Mezhepçilik batağındaki Iraklılara Çağrı…
Kanaat Önderleri inisiyatif alsın… Kitleler de sokağın sesine değil, kanaat önderlerinin sesine kulak versin… Mezhepçilik Yangınını Masumların Kanıyla Değil, Kanaat Önderlerinin Mürekkebiyle Söndürün!...
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-07-03 11:26:00
Muhammed bin el Muhtar eş-Şankıti* / TİMETURK
Fitne uykudadır ve Allah, uyandıranı lanetlemiştir. Uyku metaforu, şu anda huzur ve ahengin hüküm sürdüğü beşer topluluklarının dahi tüm katmanlarında mevcut bulunan fitne mayınlarına işaret etmektedir. Bu mayınların fitilini aptallar ve başıbozuk güruhlar ateşlerken akıllı kimseler ve kanaat önderleri habire söndürmeye çalışır. Ötekiler Allah’ın lanetine müstehaktır, berikiler ise Allah’ın bağışlamasını hak etmiş olurlar. Mezhepçilik fitnesi, akıl sesinin gittikçe duyulmaz oluşunun, sağduyu iradesinin zayıflamasının, cehalete teslimiyetin, baskı, ölüm ve cinayet kavramlarının egemenliğini ilan ettiğinin bir göstergesidir.
Mezhepçi fitnenin kendine mahsus mantığı ve fikri özellikleri vardır. Mezhepçilik fitnesinin taşıdığı özellikleri on iki maddede toplayan Tunuslu araştırmacı dostum Hasan bin Hasan kadar konuyu derinlemesine araştıran birine henüz rastgelmedim. Mezhepçilik fitnesini bir tür gece sendromu olarak niteleyen Hasan’ın saydığı oniki özellik şunlar:
1. Vizyon ya yoktur ya da okunaksızdır.
2. İç eleştiri kanalları kapalıdır.
3. Kişiliği donuklaştıran ve ötekini şeytan telakki eden bir fikri mekanizma çalışır.
4. Kan dökmekten çekinmez.
5. Karşıt eleştiriler noktasında ezberlerin olduğu görülür.
6. Zaman algısı farklıdır. Yaşanılan an, geçmişten kaldığı varsayılan hesapların tasfiye alanıdır.
7. Düşünce sistematiğinin yerini tabular alır.
8. Tarih saplantısı, bir fikir bunalımına dönüşmüştür. Eylem, düşüncenin önüne geçmiştir.
9. Taassup yani fanatizm vardır.
10. Gerçek diktatörlük uygulamaları görülür.
11. Akıl gücü, töre otoritesi karşısında dumura uğramıştır.
12. İrade yerine başıboş iradesizlik kimliğe egemen olmuştur.
Abbasi iktidarı zamanında bütün yaralarına rağmen İslam âleminin kalbi olan Bağdat’taki mezhep çatışmalarına dair tutulan günlüklere bakıp bugüne bir çıkarsama yapmak fırsatını yakalamış biri olarak, edindiğim bir kısım izlenimleri kardeşim üstad Hasan’ın detaylandırdığı fikri boyutlarıyla birlikte ele alarak burada özetleyeceğim. Zihinsel ve tarihi imgelerden oluşacak bu bileşim, umarım fitne ve içerdiği yollardan daha ziyade kavrayışımızı derinleştirir.
1. Bağdat’taki mezhep çatışmaları gösteriyor ki, çatışma anlarında şuursuz yığınların işlettiği mantık, âlimlerin ve kanaat önderlerinin mantığına üstün gelmiştir. Bağnaz sokak sözcüleri, dil ile kışkırtmayla yetinmemiş kimi zaman fanatizm içerisinde otoriteyi sarsacak eylemlere kalkışmışlar, dinsel vizyonu, sadece bilek ve silah gücü olarak anlamaktan geri durmamışlardır. Otorite, mezhep çatışmaları esnasında sosyal dengeyi elden kaçıracak kadar zayıflamış, pervasız sokak mantığı, adalet terazini tarumar ederek kendi hükmünü koymuş, ceza alması gerekenler ceza almamış, insanlık duygusu ne hukuk, ne de merhamet tanımaz öfke sunağına kurban edilmiştir.
Şu örneğe bir bakın: “Bağdat çarşılarında şiirler okuyan Rafızi İbn Kuraya’nın evinde sahabeye söven kitaplar bulunduğu öğrenildi. Bunun üzerine eli ve dili kesildi, halk tarafından taşa tutuldu. Nehir yoluyla kaçmaya çalıştı. Üzerine tuğlalar fırlatıldı ve suda boğuldu. Cesedini sudan çıkarıp yaktılar. Sonra Rafızilere karşı bir hareketlenme oldu. Kitapları yakıldı ve öyle baskı gördüler ki Yahudilerin horlanmasına benzer bir tutumla karşılaştılar.” Zehebi, El-İber sh 218/4. Burada sormamız gerek: Acaba Ebu Bekir ve Ömer (r.a), Medineli bir şahsın evinde kendilerine söven kitaplar bulsalar, ne yaparlardı?... Şüphesiz verecekleri karar, hukuk ve merhamet sınırlarını kesinlikle aşmazdı. Tahripkâr intikam içgüdüsünün peşinden koşmazlardı yani.
2. Siyasi hükümet, insanlar arasında adaleti sağlamanın yanında, fikri çekişmede otoritenin taraf tutmamasını sağlamakla yükümlüdür. Herkesin inandığını özgürce ifade edebilme hakkını, hukuk boyutunda garanti etmelidir. Toplumun tümünün hassasiyetlerini gözetmeli, doğru taraf-hatalı taraf ayrımı yapmamalıdır. Düşünce ve ifade özgürlüğünü askıya almadan, görüşleri doğru-yanlış olarak yargılamadan, fitneyi uyandıracak kışkırtıcı söylemleri bastırmalıdır.
Bir kere inanç konularının detaylarına girilirse, doğru-yanlış değerlendirmeleri tamamen teorik kalır. Bu konuları yasa değil ilim, cebir değil düşünce çözer. Bu konuda salt söylem yoluyla çözüme ulaşılması beklenmemelidir. İnsanların din konusunda farklı yorumlar edinmesi İslam’da hoş görülür, genişlik ve rahmet kapısı olarak telakki edilir. Bu kapıyı daraltmak yakışık almaz. Otoritenin bu konulara cebir yaklaşımıyla müdahil olma hakkı sözkonusu olamaz.
Kadı Yahya bin Eksem’in, Şiiliğe meyletmiş Abbasi halifesi Me’mun’a, toplumsal barışı muhafaza edebilmesi için itikadî konularda tarafsız kalmasını ve otoriteyi işi olmayan konulara girmekten uzak tutmasını salık vermesi takdire şayandır. Tarihçi İbn Tayfur der ki: “Me’mun, Muaviye’ye lanet okunması ve bunun yazılı bir metne dökülüp Yevm-ud Dar’ın yıldönümünde okunması konusunda ısrarcı idi. (Yevm’ud Dar, şiaya göre Peygamberin (sav) Mekke’de aşiretini toplayıp islamı tebliğ ettiği ve Hz. Ali’yi halifesi olarak tayin ettiği gün) Halk bu durumdan ürküntü duyup mesele Yahya bin Eksem’e intikal edince halifeye şunları söylemiştir: Ey müminlerin emiri! Halk, bilhassa Horasan ahalisi bu duruma tahammül göstermez. Sana duyacakları nefretten emin olamazsın. Bu işin sonu nereye varır belli değil. Bana sorarsan, insanları olduğu gibi bırak. Hangi görüşe taraf olduğunu açıkça belli etme. Siyasette en doğru hareket budur. Tedbir açısından da bu, en uygunudur.” Tarihçinin bizzat aktardığı gibi “Me’mun, onun sözünü benimsedi” ve daha sonra yakınlarından birisine: “Muaviye konusunda hata yaptığımı anladım. Bize sunulan görüş, memleketin idaresinde en doğrusu, kamuoyu nezdinde en geçerli olanmış” diye itirafta bulundu. İbn Tayfur, Kitabı Bağdad 54-1.
Memun’un bu konuda kavradığı şer’i ve siyasi hikmeti, kimi Abbasi halifelerinin tam olarak anlayabildiklerini söylemek mümkün değil. Hatta daha sonraki bazı konularda bizzat Memun’un kendisi de öyle. Fikri çekişmelerde tarafsızlıktan uzak kalarak, vahiy gerçekliğine nisbetle noksan beşeri yorumlar olmaktan öteye gitmeyen ve ancak kendilerince doğru olan mezhep ve inançları adına, bir tarafa karşı diğerine destek verip fitneye dâhil oldular.
Mutezile düşüncesinden etkilenen Abbasi halifeleri Memun, Mutasım ve Vasık, Halk-u’l Kur’an meselesinde Hanbeli mezhebine karşı bağnaz bir tavır sergilediler. Hanbelileri, on dokuz sene süren acı bir zulme maruz bıraktılar. Bu zulmün, fakih Ahmed b. Nasr el Huzai’nin Vasık’ın eliyle iğrenç bir şekilde katledilmesi, İmam Ahmed b. Hanbel’in hapsedilmesi ve işkenceye uğraması gibi pek çok örneği vardır. Abbasi halifesi Razi de aynı şekilde Şia eğilimli bir Hanbeli karşıtı idi. İtikadî ve amelî açıdan ağır suçlamalarla dolu bir genel beyanat kaleme alıp onlara okuttu. Sadece suçlamayla da kalmadı, onları tehdit etti ve gözdağı verdi. Beyanatında şunlar yazılıydı: “Müminlerin emiri, gereklerini yerine getirmek üzere Allah’a yemin eder ki, kınanmış mezhebinizden ve sapık yolunuzdan dönmezseniz sizi alabildiğine dövdürür, sürgün eder, öldürür ve kökünüzü kazır. Kılıcıyla sizi boğazlar ve evlerinizi ateşe verir.” İbn’ul Esir: el Kamil 114 /4
Hanbelilere karşı Razi’nin izlediği yolun tam aksine, halife Kadir ve oğlu Kaim, bağnaz bir şekilde Hanbeli taraftarı olarak Eş’arilere, Şiilere ve Mutezileye karşı bir tutum takınmıştır. Kadir, bazı tarihçilerin “Kadir’in itikadı” dedikleri, Hanbeli esaslarına göre bir itikadî beyanat kaleme almış, bu beyanatta her üç gruba da reddiye vermiştir. Kadir, Şiayı tekfir ettiği gibi, Şiayı tekfir etmeyeni de tekfir ediyordu. Otoriteden güç alan tüm bu müdahil tavırlar, düşünce diyaloğuna ve inanç zenginliğine bir taassup gölgesi düşürmüştür. Otoriteyi elinde tutanlar, toplumun tüm katmanlarına karşı adalet ve insaf ölçülerini ilke edinip iktidarlarının sınırlarını bilmiş olsalardı, güzel bir idareden pekâlâ bahsedilebilirdi.
3. Bağdat’taki mezhep çekişmelerinin çoğu, Hanbeliler ile Şiiler arasındaydı. Bugün olduğu gibi geniş kapsamlı bir Şii – Sünni çekişmesi ortada yoktu. Üstelik kimi zaman Eş’ari – Hanbeli çekişmesi, Şii – Hanbeli çekişmesinden daha ileri boyuta gidebiliyordu. İki taraf arasındaki çekişme, karşıt görüştekini camiye sokmama derecesine varabiliyordu.
İbn’ul Cevzi’nin bu konudaki satırları şöyledir: “Hanbelilerle eş’ariler arasındaki fitne öyle büyüdü ki, eş’ariler, hanbelilerin korkusundan cuma namazlarını geç kılmaya başladılar. El Muntazam 163/8. Bu da ibn Kesir’den: Hanbeliler öyle güçlendiler ki, bir Eş’arinin cumaya ve cemaate gelmesi imkansız hale geldi. El bidaye ve’n nihaye. 66/12. Hanbeliler, büyük müfessir, allame ibn Cerir Taberi’ye karşı öyle bağnaz bir tavır içindeydiler ki, evini kuşatma altına alarak yanına kimsenin girmesine izin vermiyorlardı. Zehebi. Siyer-i A’lam’un Nubela. 272/14. Vefat ettiği zaman da kabre defnedilmesine engel oldular. Defni için kimseye izin verilmedi ve evine defnedildi.” Hatib Bağdadi. Tarihu Bağdad. 553/2. Taberi’nin başına gelenler daha sonra Mısır ve Şam’da ibn Teymiyye’nin başına geldi. O da selefi – Hanbeli itikadı nedeniyle bağnaz Eş’arilerin elinde zulümlerden zulüm beğendi.
Bağdat’taki mezhep çekişmesi, şehir ahalisinin tümünü kapsamıyordu. Çıkan olaylardan da anlaşıldığı gibi, şehrin batı yakasında sakinlerinin çoğunluğu şii olan Kerh semti ile doğu yakasına düşen ve sakinlerinin çoğunluğunu Hanbelilerin oluşturduğu Basra Kapısı semti arasında geçiyordu kavga. Tarih kitapları, 2004 ve 2005 yıllarında Bağdat’ın yaşadığı karanlık ve kanlı günleri hatırlatan bu iki komşu grup arasındaki çatışmalarla dolup taşmaktadır. Bu çatışmalarda yapılan bazı eylemler:
- Mescitlere baskın yapmak. Şii Berasa mescidi, tekrarlanan bu baskınlara en çok maruz kalan mescittir.
- Türbeleri yıkmak, ziyaretçilerini engellemek ve onlarla çoğu kez ölümle biten sert çatışmalara girmek.
- Mezhep cinayetlerine kurban gitmemek için batı yakada oturanların doğuya, doğu yakadakilerin batıya göç etmesi.
- Bir taraf eliyle, karşıt tarafa giden nehir suyunun engellenmesi. “Kerh semti sakinleri, Dicle suyundan mahrum bırakıldı ve zor duruma düştüler.” İbn Kesir. El Bidaye. 36/12
- Dükkanların ve evlerin yakılarak genel hayatın sekteye uğratılması ve bölge sakinlerinin sıkıntıya düşürülmesi.
- Karşı semtten gelecek saldırılara karşı korunma amacıyla semtlerin surlarla çevirilmesi.
4. Bu tarihi arka plana bakarak körfez bölgesindeki mezhepçilik endişesinin sebeplerinden birinin, aynen 5. ve 6. hicri yüzyıllarda Bağdat’taki Kerh ve Basra Kapısı semtlerinde olduğu gibi bir yakada Şii, diğer yakada Hanbeli nüfusun varlığı olduğu söylenebilir. (Bakınız, İran ve Suudi Arabistan) Körfez bölgesinin kötü talihine bakın ki, İslam tarihi boyunca aralarında en şiddetli geçimsizlik ve nefret ilişkisi bulunan mezhepler bu ikisi olmuştur. Bu yüzden bugün, her iki mezhebin önde gelenleri, bütün bir ümmeti yıkıcı sonuçlar doğuran çekişmelerine taraf olarak çekme yerine aralarındaki karanlık geçmişi geride bırakma yolunda büyük bir tarihi ve ahlaki sorumluluk taşımaktadırlar.
Bugün mezhepçilik duygusunu genişletme yolunda etken yeni bir unsurun varlığı beliriyor. Sünni ve şii tüm düşünceler yeni yüzyılda köklü dönüşümlere tanık oldu ve aralarındaki ayrılık daha derinleşti. Tüm Sünnilerin itikadî düşüncesi olarak Hanbelilik öne çıktı. Bu meyanda, tek seslilik ve muhalif olanı bastırma trendi yükseldi. Oysa Ehl-i Sünnet ve’l cemaat mezhebi, geçmişte geniş bir yelpazede, Müslümanların çoğunluğunu kapsayan itikadî, fıkhî birçok mezhep ve görüşün bir bileşimi olarak anılmaktaydı.
Buna mukabil karşı tarafta da şii siyasi düşüncesinin temsilcisi İsmailiyye yeni yüzyılda devrini tamamladı. İmamiyye Şiası, geçmişte Fatımi devleti gibi devletler kuran İsmailiyye Şiasının peşine düşmüş giderken siyaseten aktif bir rol oynamaya başladı. Geçmişte İmamiye düşüncesine egemen olan gözden kaybolan imamı bekleyiş, durağanlığı öngörüyor ve siyasi açıdan olumsuz yansımalara yol açıyordu. Selefi tek sesliliğin Sünni düşünceyi etkisi altına alması ve İmamiye Şiasının düşünce dokusuna siyasi dinamiklerin dâhil olması, bugün yaşadığımız trajik çatışmanın en önemli sebebidir.
Son olarak, mezhepçilik fitnesi, kaçınılmaz, doğal bir süreç değildir. İslam’ın temelini attığı din ve mezhep çoğulculuğuna uygun toplumsal alan inşa etmeyi beceremeyen düşünce ve siyaset vizyonumuzun yetersizliğinin bir sonucudur. Pek çok toplum, bu sorunu çoktan aşmış bulunmaktadır. En başta ihtiyaç duyduğumuz konu ise aklın hayattaki rolüne geri dönmesini sağlamak ve kendimizi tüketmeye bir son vermek olacaktır. Gazali, Batıniliğin Faciaları’nı ümmetin Batınilik yüzünden sarsılıp dengesini yitirdiği bir zamanda kaleme almıştı. Biz de bugün toplumsal dokumuzu kemiren ve paramparça eden Mezhepçiliğin Facialarını ve aynı zamanda dini ve tarihsel perspektifi yorumlarken akıl hazımsızlığı hastalığına düçar olmuş yüzeysel Zahiri Anlayış Facialarını keşfetmek durumundayız.
Kısır çekişmelere düşmekten ve birbirini eleştirmeye sevkeden mezhepçi didişmelerden uzak kalmanın yolu, Ehli Sünnetin, Sünni gelenekteki; Şia’nın da Şii gelenekteki olumsuz yönleri eleştirebilmesi olacaktır.
Şu an bağnaz bir şekilde kendi mezhebini haklı çıkarıp diğerini çürütmek için delil getirecek kimselere ihtiyacımız yok. Tutuculuk ve bağnazlık ne bir ihtiyaç, ne de bir hak konusu olamaz. Bugün mezhepçi mantığın bizzat kendisini ortadan kaldıracak, sahteliğini ve tutarsızlığını, İslam ve insaniyet ölçülerine uzaklığını gösterecek kimselere muhtacız. Şu hadisin anlamını idrak edecek kimselere ihtiyaç var. “Sünnetin terki demek, cemaatten ayrılmaktır.” Müsnedi Ahmed. Hadis 7129. Hakim. Müstedrek. Hadis 412. Beyheki. Şuabul iman. Hadis 3620. Hadisi Hakim ve Ahmet Şakir sahihlemiştir.
Kısaca biz, fitne ateşinin masumların kanıyla değil, kanaat önderlerinin mürekkebiyle söndürülmesine muhtacız.
Basiret zayıflığından olsa gerek, fikri ya da maddi yardım talebimiz olduğunda mezhepçi fitneye taraf olan çevrelere yöneliyor çoğumuz Irak’ta. Din ve akıl bize arabulucu olmamızı, yaraları sarmamızı, birbiriyle savaşan kardeşleri iyilik, adalet ve farklılıklara hoşgörü adına bir araya getirmemizi buyuruyor.
Leyla Irak’ta hastalanınca Mecnun sadece Leylasına değil, tüm Iraklı hastalara şifa dilemiş ve şöyle seslenmiş:
Allah Irak’taki hastalara şifa versin ki ben
Irak’taki tüm hastalara karşı şefkatliyimdir.
Acaba içimizden mezhepçilik fitnesiyle hasta düşmüş Iraklı kardeşlerinin hepsine şefkat gösterecek birisi çıkacak mı? Yoksa şair Mecnun hepimiz adına bunu yapmış mı oldu?
*Moritanyalı düşünür ve yazar.
Bu makale Süleyman Şahin tarafından Timeturk.com için tercüme edilmiştir.
SON VİDEO HABER
Haber Ara