Üçüncü dünya Batı'nın ritmini bozdu
Brezilya ve Türkiye'nin İran'la sağladığı anlaşma nükleer sorunda hiçbir şey değiştirmeyebilir. Fakat dünya düzeninde çok önemli bir şey değişti ve Obama buna ayak uydursa iyi olur. Brezilya ve Türkiye gibi yükselen devletlerin özgüveni arttıkça, ABD de onlara daha 'eşit' davranmalı.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-05-28 09:51:00
‘Ritmik diplomasi’
Görünüşe göre Obama yönetimi de benimle aynı tepkiyi verdi: Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Türk meslektaşını bu çabadan vazgeçirmek için aradı ve kamuoyu önünde çabanın başarısız olacağı tahmininde bulundu. Üstü örtülü mesaj kulağa şöyle geliyordu: Bizim alanımıza çomak sokmayın. Mesaj havada kaldı. Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva İran ziyaretinden vazgeçmedi ve Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan da orada Lula’ya katıldı. Ve önemli açılardan Batı’nın bir süredir sağlamaya çalıştığına benzeyen bir anlaşmaya şekil verdiler: Tahran, düşük oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunun 1200 kilogramını başka yerde işlenmek ve sonra barışçıl kullanım amacıyla geri almak üzere teslim edecekti.
Obama yönetimi anlaşmayı tanımadı ve BM Güvenlik Konseyi’ndeki büyük güçler yeni bir yaptırım kararı tasarısı üzerinde anlaştı. Bazıları ABD’nin diplomasiye burnunu sokanlar tarafından gururu kırıldığı için altın bir fırsatı heba ettiğini ya da İran’ın kendisi gibi yeni ortaya çıkmakta olan uluslara, Batı’ya
vermeyeceği zorlayıcı ödünleri verdiğini savundu. Bence yönetimin muhakemesi doğruydu. Anlaşma kabul edilirse (ki son derece düşük bir ihtimal), İran’ın elinde hâlâ istediğini yapabilmesi için bol miktarda düşük oranda zenginleştirilmiş uranyum kalacak; ve Tahran stoklarını zenginleştirmeyi sürdüreceğini açıkça dile getirdi. Böyle bir anlaşmayı kabul etmek, İran’ın silah kapasitesini geliştirmekten alıkonamayacağının tanınması anlamına gelir. Tüm yaşananlar bu şekilde sonuçlanabilir, fakat böyle bir sonuca razı olmak için henüz çok erken.
İran konusunda muhtemelen ilk kareye döndük. Fakat dünya düzeninde önemli birşey değişti ve ürperme refleksimizin üstesinden gelmek zorunda kalacağız. Brezilya ve Türkiye, komşularıyla barış içinde yaşayan ve küresel sahnede rol oynama görevine sahip olduklarına inanan orta büyüklükteki güçler. Son yıllarda ikisi de dünya çapında elçilikler açtı. İkisi de, yelkenleri milliyetçi hissiyat rüzgarıyla şişmiş hırslı liderlere sahip. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geçen hafta Foreign Policy’ye yazdığı makalede, ülkesinin dış politikasının yol gösterici ilkelerinden birinin ‘ritmik diplomasi’ olduğunu açıkladı; kulağa caz eşliğinde yapılan fitness egzerzisi (jazzercise) gibi geliyor ama Davutoğlu bunun ‘bütün uluslararası kurumlarda ve hem küresel hem de uluslararası önem taşıyan bütün meselelerde faal dahiliyeti ima ettiğini’ yazıyor.
ABD’nin daha büyük rol oynamasını istediği ülkelerin şu an tam da böyle davrandığı ama bunu Amerikan hedeflerini engelleyecek şekilde yaptıkları gerçeğinden ne anlam çıkarmalıyız? Öncelikle bu durum bize, küresel meselelerde diplomasinin çok kısa süre öncesine göre bile çok daha karmaşık olacağını gösteriyor. Geçen yıl G-20’nin finans krizine karşı koyarken yaptığı gibi, yeni aktörlerin seferber edilmesi bazen zorlu meselelerde bir konsensüsün pekiştirilmesine yardım edebilir. Fakat ekonominin ötesine geçtiğinizde küresel konsensüs çökmeye yatkın olduğu için, orta büyüklükteki güçlerin statüleriyle veya sahip olduklarını düşündükleri statüyle eşit düzeyde rol oynama sabırsızlıkları, siyasi ustalık gerektiren ve zaten karmaşık alanları daha da düzensiz hale getirebilir. Dünyanın Brezilyalarının ve Türkiyelerinin tutarlı bir yeni blok oluşturması muhtemel değil, fakat Batı’nın hakemlerinin çizdiği çizgilerin dışına çıkmaya daha eğilimli olacaklar.
Demokrasinin dış politikaya kıyasla sahip olduğu önemi abartıyoruz. ‘Demokrasiler birliği’nin taraftarları, gelişmekte olan dünyadaki olgunlaşan demokrasilerin Batı’daki büyüklerinin değer verdiği, sözümona evrensel değerleri ilerletmeye çalışacağını varsayıyordu. Fakat işler böyle yürümedi. Görünüşe göre Brezilya ve Türkiye’de dış politika iç siyasi düzenden ziyade liderlerinin ihtirasları ve ‘bağlantısızlar hareketi’ne üyeliklerince şekillendiriliyor; bu hareket, Batı’nın dayattığı her tür zorlayıcı önlemi egemenlik ihlali olarak görme eğiliminde. Dahası, Brezilya ve Türkiye’nin İran tarafından derinden tehdit edildiklerine dair bir his içinde bulunmamasından ötürü, iki ülke de İran rejimiri frenlemek veya nükleer silahsızlanma rejimini güçlendirmek için değer verdikleri ilkelerden vazgeçmeye hazır değil.
Obama’nın önerdiği büyük nükleer pazarlık da bu devletlerin politikalarını gözden geçirmesine yol açmadı. ABD, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) üzerine süren BM konferansını, nükleer tesislerin çatkapı denetlenmesini öngören ek protokollere yaygın onay almak için kullanmayı umuyor. Ek protokolleri kabul etmeyen fakat nükleer zenginleştirme tesislerine sahip olan tek NPT imzalayıcıları Brezilya ve Arjantin (ve Arjantin Brezilya kabul eder etmez kendisinin de öyle yapacağını söyledi). Geçen hafta konferansta yapılan bir tartışmada, Brezilya temsilcisi (İran’ın da ısrar ettiği gibi) ek protokollerin gönüllü olarak kabul edilmesi gerektiğini söyledi; temsilci, nükleer silahı olmayan devletlerin silah sahipleri tümüyle silahsızlanmaya onay verene dek bu kısıtlamaları kabul etmek zorunda olmadığını da ekledi.
Sistemi taraflı buluyorlar
Bu sözlerin büyük kısmını, iş sözgelimi Güvenlik Konseyi’nde oy vermeye gelince kenara bırakılacak bir tiyatro olarak gözardı etmek çekici geliyor. Brezilya ya da Türkiye’nin çıkarlarının birçok alanda ABD ve Avrupa’nınkilerle örtüştüğü şüphe götürmez; sözgelimi Türkiye hiçbir şeyin peşinden AB üyeliğindeki kadar tutkulu bir biçimde koşmuyor. Fakat birçok alanda da çıkarlar farklılaşıyor ve orta büyüklükteki güçler mevcut dünya düzenini kendilerinin değil, Batı’nın tasarılarını ilerletmenin bir aracı olarak görme eğiliminde. Niçin onlar kendilerini nükleer silah konusunda kısıtlarken NPT’yi imzalamayan ve ‘tesadüfen’ Amerikan müttefiki olan Hindistan, İsrail ve Pakistan’ın nükleer silah sahibi olmasına izin veren bir sistemi kabul etmek zorunda olsunlar ki? Niçin bir Amerikalı’nın Dünya Bankası’nı, bir Fransız’ın da IMF’yi yönetmesini kabul etmek zorunda olsunlar ki?
10 yıl önce dayanıklı görünen uluslararası sistem şu an giderek zayıf görünüyor. Dış İlişkiler Konseyi’nde Brezilya uzmanı olan Matias Spektor şöyle diyor: “İki ülke de küresel düzene bakıyor ve Batı’nın başarısızlıklarını görüyor. Batı, normlarının erişim alanını genişletiyor. Fakat aynı zamanda karşınızda Irak, finans krizi, nükleer silah yolundaki Kuzey Kore, İran, içe doğru patlayan AB var. Hepsi de bu iki yükselen devletin nispeten istikrarlı olduklarını kanıtladıkları sırada yaşanıyor.” Dış çeperdekilerin güçsüz hissettiği zamanlarda, mevcut sistemin onlar tarafından algılanan başarısızlığı ve adaletsizliği bu kadar önemli değildi. Şimdiyse aşırı derecede güçlenmiş hissediyorlar ve ritmik diplomasiye hazırlar.
Temas politikası yetersiz kaldı
Tüm bunlar Başkan Obama’nın temas politikası hakkında temel bir soruyu gündeme getiriyor. Amerika’nın uluslararası konumunu düzeltmenin yanı sıra devletlere, kültürlere, dinlere ve uluslararası kurumlara hak ettikleri saygıyla muamele etmek yönündeki tüm çabalarına rağmen, Obama’nın karşısındaki dünya selefi George W. Bush’un dönemindekinden sadece birazcık daha uysal. Bush Türkiye’nin iyi bir dost olduğunu düşünüyordu; ta ki Türkler ABD’nin Irak’a topraklarından geçmesine izin vermeyi reddedene dek. Obama ABD’nin silahsızlanmaya bağlılık göstererek silahların yayılmasını önlemek konusunda gerçek bir ilerleme kaydedebileceğini savunurken, aklında tam da Brezilya gibi bir ülke vardı. Kongre’nin şahinliği ve şüpheci halkın dayattığı kısıtlamalar göz önünde bulundurulduğunda, Obama elinden gelenin en iyisini yaptı. Ve Brezilya bir milim bile kıpırdamadı.
Anlaşılan o ki, temas Obama’nın sandığı kadar değerli değil. Başkanın diplomatik yatırımları, gelişmekte olan dünyanın ABD’yle en çok ortak noktası olduğu düşünülecek önemli demokratik devletlerinden bile kabul göremeyecek kadar mütevazıydı. Ve bunun sebebi de, o devletlerin özgüvenleri artarken kabul görmenin fiyatının da artması. ABD başkanlarının daha azını beklemeyi öğrenmesi gerecek.
Veya belki de daha çok ‘harcamaları’ gerekecek. Obama için gerçekten önemli soru şu: Yükselen güçlerle kaçınılmaz bir çıkar çatışmasını kabul etmeli mi, yoksa sözgelimi o devletlerin dışlandıklarını hissettikleri kurumlarda daha çok demok-ratikleşme için bastırma yoluyla, onlara daha derin ve elle tutulur temas önererek kalplerini mi kazanmaya çalışmalı? Brezilya’nın küresel bir vatandaş gibi davranmasını sağlamanın tek yolu, ona o şekilde muamele etmek olabilir. (ABD’deki düşünce kuruluşu Dış İlişkiler Konseyi’nin üyesi, 25 Mayıs 2010)
Radikal
Haber Ara