Brezilya ve Türkiye'nin hayati önemi
Eğer Washington, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde İran'a karşı yaptırımlar uygulanması konusunda zorluklarla karşılaştığını düşünüyorsa yanılıyor, bu daha zorlukların yarısı bile değil.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-05-27 09:25:00
Orta büyüklükteki bu iki güç, Brezilya ve Türkiye, Washington'un İran'a yönelik nükleer stratejiyi belirleyen rehber rolüne meydan okudu. Bu iki ülke nükleer yakıt konusunun idaresinde anlaşmaya varmak için İran'ı ikna etmek üzere inisiyatifi kendi ellerine aldılar. Söz konusu inisiyatifi tamamen bağımsız olarak aldılar; hatta iki ülke de Amerika'nın kısmen kaba olan uyarılarına kulak vermedi. Bununla birlikte Washington'un geçen yıl İran'a benzer bir şekilde önerdiği ve İran'ın Washington'un niyetine ve tehditkar üslubuna yönelik bariz güvensizliği ve manevrası yüzünden suya düşen planla da benzerlikler taşımasına rağmen Amerika söz konusu uyarılarını yaptı.
Washington Brezilya ve Türkiye'nin bu girişimlerinde başarısız olacaklarını alenen tahmin ederken hatta başarısızlıklarını dilerken, haksızlığa uğramalarına hakarete uğramak da eklenen Brezilya Cumhurbaşkanı Luiz Inácio Lula da Silva ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan İran ile gözüpeklikle başlattıkları görüşmelerde doğrusu başarılı oldular.
İranlılar basitçe zaman kazanmak için – ki bu başarıyla yaptıkları bir manevradır- yeni bir düzmece oyuna mı girişiyorlar? Ya da daha derin bir şeyler mi gerçekleşiyor?
İlk olarak, soruna neden olan şey anlaşmanın kendisi değil, aradaki elçiler ve yayınlardır. Washington on yıllardır İran ile neredeyse her zaman dolaylı olarak uğraşmaktadır. "Görüşmelere" ise arka planda Washington'un kayda değer saldırganlığı ve acımasızlığı eşlik eder. Bu alışılmış bir durumdur, dünyanın tek süper gücü diğer ülkelerden o anda yürüttüğü kendi stratejisini kabul etmesini bekler.
Lula ve Erdoğan İran'a geldiklerinde, ortada dönen oyun tamamen farklıydı. Müzakereciler, karşılanmaları ve görüşmelere hakim olan hava görüşmelerin içeriğinden daha önemliydi. Tahran bu kez süper güçlerin uyguladığı türden bir güçle karşı karşıya kalmış gibi hissetmedi kendini. Tersine tarih boyunca İran'a yönelik hiçbir emperyal girişimde bulunmamış kendine denk iki önemli ülkenin mantıklı ve saygılı ricalarıyla karşılaştı. Bir bakıma, anlaşmanın başarılı olması bu şartlar altında çoktan belliydi. İran'ın bu dünyada en çok istediği şey uluslararası düzendeki ve özellikle Ortadoğu'daki ABD hakimiyetini ve yaptırım gücünü köreltmek.
Eğer İran nükleer politikalarını bir kenara bıraksaydı, İran'ın Washington'un müzakere girişimlerine ve isteklerine karşı çıkan saygıdeğer ve başarılı iki devlete sesini duyurmasını sağlayacak nükleer politikalarından daha iyi bir aracı olabilir miydi? Tahran bu iki ülkenin önerisini reddetseydi, uluslararası stratejide Amerika dışındaki çabaları ve özellikle de bağımsız alternatif girişimleri baltalamış olacaktı. İran'ın bu kez böyle bir karma yaklaşıma "evet" demesi için tüm koşullar sağlanmıştı.
Aynı şey Çin ve Rusya için de geçerli. Lula ve Erdoğan'ın başarısından hemen sonra, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton İran'a yönelik genişletilmiş yaptırımlar uygulanması konusunda Çin ve Rusya'nın desteklerini kendi başarısı sayesinde kazandığını ilan etti ki bu, Brezilya ve Türkiye'nin kayda değer bir başarıyla yürüttüğü müzakerelere yönelik şaşırtıcı ve küçük düşürücü bir harekettir. Unutulmamalıdır ki bu iki ülke ABD'nin bölgesel ve küresel çıkarları açısından son derece önemlidir. Bu ülkelere sadece İran konusunda değil, küresel stratejileri konusunda da öfkeyle bağırmak adeta büyük bir hatadır. Dünyanın geri kalanı ise elbette ki Washington'un oyununun can sıkıcı bir şekilde tanıdık gelmesinden kaynaklanan olumsuz mesajı almıştır.
Ancak Clinton'ın Rusya ve Çin'in desteğini gerçekten de aldığını biliyor muyuz? Aynen Tahran'ın kendi "denklerinin" öfke göstermeden ve tehdit etmeden saygılı bir şekilde kendisine önerdikleri teklifi kabul etmesi gibi, Rusya ve Çin'in de Brezilya ve Türkiye'nin bu girişimini kabul etmek için her türlü nedeni var. Evet, anlaşmanın koşulları bir şekilde önemli, ancak onlar için asıl önemli olan şey ABD'nin uluslararası sistemdeki diktasının önlenemez bir şekilde yavaş yavaş azalmasıdır. Rusya ve Çin'in dış politika stratejisi budur. Sonuçta Brezilya ve Türkiye'ye yönelik ince bir ayar gerekse de ne Çin ne de Rusya, Güvenlik Konseyi'nde Brezilya-Türkiye'ye karşı ABD'nin katı yaklaşımının kazanmasına izin vermeyecektir. Rusya ve Çin farklı küresel güç kaynaklarının ortaya çıkmasını desteklemektedir ve tek kutuplu Amerikan gücünün yavaş yavaş yok oluşunu etkilemektedir.
Çin ve Rusya elbette uluslararası siyasette Amerikan hegemonyasını bitirmeyi amaçlayan mevcut mücadeledeki alternatif kutuplaşmayı temsil etmektedir. Bununla birlikte bu önemli anda, uluslararası ilişkilerin siyasi merkezinin Washington'dan uzaklaştığına da tanıklık etmektedirler. Amerika'nın isteklerine karşı gelen Brezilya ve Türkiye Amerika'ya karşı kolayca puan kazanan Üçüncü Dünya ülkelerinin kışkırtıcıları değillerdir. Bu ülkeler, ABD'nin müttefiki olduğu düşünülen iki güçlü ülkedir. Bu, uğradıkları hakaretin iyice acımasız olduğunu gösterir.
Tek kutuplu gücün sorunu denetim ve denge olmadan hatalara ve budalalıklara açık olmasıdır. Zaman zaman kendi anayasamız söz konusu olduğu zaman Amerikalılar denetim ve dengeye inanırlar. Microsoft büyük bir firma olabilir ama, bilişim sektöründe tekel durumuna gelmesini kimse istemez.
Benzer şekilde, dünya çapında uluslararası denetim ve denge değerli bir emniyet supabıdır. Washington, İran ile sorunlarını çözmedeki başarısızlığının 40. yılına girdiğinde, hâlâ konuşmayı bile başaramadı (Küba ile 50 yıldır konuşamadığı gibi), sorunun kötüleşmesine yol açarak İran'ı ve Ortadoğu'daki radikal kesimleri güçlendirdi, duyguların kutuplaşmasını sağladı ve hepsinden kötüsü her açıdan başarısız oldu. Dünya ABD politikalarının on yıllardır süren budalalıklarını kontrol altına almak için müdahale eden sorumluluk sahibi, demokratik ve rasyonel iki devletin yaptıklarını hoş karşılayamaz mıydı? Bütün bunlar kontrol ve denge ile ilgilidir ve merkezin kayışının sebebidir.
Ve kim bilir, belki de "haydut devletler" (Washington'un çizgisine boyun eğmeyen inatçı ülkelere referansla kullanmayı sevdiği terim), müdahalecilik ve ültimatomlar gibi eski emperyal tekniklerden arındırılmış yaklaşımları kabul etmeye daha kolaylıkla yanaşabilirler. Bu arada, ABD Sovyetler Birliği'nin çöküşünden beri yeterli ve etkili bir uluslararası liderliği yürütme kabiliyeti açısından kendi kendisinin "çöken devlet"i olma riskiyle karşı karşıyadır. 24 MAYIS CS MONITOR
Graham E. Fuller]
ZAMAN
SON VİDEO HABER
Haber Ara