın hüznüne sürgünsün Soran?
Adresi belirsiz hangi kümenin gece yıldızısın?
Toprağa emanet etmeyeceğim seni. Bedeninden bir damla düşerse nehirlerin ağzına, suların sırdaşlığından da olurum.
Çiçekler ağaçlar yeşermesin kanının üzerinden. Akıtırım onların gözünü koparırım yeşilliklerden.
Yürü uçurumlara doğru. Bir şey olmaz bana. Yalnızlık dışında bir şey götürmem yanımda akşamların içine.
Umut sürekli utanmaz bir aldatmaca. Bilmem, belki bir gün gelir hep beklediğimiz o aşk zamanı.
Belki bizim takvimimizde de yazılır bir kez aşkın tarihi...
Belki nar tanesi güzelliğindeki çocuklarımız, hayalin yumurtalarında esir kalmaz.
Belki?
Sakın ha!
Yine de dönüş gelsin aklına. Ben de dağ özüyle büyüdüm ya...
Bu uçurum gibi yüreğimden öteye gitmeyesin.
Tökezlersen ölürsün Soran...
Ölürsen düşman olurum anneme, bütün tarlalara, bahara ve yaylalara.
Dudağım değmez olur toprağın yüzüne, öpmem ölümünü bile.
Söylüyorum sana işte:
Ay sorduğunda ömrünü, bir mevsim demeyeceğim.
Söylemek istemeyeceğim: "Sadece bir sonbahar" diye.
Söz ver bana Soran.
Yorulmayacaksın değil mi?
Sen meylettiğinde ölümlere.
Bu sürgünlük çiçeğini ve sonbahar gecelerini gönlüne al.
Uyardım gelincikleri, üşüdüğünde gelip yaslanacaklar yüreğine.
Ama serçeler ve nergisler üzerine yemin ederim, artık yapamam dediğinde,
Ben yine gelir sırtımı sırtına veririm.


Röportaj: Selin Ongun

Kaynak: T24

Haber Ara