İsrail-Filistin hakkında on yanlış düşünce
Jeremy R. Hammond, Foreign Policy Journal'da yayımladığı "İsrail-Filistin Çatışmasına İlişkin En Yaygın On Yanlış Düşünce" adlı makalesinde şunlara yer verdi;
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-06-25 16:49:00
Amerikalı bağımsız gazetesi Jeremy R. Hammond, Foreign Policy Journal'da yayımladığı "İsrail-Filistin Çatışmasına İlişkin En Yaygın On Yanlış Düşünce" adlı makalesinde şunlara yer verdi;
1. Düşünce: Yahudiler ve Araplar bölgede her zaman çatışma içinde olmuşlardır.
Gerçi Araplar İsrail devleti kurulmadan önce Filistin’de çoğunluğu oluşturuyorlardı ama her zaman bir Yahudi nüfusu da vardı. Çoğu zaman Yahudi Filistinliler Arap komşularıyla iyi geçindiler. Bu durum Siyonist hareketin başlamasıyla değişti, çünkü Siyonistler Filistinlilerin kendi geleceğini belirleme hakkını reddettiler ve Arapların çoğunluğu oluşturduğu ve toprakların çoğuna sahip olduğu bölgede bir “Yahudi Devleti” kurmak için Filistin’in kendilerine ait olmasını istediler.
Sözgelimi, 47 Yahudinin ve 48 Arabın ölmesiyle sonuçlanan 1921’de Jaffa’daki bir dizi isyandan sonra işgalci İngilizler bir soruşturma komisyonu kurdular. Bu komisyon “ülkeye özgü ırksal veya dinsel bir anti-Semitizm olmadığı” bulgusunu kaydetti. Doğrusu, Arapların Yahudi topluluklarına saldırmalarının nedeni, Siyonistlerin ülkeyi ele geçirmeye yönelik açık beyanatlarının Araplarda yarattığı endişeydi.
1929’da patlak veren yeni bir büyük şiddet olayından sonra İngiliz Shaw Komisyonu raporu şu tespitte bulundu: “10 yıldan az bir süre boyunca Araplar Yahudilere yönelik üç tane ciddi saldırıda bulundu. Bu saldırıların ilkinden önceki seksen yıl boyunca benzeri bir şiddet olayına hiç rastlanmadı.” Ortaya çıkan çatışmanın tüm taraflarının temsilcileri, 1.Dünya Savaşı’ndan önce “Yahudiler ile Arapların dostluk içinde olmasa bile en azından hoşgörü içinde yan yana yaşadıklarını ve bu komşuluğun günümüzde Filistin’de tamamen yitirildiğini” komisyona bildirdiler. Sorun, “günümüzde Filistin’in Arap halkının temsili hükümet talebi çevresinde kenetlenmiş olması” ama bu haklarının Siyonistler ve onların İngiliz destekçileri tarafından kabul edilmemesidir.
Aynı şekilde 1930 tarihli İngiliz Hope-Simpson raporunun kaydettiğine göre, Filistin’deki Siyonist olmayan Yahudi toplulukları Arap komşularıyla dostane yaşadılar. Aynı rapor, “Bir Yahudi evinin verandasında oturmuş bir Arabı görmek oldukça yaygın bir hadiseydi. Oysa durum Siyonist kolonilerde tamamen farklıdır” diye bildiriyor.
2. Düşünce: Birleşmiş Milletler İsrail’i Yarattı.
İngilizler politikalarının yol açtığı istikrarsız ortamdan elini eteğini çekmek ve Filistin’den çıkmak istediğinde Birleşmiş Milletler araya girdi. İngilizler bu amaçlarına ulaşabilmek için BM’nin meseleye el atmasını istediler.
Sonuçta, meseleyi incelemek ve çatışmanın nasıl sona erdirileceği konusunda öneride bulunmak için bir BM Filistin Özel Komisyonu (UNSCOP) kuruldu. UNSCOP hiçbir Arap ülkesinden temsilci barındırmıyordu ve sonunda Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını apaçık reddeden bir rapor yayınladı. Çatışmaya demokratik bir çözüm getirmeyi reddeden UNSCOP, bunun yerine Filistin’in biri Arap diğeri de Yahudi olmak üzere iki devlete bölünmesini önerdi.
BM Genel Kurulu 181 nolu kararıyla UNSCOP’un raporunu onayladı. Bu kararın Filistin’i “taksim ettiği” veya İsrail devletinin varlığını sonradan ilan etmeleri için Siyonist liderlere yasal bir dayanak sunduğu ya da buna benzer savlar sık sık ileri sürülür. Ne var ki bu tür iddiaların hepsi kesinlikle yanlıştır.
181 nolu karar UNSCOP’un raporunu ve sonuçlarını sadece tavsiye niteliğinde onaylamıştı. Filistin’in resmi olarak taksim edilebilmesi için bu tavsiyenin hem Yahudiler hem de Araplar tarafından kabul edilmiş olmasının –ki öyle olmadı- gerektiğini söylemeye bile gerek yoktur.
Dahası, Genel Kurul kararlarının yasal bağlayıcılıktan yoksun olduğu bilinmektedir, sadece Güvenlik Konseyi’nin kararları böyle bir bağlayıcılığa sahiptir. Üstelik BM’nin bir toprağı bir halktan alıp başka bir halka verme yetkisi olamazdı ve Filistin her halükârda böyle bir taksim amacı güden karar karşısında hükümsüz kalırdı.
3. Düşünce: Araplar 1947’de kendi devletlerine sahip olma fırsatını kaçırdılar.
BM’nin Filistin’i taksim etme tavsiyesi Araplar tarafından reddedildi. Günümüzde çoğu yorumcu bu reddiyeyi Arapların kendi devletlerine sahip olma “fırsatını” kaçırması olarak değerlendiriyor. Fakat bunu Araplar için bir “fırsat” diye nitelemek açıkçası saçmadır. Taksim planı hiçbir surette Araplar için bir “fırsat” değildi.
Öncelikle, daha önce de belirttiğimiz gibi, o zamanlar Araplar Filistin’de büyük bir çoğunluktu ve Yahudiler Avrupa’dan gelen Yahudi göçmen akını sayesinde nüfusun yaklaşık üçte birini oluşturuyorlardı (1922’de İngilizlerin yaptığı bir nüfus sayımına göreyse Yahudiler nüfusun yalnızca yaklaşık %11’ini temsil ediyorlardı).
Ayrıca, 1945 yılına ait toprak sahipliği istatistikleri, Arapların Filistin’in her kentinde Yahudilerden daha fazla toprağa sahip olduğunu gösteriyordu. Sözgelimi Jaffa kentinde Araplar toprağın %47’sine sahipken, Yahudiler %39’una sahipti ve Jaffa Yahudilerin en fazla toprak sahibi olduğu kent diye göklere çıkarılıyordu. Diğer kentlerde Araplar daha da fazla oranlarda toprağa sahiptiler. Örneğin, ta diğer uçta, Ramallah’ta Araplar toprağın %99’una sahiptiler. Tüm Filistin’deyse Araplar toprağın %85’ine sahipken Yahudiler %7’den bile daha azına sahiptiler ve bu durum İsrail kurulana değin değişmedi.
Ne var ki bu gerçeklere rağmen BM’nin taksim teklifi, Filistin toprağının yarısından fazlasını “Yahudi Devleti” için Siyonistlere verilmesini öngörüyordu. Hakikat şu ki hiçbir Araptan böylesine haksız bir öneriyi kabul etmesi mantıken beklenemezdi. Günümüzün siyasi yorumcularının, Arapların kendi topraklarının ellerinden alınması önerisini –onların kendi kaderini tayin etme haklarının apaçık inkârına dayanan- geri çevirmelerini, “fırsatı kaçırmak” diye değerlendirmeleri, ya meselenin kökenleri konusundaki şaşırtıcı bir cehaleti veya meselenin tarihine dürüstçe bakma konusundaki isteksizliği yansıtmaktadır.
Taksim planının pekçok Siyonist lider tarafından da reddedildiğini vurgulamalıyız. David Ben-Gurion gibi söz konusu planı savunanların fikri şuydu: Bu plan bir “Yahudi Devleti” –sonradan askeri güçle nihayet başarılacak bir şey- için tüm Filistin’i ele geçirme amaçlarına yönelik pragmatik bir adım olacaktı.
Sözgelimi yıllar önce taksim fikri ilk kez öne sürüldüğünde, Ben-Gurion şunu yazmıştı: “Bir devlet kurmanın neticesinde azametli bir güç olduktan sonra bizler taksimi kaldırıp tüm Filistin’e yayılmalıyız.” Ben-Gurion’a göre, “tüm Filistin’e yayılma zeminini hazırlamak için” taksim kabul edilmeliydi. Ondan sonra eğer Araplar “gerektiğinde makineli tüfekler kullanılarak” boyun eğdirilmezse Yahudi Devleti “düzeni korumak zorunda kalacaktı”.
4. Düşünce: İsrail “varolma hakkına” sahiptir.
Aynı şekilde İsraillilerden de bir Filistin devletininin “varolma hakkını” tanımaları istenmediği sürece Filistinlilerden Israil’in “varolma hakkını” tanımalarını istemek ve hususen İsrail için “varolma hakkına” sahiptir ifadesini kullanmak yol gösterici ve meşru değildir.
Ülkelerin hakları yoktur, halkların hakları vardır. Tartışmanın doğru zemini tüm halkların kendi kaderini tayin etme hakkının teslim edilmesidir. Meseleye bu açıdan bakıldığında doğru zeminimiz temel bir tespite dayanıyor: Araplar “varolma hakkını” Yahudilere çok görmemektedir, asıl Yahudiler bu hakkı Araplara çok görmektedir. İsrail’in “varolma hakkı” terminolojisi sık sık bu gerçeği örtmek için kullanılmaktadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, İsrail devletini BM kurmadı. 14 Mayıs 1948’de Siyonist liderler tek taraflı ve yasal yetkiden yoksun olarak, üstelik yeni devletin sınırlarını belirtmeden İsrail’in varlığını ilan ettiklerinde İsrail devleti varlık sahasına çıkmış oldu. Bir çırpıda Siyonistler Arapların, artık kendi topraklarının sahibi olmadıklarını, artık o toprakların kendilerine ait olduğunu beyan ettiler. Birdenbire Siyonistler Filistin’in Arap çoğunluğunun artık yeni “Yahudi Devleti” içinde ikinci sınıf vatandaşlar olduğunu ilan ettiler.
Tabii bu gelişmeyi pasif bir şekilde kabullenmeye yanaşmayan komşu Arap ülkeler, Filistin’in çoğunluğunu oluşturan sakinlere karşı bu vahim adaletsizliği önlemek için Siyonist rejime karşı savaş ilan ettiler.
Siyonistlerin İsrail’in bir parçası olarak hak iddia ettiklerin toprakların çoğunun Siyonistlerin değil de Arapların hakkı olduğunu vurgulamalıyız. Dolayısıyla ana akım yorumlarda sıkça dile getirildiği gibi, bu savaş Arap devletlerinin İsrail’e karşı yürüttüğü bir saldırı eylemi değildir. Doğrusu, Araplar kendi topraklarını Siyonistlerin gayri meşru şekilde haksızca ele geçirmelerini önlemek ve kendi haklarını savunmak için harekete geçmişlerdi; aksi halde Arap nüfusu haklarından yoksun kalacaktı. Asıl saldırı eylemi, Siyonist liderlerin İsrail’in varlığını tek taraflı ilan etmeleri ve gerek bu ilandan önce gerekse sonra amaçlarını hayata geçirmek için şiddet kullanmalarıydı.
Savaşın seyri boyunca İsrail etnik temizlik politikası yürüttü. 700.000 Arap Filistinli ya evinden zoraki çıkartıldı veya yeniden katliam olur korkusuyla kaçtı. Nitekim Siyonist deklarasyondan hemen sonra Deir Yassin köyünde bir katliam gerçekleştirildi. Bu Filistinlilerin evlerine ve topraklarına geri dönmesine hiç izin verilmedi, her ne kadar yurtlarından koparılan bu mültecilerin temel “dönüş hakkına” sahip olduğu uluslararası hukukta yürürlükte olup uluslararası kamuoyu tarafından kabul edilse de.
Filistinliler İsral’in ve onun başlıca destekçisi ABD’nin kendilerinden istediği İsrail’in “varoluş hakkını” tanıma talebini asla kabul etmeyecekler. Bunu kabul etmek demek, İsrail’in Arap toprağını ele geçirme “hakkı” olduğunu ama Arapların kendi topraklarına sahip olma haklarının olmadığını fiilen onaylamak demektir; keza İsrail’in Filistinlileri etnik temizlikten geçirme “hakkının” olduğunu ama Arapların kendi evlerinde, kendi topraklarında özgür ve mutlu şekilde yaşama haklarının olmadığını fiilen onaylamak demektir.
Günümüz söyleminde “varolma hakkının” sürekli kullanılması tek bir amaca hizmet ediyor: Arapların kendi kaderini tayin etme hakkını Yahudilerin inkâr ettiği –ve bunun aksinin doğru olmadığı- gerçeğinin üstünü örtmek ve İsrail’in gerek geçmişte gerekse günümüzde Filistinlilere karşı işlediği suçları haklı göstermek.
5. Düşünce: Arap ülkeleri 1967 ve 1973’de İsrail’i yok etme tehdidinde bulundu.
Meselenin aslı şu ki “Altı Gün Savaşı”nı başlatan İsrail’di. 5 Haziran sabahının erken saatlerinde İsrail, Mısır’a (ve ardından Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne) avcı uçaklarıyla beklenmedik bir saldırı düzenledi ve Mısır hava kuvvetlerinin büyük bir kısmınını uçakların çoğu henüz yerdeyken başarılı bir şekilde imha etti.
Günümüzde yorumcular bu saldırıyı “karşı tarafın muhtemel saldırısına karşı önceden yapılan neredeyse kaçınılmaz saldırı” diye tarif ediyorlar. Fakat tanım gereği bunun doğru olması için Mısır’ın İsrail’e karşı yakın bir tehdit oluşturması gerekirdi ama böyle bir tehdit söz konusu değildi.
Başkan Nasır’ın kavgacı söylemi, Tiran Boğazı’nın ablukaya alınması, askerlerin Sina Yarımadası’na hareketi ve BM barış gücü askerlerinin sınırın yan tarafından dışarı çıkarılması, bütün bunların yakın bir tehdit oluşturduğu sık sık iddia edilir.
Ne var ki hem ABD hem de İsrail istihbaratı o zamanlar Nasır’ın fiilen saldırıda bulunması ihtimalinin düşük olduğunu bildirmişti. CIA, İsrail’in askeri güç açısından ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu ve bir savaş halinde iki hafta içinde Arap güçlerini yenilgiye uğratacağını bildirmişti; nitekim saldıyı ilk yapan taraf olan İsrail bir hafta içinde Arapları yenilgiye uğrattı.
Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesinin akabinde 1954 “Süveyş Krizi”nde İngilizler, Fransızlar ve İsraillilerin saldırganlığının kurbanının Mısır olduğunu unutmamak gerek. Bu savaşta üç saldırgan ülke Mısır’a karşı savaş tezgahladı ve sonuçta İsrail, Sina Yarımadası’nı işgal etti. BM’nin baskısıyla İsrail 1957’de Sina Yarımadası’ndan çekildi ama Mısır, İsrail’in saldırganlığını hiç unutmadı.
Dahası, Mısır Suriye ve Ürdün ile birlikte gevşek bir ittifak kurmuştu. Buna göre İsrail ile savaş halinde bu ülkeler birbirlerinin yardımına koşmayı taahhüt etmişlerdi. Önceki yıl İsrail Batı Şeria’nın Samu köyüne saldırdığında, Ürdün Nasır’ı yardıma koşma taahhüdüne uymamakla ve Arap dünyasında yeniden itibar kazanmaya yönelik bir söylem geliştirmekle suçlamıştı.
Nasır’ın tavrının İsrail’e karşı bir hücum yapma niyetini yansıtmak yerine savunmacı olduğu gerçeği, önde gelen İsrailliler arasında da kabul ediliyordu. Nitekim Shalem Center’dan Avraham Sela şu tespitte bulunmuştur: “Mısır’ın Sina’da askeri güçlerini takviye etmesi bariz bir saldırı planını öngörmüyordu ve Nasır’ın savunmaya yönelik talimatları açıkçası ilk saldırı yapan tarafın İsrail olacağı varsayımına dayanıyordu.”
İsrail Başbakanı Menachem Begin şunu itiraf etmişti: “Haziran 1967’de bizim yine bir seçeneğimiz vardı. Mısır ordu bölüklerinin Sina’ya yaklaşması Nasır’ın gerçekten bize saldıracağı anlamına gelmiyordu. Kendimize karşı dürüst olmalıyız. Ona saldırmaya biz karar verdik.”
Sonradan İsrail’in başbakanı olacak Yitzhak Rabin de 1968’de şu itirafta bulunuyor: “Nasır’ın savaş istediğini sanmıyorum. Sina’ya gönderdiği iki bölük, hücuma dayalı bir savaş başlatmaya yeterli değildi. O da biz de bunu biliyorduk.”
İsrailliler aynı zamanda şunu da biliyorlardı ki kendilerinin o sıralarda dillendirdikleri Arap ülkelerinin “yok etme tehdidine” dair söylem katıksız bir propagandaydı.
Savaştan sonra işgal edilmiş Batı Şeria’nın ilk askeri yöneticisi General Chaim Herzog’a göre, “Yok olma tehlikesi söz konusu değildi. İsrail karargâhları bu tehlikeye hiç inanmadılar.”
Aynı şekilde, General Ezer Weizman şunu dedi: “Hiçbir zaman yok olma tehlikesi söz konusu olmadı. Bu hipotez hiçbir ciddi toplantıda gündeme gelmedi.”
Keza kabine başkanı Haim Bar-Lev şu yorumda bulundu: “Altı Gün Savaşı’nın arifesinde soykırım tehlikesiyle karşı karşıya değildik ve böyle bir ihtimal asla aklımıza gelmedi.”
İsrail İskan Bakanı Mordechai Bentov da şunu itiraf etti: “Yok etme tehlikesine dair anlatılan bütün hikâye, yeni Arap bölgesinin ilhak edilmesi için her ayrıntısıyla uydurulmuş ve sonradan abartılmıştır.”
1973’de İsraillilerin “Yom Kippur Savaşı” dedikleri savaşta Mısır ve Suriye sırasıyla Sina ve Golan Tepeleri’ni geri almak için sürpriz bir hücum başlattı. Bu birleşik hucum çağdaş yorumlarda İsrail’e karşı “saldırı” eylemi veya “işgal” diye yaygın şekilde tarif edildi.
Ne var ki daha önce de belirttiğimiz gibi, Haziran 1967 savaşının ardından BM Güvenlik Konseyi 242 nolu kararını çıkarmıştı. Bu karar İsrail’in işgal ettiği bölgelerden çekilmesini talep ediyordu. Fakat İsrail bunu yapmayı reddetti ve o zamandan beri uluslararası hukuku kalıcı şekilde ihlal etmeyi sürdürdü.
Böylece 1973 savaşında Mısır ve Suriye, İsrail’in yasadışı işgali altındaki kendi bölgelerini “istila ettiler”. Bir Arap saldırı eylemi diye bu savaşın tasvir edilmesi Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin İsrail toprağı olduğunu örtük şekilde varsaymaktadır. Bu son derece yanlış varsayım, İsrail-Arap çatışması söz konusu olduğunda ana akım yorumların kesinlikle önyargılı ve taraflı yanını ortaya sermektedir.
Bu yanlış anlatı İsrail’in Arap uzlaşmazlığının ve saldırganlığının “kurbanı” olduğuna dair aynı ölçüde yanlış olan büyük anlatıya tastamam uymaktadır. Batı’da pek sorgulanmayan bu anlatı hakikati başaşağı çevirmektedir.
6. Düşünce: BM Güvenlik Konseyi’nin 242 nolu kararı İsrail’in sadece kısmen geri çekilmesini talep ediyor.
Haziran 1967 savaşının peşinden alınan 242 nolu karar “İsrail silahlı kuvvetlerinin son savaşta işgal ettikleri bölgelerden çekilmesini talep ediyordu”. Oysa yaygın bir popülerite kazanan yukarıdaki sav hiçbir surette hakikat payı taşımamaktadır.
Bu savın merkezi tezi “işgal bölgeleri” ifadesinin önünde “the” sözcüğünün olmamasının “bütün işgal bölgelerinin” kastedilmediği anlamına geldiğidir. Aslında bu sav, “the” sözcüğü cümleden çıkarıldığı için bundan “işgal bölgelerinin bazılarının” kastedildiği anlamını çıkarabileceğimiz yönünde saçma bir mantığa dayanıyor.
Dilbilgisi açısından “the” sözcüğünün yokluğunun “bölgelerden” çoğul olarak söz eden cümlenin anlamına bir etkisi yoktur. Basit bir turnusol testi sorusu: Orası İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği bölge midir? Eğer evetse, o zaman uluslararası hukuk ve 242 nolu karara göre İsrail o bölgeden çekilmelidir. Bu bölgeler Suriye’nin Golan Tepeleri’ni, Batı Şeria’yı ve Gazze Şeridi’ni kapsamaktadır.
Kararın İngilizce aslı kadar özgün olan Fransızca versiyonu belirtme edatı (the) içeriyor ve Güvenlik Konseyi üyelerinin çoğunluğu, kararı, İsrail’in işgal ettiği tüm bölgelerden tamamen çekilmesi şeklinde anladıklarını müzakereler sırasında apaçık belirtmişlerdi.
Ayrıca bu savı kararın önsözünde belirtilen “bir bölgenin savaş yoluyla ele geçirilmesinin kabul edilemezliği” şeklindeki uluslararası hukuk ilkesiyle bağdaştırmak da mümkün değildir. BM’nin savaş sırasında İsrail’in işgal ettiği bazı bölgeleri elinde tutabileceğini kastettiğini söylemek az önce dile getirdiğimiz ilke gözönüne alındığında geçersiz kalmaktadır.
Bu anlamsız savla ilgili diğer birçok mantıksal hatalara değinilebilir ama zaten savın kendisi başlı başına saçma olduğu için bunu yapmak abesle iştigal olacaktır.
7. Düşünce: İsrail’in komşularına yönelik askeri eylemleri sadece kendini terörizme karşı savunma amacı taşımaktadır.
Gerçekle böyle söylemiyor. Örneğin 1982’de İsrail’in Lübnan’a açtığı feci savaşı ele alalım. Siyasi analizci Noam Chomsky “Kader Üçgeni” adlı destansı analizinde enikonu ortaya koyduğu gibi, bu askeri saldırı en ufak bir mazaret taşımıyordu.
Sonradan Lübnan’da üs kuran FKÖ’nün kuzey İsrail’i sürekli bombalamasına karşılık bu savaşın başladığını söylemekte ısrar eden güncel yorumlar bir yana işin aslı şuydu: İsrail’in sürekli provakasyon yapmasına rağmen, FKÖ yürürlükte olan ateşkese yalnızca birkaç istisna dışında uymuştu. Dahası o istisnaların hepsinde ateşkesi ilk ihlal eden taraf da İsrail’di.
1982’nin başlarında İsrail’in provakasyonları arasında Lübnan’ın karasularını yüzlerce kez ihlal etmesi bir yana, bu ülkenin balıkçı teknelerine saldırıp batırması da yer alıyordu. İsrail’in Lübnan’ın hava sahasını binlerce kez ihlal etmesine rağmen FKÖ, Lübnan’ın planlanan işgali için savaş nedeni sayılabilecek hiçbir provakasyon girişimine kapılmadı.
9 Mayıs’ta İsrail’in Lübnan’ı bombalaması üzerine FKÖ sonunda bu saldırıya roket ve topçu ateşiyle karşılık verdi.
Ebu Nidal liderliğindeki terörist bir grup İsrail’in Londra’daki büyükelçisi Shlomo Argov’u öldürme girişiminde bulundu. Her ne kadar FKÖ, 1973’de El Fetih askeri mahkemesinde ölüme mahkûm edilmiş Ebu Nidal ile savaş halinde idiyse de ve Ebu Nidal Lübnan’da üs kurmadıysa da, İsrail bu olayı Sabra ve Shatila mülteci kamplarını bombalayıp 200 Filistinliyi öldürmek için bahane yaptı. FKÖ de buna kuzey İsrail’deki yerleşim yerlerini bombalayarak karşılık verdi. Ne var ki İsrail, planladığı işgal için bir savaş sebebi olarak kullanmak üzere büyük ölçekli bir tepkiyi kışkırtmayı beceremedi.
İsrailli yazar Yehoshua Porath’ın da ileri sürdüğü gibi, İsrail’in Lübnan’ı işgal kararının FKÖ saldırılarına bir karşılık olmadığı, “daha ateşkesin başlamasından beri gözlemlenen bir gerçekti”. İsrail’in günlük gazetesi Haaretz’de yazan Porath şu yorumlarda bulundu: “Hükümetin umudu lojistik ve bölgesel üsten yoksun halde zayıf düşmüş FKÖ’nün ilk terörizm günlerine geri dönmesiydi… Bu yolla FKÖ elindeki siyasi meşruiyetin bir kısmını kaybedecekti.
Böylece gelecekteki siyasi uzlaşmalar için meşru bir müzakere tarafı olabilecek Filistinliler arasındaki kimi unsurların uç vermesi tehlikesi bertaraf edilecekti.”
Diğer bir örnek de 27 Aralık 2008’den 18 Ocak 2009’a kadar yürütülen İsrail’in Dökme Kurşun Operasyonu’dur. Gazze Şeridi’nin mahsur ve çaresiz kalmış halkına yönelik İsrail saldırısından önce İsrail oradaki yönetici otorite olan Hamas ile ateşkes anlaşması yapmıştı. Yaygın bilinenin aksine ateşkese son veren taraf Hamas değil İsrail oldu.
Batı medyasındaki yorumlarda, İsrail’in saldırısından önce Hamas’ın İsrail’e “binlerce” roket saldırısı düzenleyerek ateşkesi ihlal ettiği için Dökme Kurşun Operasyonu’nun kaçınılmaz olduğu söyleniyordu.
Gerçek şu ki, İsrail askerlerinin Batı Şeria’da adım adım ilerleyen operasyonlar yapması ve sınırın ötesinden Gazzelilere ani ateşler açıp en az bir kişinin ölümüne birçok kişinin de yaralamasına yol açması gibi İsrail’in birçok provakasyonuna rağmen Hamas, Haziran’da ateşkesin başlamasından 4 Kasım’a kadar hiç roket fırlatmadı.
4 Kasım’da, daha fazla ölüme yol açan Gazze’ye hava bombardımanı ve kara harekatıyla ateşkesi bozan yine İsrail oldu. Hamas sonunda roket ateşiyle karşılık verdi ve bu noktada ateşkes fiilen sona ermiş oldu, sonra da her iki taraf günbegün kısasa kısas saldırısı düzenledi.
İsrail’in iyi niyet göstermemesine rağmen Hamas Aralık’ta vadesi dolacak ateşkesi yenilemeyi teklif etti. İsrail bu teklifi reddedip, onun yerine Gazze halkını şiddet yoluyla toptan cezalandırmayı tercih etti.
İsrail İstihbarat ve Terörizm Bilgi Merkezi’nin belirttiği gibi, ateşkes “Necef’in batısındaki halka nispeten sükûnet getirmişti” Zira bu bölgeye, çoğu İsrail’in ateşkesi ihlal edip fiilen ona son verdiği “4 Kasım’dan sonra geçen bir buçuk ay boyunca olmak üzere” 329 roket ve havan saldırısı yapıldı. Bu sayı ateşkesten önceki altı ay içinde yapılan 2278 roket ve havan saldırısıyla çarpıcı bir tezat oluşturmaktadır. Aynı merkez 4 Kasim’a kadar “Hamas’ın ateşkesi riayet etmeye özen gösterdiğini” de gözlemlemiştir.
Eğer İsrail Filistinlilerden gelecek askeri roket saldırısı tehdidini azaltmaya devam etmek isteseydi ateşkesi sona erdirmemesi yetecekti, zira ateşkeş Hamas’ın yaptığı bu tür saldırıların sayısını azaltmakta son derece etkiliydi. Onun yerine şiddete başvurmuş olması, beklenildiği gibi Filistinli militan grupların yaptığı havan saldırısı ve misilleme saldırısı tehdidini büyük ölçüde artırdı.
Dahası, İsrail barışçı yolların tükendiğini ve kendi sivil halkını korumak için kaçınılmaz olarak meşru müdafaa içinde askeri güce başvurduğunu iddia etse bile, olan bitenler bunu hiç doğrulamıyor. Aslında İsrail uluslararası hukukun koruması altındaki yerleşim yerlerine, hastanelere, okullara ve diğer yerlere kasıtlı olarak orantısız, ayrımsız ve sistematik saldırılar düzenleyerek Gazze’nin sivil halkını bilerek hedef almıştı.
Saldırıyla ilgili BM soruşturmasına başkanlık etmiş saygın uluslararası yargıç Richard Goldstone’un da belirttiği gibi, İsrail’in Dökme Kurşun Operasyonu’nu yürütme tarzı, beyan ettiği amaçlarla bağdaşmayıp, daha ziyade sivil halkı toptan cezalandırmaya dönük kasıtlı bir eylemin göstergesidir.
8. Düşünce: Tanrı toprakları Yahudilere verdi, dolayısıyla Araplar işgalcidir.
Gerçekleri sağlam zeminde ne kadar tartışırsak tartışalım pekçok Yahudiyi ve Hıristiyanı, İsrail’in hata işleyebileceğine ikna edemeyiz, çünkü onlar İsrail’in eylemlerinin arkasında Tanrı’nın elinin olduğuna ve politikalarının aslında Tanrı’nın isteği doğrultusunda yürütüldüğüne inanıyorlar. Tanrı’nın Batı Şeria ve Gazze Şeridi dâhil olmak üzere Filistin toprağını Yahudi halkına verdiğine ve dolayısıyla İsrail’in, o toprakları, kendilerine göre haksız işgalciler olan Filistinlilerden kaba kuvvetle alma “hakkına” sahip olduğuna inanıyorlar.
Ne var ki bu ve benzeri inançların yanlış olduğunu göstermek için onların kendi kutsal kitaplarının sayfalarına bakmak yeterlidir. Hıristiyan Siyonistler kendi Siyonist inançlarını desteklemek için aşağıdaki alıntılar gibi İncil’den alıntılar yapmaya pek heveslidirler:
"Ve Rab Yehova, İbrahim’e dedi ki: ‘Gözlerini kaldır ve bulundugun yerden Kuzey'e ve Güney'e, Dogu'ya ve Bati'ya bak... Çünkü görmekte oldugun bütün memleketi sana ve ebediyen senin zürriyetine verecegim, ve senin zurriyetini yerin tozu gibi edecegim; şöyle ki bir adam yerin tozunu sayabilirse, senin zürriyetini de sayabilir. Kalk, memlekti enine boyuna gez, çünkü onu sana verecegim.’” (Tekvin, Bap 13: 14-17)
“Sonra Rab Yehova ona görünüp dedi ki: ‘Mısır’a inme; sana söyleyeceğim memlekette yaşa. Bu diyarda otur. Seninle olacağım ve seni mübarek kılacağım; çünkü bütün bu memleketleri sana ve zürriyetine vereceğim, ve baban İbrahim’e ettiğim yemini gerçekleştireceğim.’” (Tekvin, Bap 26: 1-3)
“Rab Yehova yanıbaşında durup dedi ki: ‘Atan İbrahim'in, İshak'ın Tanrısı Rabbi benim; üzerinde yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim.’” (Tekvin, Bap 28:13)
Ne var ki Hıristiyan Siyonistler bu sözleşmeyi anlamamızı sağlayacak bilgiler sunan aşağıdaki pasaj gibi diğer pasajları kolayca görmezden gelirler:
“Bütün kurallarıma, ilkelerime uyacak, onları yerine getireceksiniz. Öyle ki, yaşamak üzere sizi götüreceğim ülke sizi dışarı kusmasın.” (Levililer, Bap 20:22)
“Ama beni dinlemez, bütün bu buyrukları yerine getirmez… antlaşmamı bozarsanız… bu kez ben de öfkeyle size karşı çıkacağım ve günahlarınıza karşılık sizi yedi kat cezalandıracağım. Ülkenizi viran edeceğim, oraya yerleşen düşmanlarınız bile şaşkına dönecek. Sizi öteki milletlerin arasına dağıtacak, kılıcımla peşinize düşeceğim. Ülkeniz viran olacak, kentleriniz harabeye dönecek… Öteki milletlerin arasında yok olacaksınız. Düşman ülkeler sizi yutacak.” (Levililer, Bap 26: 14, 15, 28, 32-33)
“Bu nedenle Rap Yehova İsrail’e çok öfkelendi ve onları gözünün önünden uzaklaştırdı: Geriye Yahudi kavminden başkası kalmadı… Böylece İsrail kendi topraklarından Asur’a kadar sürüldü.” (2 Krallar, Bap 17:18, 23)
“[İsrail’in] bütün bunları yaptıktan sonra ‘Bana Döneceğini’ düşündüm ama dönmedi. Hain kızkardeşi Yahuda da gördü bunları. Fahişeliği yüzünden dönek İsrail’i boşayıp ona boşanma belgesi verdiğim halde kızkardeşi hain Yahuda’nın hiç korkmadığını, gidip fahişelik ettiğini gördüm.” (Yeremya, Bap 3:7-8)
Evet, İncil’de İbrahim, İshak ve İsrail’in Tanrısı Yehova, emirlerine itaat etmeleri şartıyla toprakları İbranilere verebileceğini söyledi. Ne var ki İncil’in anlattığı kadarıyla, İbraniler her nesilde Yehova’ya karşı geldiler.
Yahudi ve Hıristiyan Siyonistlerin İsrail’in sürgit işgalini desteklemek için İncil’e dayalı savlarında yer vermedikleri husus ise Yehova’nın aynı zamanda, Yahuda kavminin (“Yahudiler”in onların soyundan geldiği) de içinde bulunduğu İbranilere, emirlerine karşı gelerek ahdi bozmaları halinde onları topraklardan uzaklaştıracağını –ki İncil’de olan tam da budur- söylemiş olduğudur.
Dolayısıyla Siyonizm için öne sürülen teolojik sav seküler bakış açısından bakıldığında bir saçmalık olarak görünmesinin yanı sıra kutsal kitapların bakış açısından bakıldığında da bütünüyle uydurma bir iddiadır ve Yehova’ya ve onun Tevrat’ına ve Yeni Ahit’teki Mesih İsa’nın öğretilerine karşı süregelen isyanı temsil etmektedir.
9. Düşünce: Filistinliler İsrail’i yıkmak istedikleri için iki devletli çözümü kabul etmiyorlar.
Filistinliler İsrail’e verdikleri onca tavize rağmen öteden beri iki devletli çözümü benimsemişlerdir. Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’ndeki (FKÖ) Filistin halkının seçilmiş temsilcileri 1970’lerden beri İsrail devletini tanımış ve iki devletli çözümü kabul etmişlerdir. Buna rağmen Batı medyası 1990’lardan bu yana FKÖ’nün bu çözümü kabul etmeyip bunun yerine İsrail’i haritadan silmek istediğini sürekli tekrarlayıp durdu.
Bu söylem Hamas’ın 2006 Filistin seçimleriyle iktidara gelmesinden bu yana tekrarlandı. Her ne kadar Hamas yıllardır İsrail devletinin realitesini kabul etmiş ve İsrail ile yan yana Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Filistin devletinin kurulmasına rıza göstermişse de bugün bile Batı’nın ana akım medyası Hamas’ın iki devletli çözümü reddedip “İsrail’i yıkmak” istediğini söyleyip durmaktadır.
Aslında 2004 yılının başlarında İsrail tarafından öldürülmeden kısa bir süre önce Hamas kurucusu Şeyh Ahmet Yasin, Hamas’ın İsrail ile yan yana yaşayacak bir Filistin devletini kabul edebileceğini söyledi. Ondan sonra Hamas iki devletli çözümü kabul etmeye istekli olduğunu defalarca bildirdi.
2005 başlarında Hamas İsrail ile yan yana yaşayacak ve 1967 sınırlarını tanıyacak bir Filistin devletini kurma amacını beyan eden bir bildiri yayınladı.
Hamas’ın sürgündeki siyasi büro şefi Halid Meşal, Londra’daki Guardian gazetesine Ocak 2006’da Hamas’ın “adil bir barış yapmaya hazır olduğunu” yazdı. “Herhangi bir gücün topraklarımızı bizden çalma hakkını asla tanımayız… Fakat eğer uzun vadeli bir ateşkes ilkesini kabul etmeye yanaşıyorsanız, şartları müzakere etmeye hazırız” diye yazdı Meşal.
Gazze’deki en üst Hamas görevlisi Mahmut el-Zahar 2006 seçimlerindeki kampanya sırasında Hamas’ın “1967’de işgal edilen bölge üzerinde bağımsız devletimizin kurulmasını kabul etmeye” hazır olduğunu söyledi ki bu, İsrail devletinin üstü kapalı kabül edilmesi demektir.
Hamas’ın seçilmiş Başbakanı İsmail Haniyeh Şubat 2006’da Hamas’ın “1967 sınıları içinde bir Filistin devletinin kurulmasını” kabul ettiğini söyledi.
Nisan 2008’de eski ABD Başkanı Jimmy Carter Hamas yetkilileriyle görüşüp, Hamas’ın “1967 sınırlarındaki bir Filistin devletini kabul edeceğini” ve “kendisiyle barış içinde yaşayacak bir komşu İsrail devletini de tanıyacağını” söyledi. Hamas’ın “nihai amacı, yaşayan bir Filistin devletiyle birlikte yan yana, kendine tahsis edilmiş sınırlar, yani 1967 sınıları içinde İsrail’in yaşadığını görmekti.”
Aynı ay Hamas lideri Meşal, “İsrail 1967 sınırlarına çekilirse, onu tanıdığımızın bir kanıtı olarak on yıllık bir ateşkes teklifi sunuyoruz” dedi.
2009’da Meşal, Hamas’ın “1967 sınırlarındaki bir Filistin devletini kabul ettiğini” söyledi.
Hamas’ın İsrail devletinin varlığını tümden reddedişten iki devletli bir çözüm konusunda uluslararası uzlaşının sağlanmasını kabul etmeye kayan politikası, Filistin halkının iradesini de büyük ölçüde yansıtmaktadır. Sözgelimi, geçen yıl Nisan ayında yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre her dört Filistinliden üçü iki devletli çözümü benimsemektedir.
10. Düşünce: ABD tarafsız bir arabulucudur ve Ortadoğu’ya barışı getirmeye çalışmaktadır.
Retorik bir yana ABD, Israil’in politikalarını, yasadışı işgalini ve diğer uluslararası hukuk ihlallerini desteklemektedir. Keza Israil’in suç teşkil eden politikalarını mali, askeri ve diplomatik açılardan desteklemektedir.
Sözgelimi, Obama idaresi İsrail’in yerleşim politikasına karşı olduğunu alenen duyurmuş ve kolonizasyon etkinliklerini dondurması için görünüşte İsrail’e “baskı” yapmıştı. Ne var ki çok daha önce aynı idare, İsrail’in uluslararası hukuku çiğnemesi ve yerleşim yerleri inşa etmesi halinde bile bu ülkeye askeri veya mali yardımı kesmeyeceğini ilan etmişti. Bu mesajı mükemmel şekilde anlayan İsrail’deki Netanyahu hükümeti kolonizasyon politikalarına devam etti.
Başka bir bariz örnek vermek gerekirse; İsrail’in savaş suçlarına ilişkin raporların ardı arkası kesilmezken gerek Temsilciler Meclisi gerekse Senato, İsrail’in Dökme Kurşun Operasyonu’nu açıkça destekleyen kararlar aldılar.
ABD Senatosu, Hamas ile yapılan savaşta ABD’nin İsrail’e verdiği güçlü desteği “yeniden onaylayan” kararı kabul ederken (8 Ocak 2009), Uluslararası Kızıl Haç Örgütü, İsrail’den savaş kurbanlarına yardım edilmesine izin vermesini talep eden bir beyannatta bulundu, çünkü Israil ordusu yaralı Filistinlilere ulaşmayı engellemişti ki bu uluslararası hukuka göre bir savaş suçudur.
Aynı gün BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, Gazze’ye insani yardım götüren bir BM yardım konvoyuna ateş edip iki BM personelini öldürmesi –ikisi de savaş suçudur- üzerine İsrail’i kınayan bir açıklama yaptı.
ABD Temsilciler Meclisi’nin kendi kararını meclisten geçirdiği günde, BM, kendi personelinin, konvoylarının ve tesislerinin –klinikler ve okullar dâhil- İsrail saldırısı altında olduğu için Gazze’de insani yardım çalışmalarının durdurulması gerektiğini duyurdu.
ABD’nin İsrail’e verdiği mali destek yılda 3 milyar doları geçmekte. İsrail Gazze’nin savunmasız sivillerini cezalandırmak için bir savaş açtığında, pilotları ABD yapımı F-16 bombardıman uçaklarını ve Apaçi savaş helikopterlerini kullanıyor, ABD yapımı bombalar fırlatıyor ve uluslararası hukuku çiğneyerek beyaz fosfor bombaları atıyordu.
ABD’nin İsrail’in suçlarına verdiği diplomatik destek, BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini kullanmasını içeriyor. 2006 yazında İsrail, Lübnan’ın sivil halkına ve altyapısına karşı feci bir savaş açtığında ABD ateşkes kararını veto etmişti.
İsrail Dökme Kurşun Operasyonu’nu yürütürken ABD şiddete son veren kararın alınmasını geciktirdi ve nihayet İsrail kararın oylamaya sokulmasına izin verince onu eleştirmek yerine çekimser kaldı.
BM İnsan Hakları Konseyi Richard Goldstone öncülüğünde yürütülen, Dökme Kurşun Operasyonu sırasında işlenen savaş suçlarını soruşturma raporunun bulgularını ve önerilerini resmen kabul ettiğinde, buna karşılık olarak ABD, Güvenlik Konseyi’ni aynı şekilde bulguları ve önerileri benimsemeye itecek her çabanın karşısında olacağını bildirdi. ABD Kongresi, İsrail’in savaş suçları işlediğini saptadığı için Goldstone raporunu reddetme kararı aldı.
İsrail’e verdiği neredeyse koşulsuz desteğiyle ABD, İsrail-Filistin çatışmasına iki devletli bir çözüm getirmeye dönük her adımı etkin şekilde engellemiştir. On yıllardır dillendirilen sözde “barış süreci” Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkının ABD ve İsrail tarafından reddedilmesini ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasının engellenmesini öngörmektedir.
Bu makale Orhan Düz tarafından timeturk.com için tercüme edilmiştir.
SON VİDEO HABER
Haber Ara