Halil Berktay: Kürtler
Taraf gazetesi yazarı Tarihçi Halil Berktay'ın Kürtler üzerinde kaleme aldığı üç yazısını ziyaretçilerimiz için alıntıladık;
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-06-26 15:47:00
Halil Berktay
Ya da. İsrail’in (ve İsrail yanlısı propaganda aygıtlarının) İsrail devleti ve politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi anti-semitizm diye karalaması, Türkiye’ye yönelik her türlü eleştirinin Türk düşmanlığı, PKK’ya yönelik her türlü eleştirinin Kürt düşmanlığı, nihayet İslâmcılığa ve Müslümanlara yönelik her türlü eleştirinin İslâmofobi sayılmasına da ışık tutuyor. İsrail’in bize sunduğu aynada bir de bunu düşünmek lâzım.
Önce Kürtler. Mağduriyet her şeyi halleder; şu veya bu Kürt örgütünü olabildiğince doğru politikalar izleme, o kadar lâfı edilen “Türkiye partisi” olmasorumluluğundan muaf kılar mı ?
Tersten söyleyecek olursak, “ben mağdurum, her şeyi isteyebilirim, ne yaparsam yapayım haklıyım; sen ise madem ezen taraftasın, hep haksızsın ve hiçbir şey söyleyemezsin” –böyle politika mı olur ?
Diyeceksiniz ki, şimdi bunu konuşmanın sırası mı ? AKP’nin Kürt “açılım”ına güvenip de dağdan inenler, açık-örtük anlaşmalar, verilen bütün sözler hilâfına, “terör örgütü”ne mensup olmaktan yargılanıyor. Bu koşullarda PKK’ya, BDP’ye hiçbir şey söylenemez. Okları sadece devlete, hükümete, AKP’ye yöneltme zamanı.
Ama bu hesapla, biz hiç tartışamayız, Kürt örgütlerinin çizgisi sorununu. Zira hem yıllardır (gerçekten) mazlum ve mağdur konumdalar. Hem de, özellikle barışa giden yolda bu tür tuzaklar, zigzaglar, provokasyonlar, “bir adım ileri iki adım geri”ler, “açılma ve kapanma”lar hiç eksik olmayacak. Esasen iyi politika, tam da bunların üstesinden gelmek için gerekli.
Bu noktada, Türkiye’nin Türk solcularına düşen de, genel olarak Kürtlerin, özel olarak söz konusu Kürt örgütlerinin sırtını sıvazlamak değil, görüşlerini net ve dürüst bir şekilde dile getirmek olmalı. Yeri gelmişken belirtelim ki, Türkiye Solu Kemalizmle uzlaşma ve örtüşme sonucu Kürt sorununu hiç algılamamak veya hattâ buna sırt çevirmekten çektiği kadar, son 25 yılda bir çeşit Kürt idealizasyonundan da çok çekti. 1985-86’da PKK sahneye çıktığında sadece Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük değil, başka pek çok eski sosyalist de “dağlarında gerilla var memleketimin” havasına girmişti. Bu “silâhlı mücadele”nin Türkiye’nin genelinde bir “devrimci kriz” yaratacağını; kendi başına hiçbir şey yapamamış Türk “devrimci”lerinin de önünü açacağını; en azından, bu sayede öne çıkıp yeni siyasî roller üstlenebileceğini sananlar hiç de az değildi.
Bu hayallerin bir bölümü, milliyetçiliği (velev Kürt milliyetçiliğini) anlamamak ya da “ezilen millet”i çok idealize etmekle ilgiliydi. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılırken, ister iktidarda ister muhalefetteki bir dizi komünist (partisi ve lideri), meşruiyet ve kitleselleşme ideolojisi olarak bir tür Marksizm-Leninizmden milliyetçiliğe çok hızlı geçişler yaptı. Türkiye’de bu, bazı eski solcuların Kürt milliyetçiliğine, bazılarının ise daha sonra ulusalcılık kisvesiyle yükselen Türk neo-nasyonalizmine yapışması biçiminde tecelli etti. (Daha önce adları geçen Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ün ikisini de denemesi, benzersiz bir örnek oluşturuyor.)
Bu hayallerin bir diğer bölümü, doğrudan doğruya devrim ve devrimci şiddet fetişizmi ile ilgiliydi. SSCB çöker, Leninizmin bütün iddiası ister istemez sarsılır ve (kimine göre) ortalığı bir “reformculuk” dalgası kaplarken, PKK’nın güneydoğuda başlattığı savaş, ihtilâl ruhunun yaşaması gibi görülebiliyordu. Ortada “silâhlı mücadele” vermeyi –açıkçası, öldürmeyi ve öldürtmeyi- doğal kabul eden ve bunu da şimdiye kadar Türkiye’de görülmedik tarz ve ölçüde uygulayabilen bir örgüt, bir hareket var(dı). Üstelik bu, bir dizi başka şiddet unsuru ve boyutunu da beraberinde getiriyor(du) : çok sıkı bir otoritarizm; gerçek anlamıyla bir askerî disiplin; ona eşlik eden bir şef kültü ve kültürü; “devrim mahkemeleri”nin pekiştirdiği bir itaat; ister örgüt içi, ister örgüt dışı ama bölge içi ve “sair Kürt” muhalif veya alternatiflerin de aynı yöntemlerle hizaya sokulması (veya hakkından gelinmesi). Ama “devrimci” sol işin bu yönünü görmedi –göremedi, görmek istemedi, ya da kendi kültürünün bir türlü aşamadığı yanlarına uygun geldi. Sonuçta, romantik-nostaljik bir sürüklenişe girdi. Etkisi hâlâ devam ediyor.
Bu noktada Sol Demokratların işi çok zor. Bir kere, siyasetin de, demokrasinin de, yerine göre bilimin de varolabilmesi için gerekli “ara zemin” çok dar. İkincisi, Kürt sorununa çözüm arayışında, doğrudan doğruya Kürt tarafındaki muhatapları çoğu zaman özgür bireyler değil. Gerçek fikirlerini nadiren söyleyebiliyor, bazen de hemen çark etmeye zorlanıyorlar. Bunu biraz eleştirdiğinizde ise hemen mağduriyet kalkanına tosluyorsunuz. Üstelik, mevcut şiddet örgütü ve şeflik kültünün hegemonyası, bazı Türk sosyalistlerince de destekleniyor.
Kürtler-2
Ya da . Mağduriyet rantı ve özdeşlik iddiaları (İsrail = tüm Yahudiler, Türk milliyetçiliği = bütün Türkler, PKK = Kürtlerin tamamı) faslına devam.
İlk defa 26 aralıkta değinmişim bu konuya (Kürtleri sorgulamak) : Bir kısım solcu, DTP’nin (ve PKK’nın) kendi yanlışlarına söz ettirmiyor. Bunu Anayasa Mahkemesi’ne hak vermekle bir tutuyorlar –demişim.
O sırada DTP açılım sürecinde kendini geri çekmiş, orta zemini kasten boş bırakmış, “bizi değil İmralı’yı muhatap alın” demişti. Öcalan’ın hücresinin küçülmesi gösterileri bölgeyi tekrar gerip kana buluyordu. Tokat Reşadiye’de yedi asker ansızın öldürülmüştü. Bunların hepsi acılarından ötürü “kontrol dahi edilemeyen bir halkın haklı öfkesi”yle açıklanıyor; “Kürtlerin yaşadıkları şiddete karşı direnmekten başka çaresi yok” derken, direnmek silâhlı mücadele ile bir tutuluyor; “Türkiye’de savaş sürdüğüne” göre PKK’nın “olmayan” bir barış sürecini ihlâl etmiş sayılamayacağı öne sürülüyor; bu yolla savaş doğallaştırılıyor ve “icap”ları tartışılmaz gösteriliyordu.
Patetik, çifte standartlı apolojilerdi bunlar. Ama eleştirdiğiniz anda, “PKK’nın Kürtler için ne demek olduğunu anlamamak <çakamamak>” ile suçlanıyordunuz. Bunun ardındaki varsayım PKK’nın Kürt tabanı ile ilişkisinin sarsılmaz ve tartışılmaz olduğuydu. Devlet ile PKK arasında bir zemin aramak, barışçı bir siyaset uğruna PKK dışı Kürt demokratlarına seslenmek ise bu gerekçeyle mahkûm edilmek isteniyordu.
Öyle ki, sol aydınların DTP’ye herhangi bir siyaset önerisinde bulunmalarına dahi karşı çıkanlar vardı. Örneğin bir dizi kamusal aydın DTP’yi Meclis’i terk etmeme yönünde iknaa çalışırken, internette buna karşı şu görüş de dile getirilebiliyordu (özetle) : DTP, seçmeninin iradesini hakkıyla temsil ediyor. Çok sahici bir mücadelenin kazandırdığı siyasi sezgilere ve akla sahipler; genel çizgi konusunda çok net bir tavırları var ve en önemlisi kitleyle sürekli ve dolaysız ilişki içindeler. Bu ülkede kitlesini bu kadar doğrudan temsil etmeyi başarmış bir yapı daha olmadı. Onun için sine-i millet mi, Meclis’te devam mı kararının da kendilerine bırakılması gerekir.
O zaman da yazmıştım : Olayların gelişimi, bu katıksız onaylama ve güzellemeyi maalesef tümüyle inanılmaz kıldı. Çünkü Öcalan kalın Meclis’te dedi ve bitiverdi tartışma. Gösteriler de bitsin dedi ve susuverdi “kontrol edilemez öfke.” Üstelik, Reşadiye baskınını da yanlış buldu. Böylece, bırakalım DTP’yi; PKK’nın dahi organik uyum ve bütünlükle izahı imkânsız bir çok-başlılık içinde olduğu görüldü. DTP veya BDP’nin saygınlığı ise ciddî hasar aldı. Demin italiklediğim pasajın “kitleyle” değil “İmralı’yla sürekli ve dolaysız ilişki,” ya da “genel çizgi konusunda” yerine “İmralı’ya itaat konusunda çok netler” şeklinde yazılmasının çok daha gerçekçi olmuş olacağı ortaya çıktı.
O gün bugündür aynı anlayış kötüleşerek, ağırlaşarak sürüyor. AKP 12 Eylül anayasasını kısmen de olsa değiştirmeye girişti. BDP’liler önce “bunu reddedersek halkımızın yüzüne nasıl bakarız” dediler, ama Öcalan bu sefer ters yönde kükreyince, gene “çok net” olduğu söylenen “parti <İmralı> çizgisi”ne giriverdiler. Oylamalarda bocaladılar; AKP’nin burnunu sürtmeyi yer yer militarizmi geriletmeye tercih ettiler. Buradan da adım adım “baş düşman AKP” fikriyatına kaydılar (veya, geçmişte de gelip giden bu zırvalığa iyiden iyiye sarıldılar).
Alper Görmüş de yazdı, Ahmet Altan da : bu, tümüyle yanlış ve saçma bir fikir. Realite ile alâkası yok. Şu kadarı tabii söylenebilir : AKP asıl Türk milliyetçiliğinin, asker-yargı-bürokrasi vesayetinin, derin devletin sürekli kuşatması altında. Her adımda eline ayağına dolanıyor, çomak sokuyor, tökezletiyor veya korkutup geri adım atmaya zorluyor; kendisi açısından da çok zararlı milliyetçi pozisyonlara tekrar hapsediyorlar. Bu “dışsal” nedenler ve aynı zamanda kendine “içsel” zaaflar sonucu AKP korkunç zigzaglar çiziyor. KCK tevkifatı, ya da şimdi dâvet üzerine Habur’dan dönenlerin yargılanıp tutuklanması gibi (ister onaylamış, ister seyirci kalmış olsun) insana saçını başını yoldurtacak tuzaklara sürükleniyor.
Ama bu başka, AKP’yi baş düşman ilân etmek (ve icabında ordu ile uzlaşmaktan, Kürt sorununu askerle çözmekten söz etmek) gene başka. İkincisi o kadar gerçek dışı ki, PKK’nın (ve legal cephelerinin) küçük, bencil hesaplara batıp, demokratik sorumluluk ve ciddiyetten iyice uzaklaştığını düşündürüyor.
Evet, açılım kapandıysa, bunda PKK ve DTP/BDP’nin uzatılan eli havada bırakmasının da payı büyük. Bunu yazmayı sürdüreceğim.
Kürtler-3
Ya da . Kör inadın, iflâh olmaz maksimalizmin İsrail’i ve Filistinlileri, pardon, Türk devletini ve Kürt örgütlerini, yani sonuçta Türkleri ve Kürtleriyle Türkiye’yi tekrar çok kötü bir yere sürükleyebileceğine, nitekim sürüklediğine dair.
Öncelikle AKP’yi hedef almak, baş düşman saymak, tabii sırf Öcalan’a ve PKK’ya özgü bir kütlük değil. Belirli bir solcu (Kürt veya Türk, fakat daha çok Türk solcusu) tipinin ayrıntılı tahlilini bir türlü tamamlayamadım. Ama işte, bunlar da yıllar yılı aynı basmakalıplığa takılıp kaldı. Ergenekon diye özetlediğimiz karanlığın Kemalizm prizmasından süzülerek yayılan her türlü demagojisini, kendi kaba (vülger) zihniyet yapıları yüzünden yuttular ve el’an da yutmaya devam ediyorlar. “Teorik” klişecilik ve “hepsi toptan kahrolsun” slogancılıkları, zoraki bir “sınıf tahlili”ne zemin hazırladı : hayli apriorist bir tarzda, AKP’yi “neoliberal” ve “Amerikan işbirlikçisi” diye tanımladılar. Bunu olgulardan değil, kendi öznel duruşları ve ihtiyaçlarından çıkardılar. İçselleştirilmiş devletçilikleri, onları demokrasiyi küçümsemeye, evrensel hoşgörü normlarına bile “özgürlük dini” diye (Melih Pekdemir) saldırmaya götürdü. İçselleştirilmiş milliyetçilikleri, onları ulusalcılığa göz kırpmaya götürdü. İçselleştirilmiş militaristlikleri, onları “sivil vesayet” uydurmacasını dahi benimseyip (sanki, siyasetin alanının dışarıdan denetimi demek olan vesayet, parlamenter çoğunluğun kendisine uygulanabilirmiş gibi) son anayasa değişikliğinin karşısına dikilmeye götürdü. Komintern’in, Nazizm yükselirken ve hattâ iktidara gelmişken, tâ 1934’e kadar Sosyal Demokrasiyi hedef almayı sürdüren “çılgın” çizgisine bizde denk düşen “yiyin birbirinizi” pasifizmi ve seyirciliğinde somutlanan, ama aslında çok daha geniş bir Atatürkçülük, darbe ve diktatörlük kuyrukçuluğu, böyle oluştu.
Tabii bu tür Türk solcularının elinde silâh ve belirli bir kitle temeli yok. 25 yıldır işlenen bir askerî örgütlenme, bir enfrastrüktür yok (ve iyi ki yok). Oysa PKK’nın var –ve dolayısıyla PKK AKP’yi baş düşman aldığında, bu başka bir anlam kazanıyor. Evet, AKP’nin demokratik açılım dediği şey tek boyutlu ve çıkarsız değildi (siyasette hangi adım böyle “saf” olabilir ?). En azından iki yönlüydü; bölgesel bir rekabeti de sürdürüyor, PKK’nın tabanını vazgeçirip (veya eritip) kendine çekme boyutunu içeriyordu.
Ya da, böyle bir sonuç vermesi mümkündü ve bunda o kadar şaşacak, çok öfkelenecek bir şey de göremiyorum. Zira bu da savaşın bir parçası : herhangi bir silâhlı mücadele örgütü, şu veya bu barış girişiminin kendi şiddetini izole etmesi ihtimalini düşünmek zorunda. Buna başlıca iki şekilde karşılık verebilir : daha fazla barış yoluyla (yani jest üstüne jest ekleyip, iyi niyet insiyatifini elinde tutarak), ya da daha fazla şiddet yoluyla –yani tabanıyla ilişkisini pekiştirmenin çaresini, savaşı, “silâhlı mücadele”yi doğal, mutlak ve alternatifsiz (tek yol) göstermede arayarak.
Görünen o ki, PKK ikinci mecraya girmiş; BDP de bir süredir bunu hazırlamaya, haklı ve mazur göstermeye koyulmuş durumda. Bu da bir düzlemde çok zor değil, kuşkusuz. Evet, AKP’si, medyası ve ordusu-yargısı-bürokrasisi ile “Türk Türkiyesi”, hakikaten sabır taşını dahi çatlatabilir. Evet, Kürt sorunu (ve PKK), AKP gibi resmî ideolojiye biraz marjinal kalan, Türk milliyetçiliğinin görece zayıf bir taşıyıcısı için dahi, anlaşılan hazmı çok zor bir konu. Bazı Müslüman aydınların, İslâmın milliyetçilik ile bağdaşmayacağına dair (yeni yeni) yazdıkları, anlaşılan AKP liderliğine ve hükümete çok zor ulaşacak. Kim tarafından, hangi gerekçelerle yapılmış (veya boyun eğilmiş) olursa olsun, açılım ilân edildiğinden beri PKK, DTP/BDP ve çevresine reva görülen muamele –Habur’dan dönenler hakkında koparılan yaygara, DTP’nin kapatılması, KCK tevkifatı ve nihayet, gene Habur’dan hükümetin açık dâveti ve herhalde bir çeşit garantisiyle dönenlerin yargılanma ve tutuklanmaya başlaması- sadece siyasî değil aynı zamanda ahlâkî bir iflâsı simgelemekte.
Ne ki, varlığını şiddet üzerine kuran, şiddet ile giderek özdeşleşen PKK önderliğinin bütün bunlara gerçekten üzülmek, barış fırsatının kaçmasına hayıflanmak şöyle dursun; bildiği ve alıştığı davranış biçimine dönebileceği için enikonu rahatlayıp içten içe sevindiği hissini, maalesef kuvvetle taşıyorum. AKP açılımının bir PKK’yı eritme boyutu vardıysa, PKK da buna, her türlü ara zemini yok etmek uğruna savaşa dönerek karşılık verdi. Bu, hükümeti kuşatan cepheye katılmak anlamına geliyor. Acaba AKP de buna, kendisi gidip o cepheye katılarak (teslim olarak) mı karşılık verecek ?
Taraf
SON VİDEO HABER
Haber Ara