ABD bilgi savaşına milyarlar akıtıyor
Amerikan emperyal gücü, 'emperyal' sözcüğünün aforoz edildiği bir medya kültürü üzerinden akıyor.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-07-12 09:35:00
John Pilger*
Washington: Televizyondaki kadın sunucu, bölünmüş bir ekranda, Utah’ta 25 yıl boyu idamı bekleyen bir adamın infazını gönüllü olarak izleyen bir gazeteciyle konuşuyordu. “Tercih hakkı vardı: Zehirli iğne veya idam mangası” dedi gazeteci. “Vaayyy!” dedi sunucu kadın. Sonra reklam arası verdi: Fast food, diş beyazlatıcı, mide kelepçesi, yeni Cadillac. Ardından Afganistan’da, giydiği çelik yeleğin içinde terleyen bir muhabir arzı endam etti. “Hey, burası çok sıcak” buyurdu. “Kendine dikkat et” dedi sunucu. ‘Sıradaki program’, kameranın bir cezaevinin ‘cehennem hücresinde’ tecrit edilen bir adamı izlediği bir reality şovdu.
‘Anlatı’lar kurgulanıyor
Ertesi sabah, Başkan Barack Obama’nın savaştan sorumlu üst düzey yetkililerinden biriyle söyleşi yapmak için Pentagon’a gittim. Üzeri nişanlarla dolu general ve amirallerin resimlerinin asılı olduğu parlak koridorlar boyunca uzun bir yürüyüş. Söyleşi salonu özel olarak bu iş için yapılmıştı. Mavi, buz gibi soğuk, penceresiz ve bir bayrakla iki sandalye dışında bomboş: Bir otorite yeri yanılsaması yaratacak bilumum şey. Pentagon’da benzer bir odaya girdiğim son defa, Hum adlı bir albay bir başka savaştan sorumlu yetkiliyle yaptığım söyleşiyi durdurmuştu, zira Irak ve Afganistan’da niye bu kadar fazla masum sivilin öldürüldüğünü sormuştum.
O zamanlar sayıları binlerle ifade ediliyordu; şimdi bir milyondan fazla. “Kaydı durdur!” diye emretmişti Hum.
Bu kez Albay Hum falan yoktu; konuştuğum yetkili askerlerin kendilerine ‘gördükleri her allahın belasını öldürme’ emri verilmesinin ‘vakayı adiye’den olduğu şeklindeki tanıklıklarını kibarca yalanlandı sadece. AP’ye göre Pentagon 2009’da sadece halkla ilişkilere 4.7 milyar dolar harcadı: Bunun anlamı, inatçı Afgan aşiretlerinin değil, Amerikalıların kalplerini ve zihinlerini kazanma mesaisi. ‘Enformasyon hâkimiyeti’ deniyor buna, halkla ilişkiler çalışanlarına da ‘enformasyon savaşçıları’.
Amerikan emperyal gücü, ‘emperyal’ sözcüğünün aforoz edildiği bir medya kültürü üzerinden akıyor. Sömürgeci kampanyalar aslında birer ‘algı savaşı’dır, diye yazıyor başkomutan General David Petraeus. Savaşta medyanın görevi kavramları ve koşulları popülerleştirmek. ‘Anlatı’ resmi kabul gören kelime, zira postmodern ve bağlamla hakikatten yoksun. Irak anlatısı ‘savaşın kazanıldığı’, Afganistan anlatısıysa bunun ‘hayırlı bir savaş’ olduğu yönünde. Hiçbirinin doğru olmamasının önemi yok. Daimi bir tehdide ve sürekli savaş gerekliliğine dair ‘büyük bir anlatı’yı teşvik ediyorlar. New York Times’ın meşhur yazarı Thomas Friedman, “Çağlayan ve birbirine geçmiş tehditlerden oluşan bir dünyada yaşıyo-ruz. Ülkemizi her an alt üst etme potansi- yeli taşıyan bir dünya bu” diye yazıyor.
Friedman, bağımsızlığı tahammül edilemez olan İran’a bir saldırı düzenlenmesini destekliyor. Bu, Martin Luther King’in ‘dünyadaki en büyük şiddet üreticisi’ olarak nitelediği büyük gücün psikopatça kibri. King sonrasında vurulup öldürülmüştü.
İşte bu psikopatlar, televizyonlarda idam mangasını zehirli iğneye tercih eden adamın ölümünün seyredilmesinden, Oscar ödüllü Hurt Locker’a ve pek övülen yeni savaş belgeseli Restrepo’ya kadar, popüler kültür ve şirket kültürü üzerinden alkışlanıyor. Yukarıda zikredilen iki filmin yönetmenleri, işgalin şiddetini ‘apolitik’ bir zeminde yadsıyor ve payelendiriyor. Ancak bu karikatür vitrinin altında ciddi bir amaç var. ABD 75 ülkede asker bulunduruyor. Dünyanın dört bir tarafında 900’den fazla askeri üssü olduğu söyleniyor ve birçoğu fosil yakıt kaynaklarının hemen yanında.
Fakat ortada bir sorun da var. Çoğu Amerikalı bu savaşlara ve onlar için milyarlarca dolar harcanmasına karşı çıkıyor. Beyin yıkama faaliyetlerinin bu kadar sık çuvallaması ABD’nın en büyük meziyeti. Nedeniyse genellikle cesur asiler, bilhassa da iktidarın tam kalbinden çıkanlar. 1971’de askeri analizci Daniel Ellsberg, ‘Pentagon Belgeleri (the Pentagon Papers)’ diye bilinen bilgileri sızdırdı ve iki başkanın Vietnam hakkında iddia ettiği neredeyse her şeyin yalan olduğunu ifşa etti. Bilgi sızdıran bu insanların birçoğu hain falan da değil. Telefon defterimde, bildiklerini anlatan eski CIA yetkililerinin isimleriyle dolu bir bölüm var. Britanya’da bu gibi insanların muadili yok.
1993’te, Endonezya’nın Doğu Timor’a yönelik canice işgali sırasında CIA’in Cakarta’daki operasyonlar sorumlusu C Philip Liechty’yle konuştuğumuzda, Başkan Gerald Ford’la Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın diktatör Suharto’ya nasıl yeşil ışık yaktığını, ihtiyaç duyduğu silahları ve lojistiği nasıl gizlice tedarik ettiğini anlatmıştı. İlk katliam haberleri masasına düşmeye başladığında Liechty değişmeye başladı. “Yaptığımız yanlıştı. Kendimi kötü hissediyordum” diyordu.
Soğuk Savaş da farklı değildi
Melvin Goodman şu an Johns Hopkins Üniversitesi’nde akademisyen. 40 yıldan fazla bir süre CIA’de çalıştı ve kıdemli bir Sovyet analizcisi olarak yükseldi. Sonrasında bir araya geldiğimizde, Soğuk Savaş’ın Sovyet ‘saldırganlığına’ dair bir dizi muazzam abartı üzerinden yürütüldüğünü, bu çerçevede Sovyetlerin ne pahasına olursa olsun nükleer savaşı önleme kararlılığını gösteren istihbaratın kasten görmezden gelindiğini anlattı. Atlantik’in her iki yakasında sonradan açıklanan gizli resmi belgeler bu görüşü destekliyor.
Goodman, “Washington’daki sertlik yanlıları için önemli olan, bir tehdit algısının nasıl istismar edilebileceğiydi” diyor. Goodman’a göre, şu anki savunma bakanı Robert Gates, 1980’lerde CIA’in başkan yardımcısıyken, ‘Sovyet tehdidi’ uyuşturucusunu zerk edenlerden biriydi ve bugün aynısını ‘Afganistan, Kuzey Kore ve İran’ üzerinden yapıyor.
*(Britanya’da yayımlanan haftalık dergi, 8 Temmuz 2010)
Radikal
SON VİDEO HABER
Haber Ara