Dolar

34,8959

Euro

36,5882

Altın

3.011,31

Bist

10.058,63

Umreye gidebilmek için ölümleri göze aldım

Salih Tuna, son dönemde medyada yazıları ve polemikleriyle öne çıkan bir isim. Trabzon Tonyalı, beş çocuk babası. Tiyatro yazarlığı, dizi senaristliği ve reklamcılık yaptı.

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-05-23 13:37:00

Umreye gidebilmek için ölümleri göze aldım

Altı yıldır Yenişafak Gazetesi'nde yazıyor. Haftada dört gün yazmaya başlayalı ise bir yıl oldu. Bu sürede mizaha yakın duran üslubu ve demokrat kimliğiyle dikkat çekti. Geçtiğimiz günlerde Umre ziyaretinden dönen Salih Tuna'yla hem kutsal toprakları hem gazeteciliği konuştuk.

Umreye gitmek yazılarınızda yer yer değindiğiniz gibi bir 'alıp başını gitmek' miydi?

Böyle düşünmemiştim ama o kadar çarpıcı bir soru ki bu! Evet ya; alıp başını gitmekle umre arasında müthiş bir bağlantı var. O alıp başını gitmek hülyasında her şeye sıfırdan başlamak, hayatı yeniden kurmak; ah keşke yapmasaydım dediğim şeyleri yapmamak vardı. Kâbe'yi zamanın ve mekânın orijini kabul edersek, her şeye yeniden başlamak için müthiş bir imkân umre.

Nasıl karar verdiniz kutsal topraklara gitmeye?

Tasarlamamıştım. Çok sevdiğim iki arkadaşım "Bizimle umreye gelir misin?.." dediler. Böyle bir teklife hayır demenin elbette vebali vardı. Bu arada bir yığın engel üst üste gelmeye başladı. Bir yandan "gitme" diyen enva-i çeşit engeller çıkıyordu, bir yandan da "durma git" diyen "işaretler" tezahür ediyordu. Mesela, aynı dönemde bir yayıncı hiç beklenmedik bir anda karşıma çıktı ve durduk yere bir kitap hediye etti. İranlı bir yazarın (İbrahim Hasan Beygi) Peygamberimizin hayatını romanın imkânlarıyla anlattığı "Muhammed" adlı bir kitaptı bu! Neden bu zamanda bana böyle bir kitap hediye edildi diye düşündüm ve bunu da işaretlerden bir işaret saydım. Demem o ki: Engeller ve engellere aldırış etmememi gerektirecek "alametler" arasında müthiş bir mücahede başlamıştı. Gideceğim günün sabahında bile henüz kararımı vermiş değildim. Eyüp Sultan'a gittim. Sabah namazının ardından "Ya Eyyub El Ensari" dedim bir destur, bir izin istercesine, "Mescid-i Nebevi'ye gidip, selamını Peygamberimize söyleyeceğim..." dedim. O andan itibaren öyle bir inşirah indi ki gönlüme; artık hiçbir şey, hiçbir engel tutamazdı beni.

Uçak fobiniz var. Uzun yıllardır uçağa binmiyorsunuz. Bu yolculukta korku yaşadınız mı?

İdam mahkûmu için "giyotin" neyse, benim için de "uçak" odur.

Yendiniz mi bu fobiyi?

Uçak korkusunu yenmedim, ama bu kutsal yolculuk için 1.000 defa gidip, 1.000 defa gelirim.

Sizin umreye gidişiniz "Salih Tuna da modaya uydu, umreye giden ünlüler kervanına katıldı" diye yazıldı sitelerde. Bu sizi rahatsız etti mi?

İbadetin modası nasıl oluyorsa! Umreye gidip de kazanç olarak turistik bir seyahatle dönmekten Allah'a sığınmak lazım. Umre modasına uydu ne demek?!. "Giyotin" benzetmesiyle anlatmaya çalıştığım o korkunç uçak fobime rağmen gittim. Yani, umreye gidebilmek için ölümleri göze aldım, ne modası!

Kâbe'yle ilk karşılaşma anını anlatır mısınız?

Bende iki tür korku hasıl olmuştu. Birincisi huzura kabul edilmeme korkusu! Yani, kartpostal bir merakı gidermekten doğru dürüst öteye geçememek halinden korkuyordum. İkincisi, Kâbe'yi görmenin vereceği hayrete dayanamama korkusuydu. Mescid-i Haram'a giderken, arkadaşlarım, sen gözlerini yum, biz koluna girelim; Kâbe'ye yaklaşınca söyleriz, gözünü açarsın dediler. Söylediklerini yaptım. Kafamdaki resimde, Kâbe çok uzaklarda bir yerdeydi. Gözümü açtım ki... Uzun süre hareketsiz kaldığımı hatırlıyorum. Kâbe, o kadar yakın, o kadar tanıdıktı ki! Nasıl anlatayım o hali, yaşamak lazım. Bir mesafesizlik gördüm. Allah'ın tecelli ettiği mekânı gördüm, başka ne diyeyim!

Ayrılırken zor oldu mu?

İlginçtir, dönerken ben Kâbe'den ayrılıyorum diye bir duygu yaşamadım; yaşasaydım galiba ayrılamazdım. Kâbe'nin fakirdeki mucizesi de bu olsa gerektir. Şimdi şimdi bir hasret vurmaya başladı ama!

Ve döndünüz Türkiye'ye. Yoğun gündem içinde buldunuz kendinizi. Gündeme dönmek zor oldu mu?

Kolay olmadı. Kutsal toprakları ziyaret etmek her şeye belirli bir mesafeden bakmak gibi bir projeksiyon sağlıyor. Bu mesafe de her şeyden evvel "gündemi" çok anlamsız kılıyor. Lakin benim bir avantajım vardı. Yazılarımdaki "ironik" dil, gündeme belli bir mesafeden bakmayı gerektiriyordu. Bu dile daha bir sığınarak yazmaya başladım. Bir yandan da inandığım değerler manzumesi içinde yazmanın apayrı bir değerinin olduğunu düşündüm. Nihayetinde iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak gibi bir mesuliyetimiz var.

Yazı yazmak, bu bakımdan bir külfet değil, müthiş bir nimet. Kötülüğe karşı en azından dille mukabele etme şansını elinizde bulunduruyorsunuz.

Yazıya dönerken bazı yazarlara 'çakma'dan geri duramadınız.

Bu, bir üslup meselesi... Ayrıca, 'çakma' ifadesi sevimli bulduğum bir ifade değil. Takılmak desek daha iyi ama neylersin ki, "çakma" tercih ediliyor.


Yazılarınızda sık sık zikrettiğiniz isimler var. Ertuğrul Özkök, Bekir Coşkun, Özdemir İnce, Yılmaz Özdil gibi. Bu isimler yazılarınızı popülerleştiriyor mu?

Bir meselenin misaller üzerinden anlatılması kadim bir yöntemdir. Kadim olduğu kadar da anlaşılır ve dolaysız... Zikrettiğin isimler prototipten ibaret. Her biri bir zihniyetin tecellisine tekabül ediyor. Yani Özdemir İnce deyince 1950 öncesine çakılmış bir Kemalist zihniyetten bahsediyoruz demektir. Ertuğrul Özkök deyince daha çok ortopedik bir karakterden bahsediyor; kurnazlığı, oynaklığı, her döneme uygun lakırdılar çıkarabilme gayretini ele alıyoruz. Bekir Coşkun örneği üzerinden de, jakoben düşüncenin sefaletini dercediyoruz. Mesela, ulusalcı söylemin mizahla harmanlanmış pespaye bir yansımasına örneklik teşkil etmesinin dışında, Yılmaz Özdil'in benim gözümde zerre miskali önemi yok. Demem o ki; meselem bu insanlarla değil, temsil ettikleri yahut yansıttıkları zihniyet dünyasıyla.

***


O arkadaşlar, anlattığım şeyi daha anlaşılır kılıyor
Ahmet Hakan da köşenize sıkça konuk olanlardan. Hatta onun için "eski dostum" diye yazmıştınız. Eski dostunuz neye tekabül ediyor peki?


Ahmet Hakan, üniversitede öğrenciyken, benim bir tiyatro oyunumu organize eden ekibin içindeydi. Oradan tanıyorum. -O oyundan 6 yılla yargılandım.- 80'li yılların ortalarıydı. Ahmet Hakan meraklı, gayretli, her şeyi soran bir arkadaşımızdı. Eski dostum derken, eskiden dostumuzdu demek istedim. Şimdi kimlerin dostu, daha doğrusu kimlerin dostu olmak uğruna eski dostlarına saldırıyor herkesin malumu! Artık benim gözümdeki yeri, "umre ikilisi"nden biri, yani, Ertuğrul Beyciğimin umre arkadaşı olması sadece.

Ahmet Hakan, "Salih Tuna, bizi yazmasa ne yazacak..." demeye getirmişti.

Ben de "Ahmet Hakan'a ithafımdır." başlığı altında deney farelerini anlatan bir yazıyla cevap vermiştim. Doğan Grubu yazarlarını yazmazsak deney farelerini yazarız demiştim. Ahmet Hakan'ın mı, deney farelerinin mi daha fazla reyting getireceğini bilemeyeceğimi de eklemiştim tabii. İşin aslı şu ki; bir konu sıkıntımız yok. Bu arkadaşların değeri, anlatmak istediğim şeyi daha anlaşılır kılmaya yarayan birer örnek olmalarından kaynaklanıyor. Eğer bir şeyler anlatmak gibi derdim olmasa kırk yıl geçse bunların hiçbirinin bir tek yazısını okumam. Ahmet Hakan'ı veya diğerlerini niye okuyayım ki! Bana ne katacak?

Siz gazetecilikten evvel reklamcılık yapıyordunuz. Oyun yazarlığı, senaristlik, yayımcılık var. Hangi yıllarda yoğun olarak tiyatroyla ilgiliydiniz?

1985-86'dan itibaren oyun yazmaya başladım. Sahnelenmiş 5 oyunum var. Bir oyunum sebebiyle 141-142-163 maddelerden yargılandım. Komünizm propagandası yapmakla suçlandık. Halbuki, o zaman da şu anda inanmış olduğum dünya görüşüne sahiptim.

Hangi oyundu bu?

Brecht'in bir çalışmasını "Mülteciname" adıyla uyarlamıştım. Diğer yazmış olduğum oyunlar uyarlama filan değil, özgün oyunlardı. "Şeytan Üssü Haber Merkezi", "Kara Geceler Efendim", "En Son Rıza". Bu oyunlar yurtiçinde ve yurtdışında yüzlerce kez sahnelendi. En son oyunum "Suya Düşen Akıllar"dı. Sinemada senaryo yazarı olarak bulundum. Birçok dizide de senarist olarak görev yaptım. Ayrıca reklamcılık ve kitap yayımcılığı yaptım.


Kâbe'de dua ettiğim üç yazar

Üslubumun oluşmasında Salâh Birsel ve Kemal Tahir etkili. Bende emeği olanlardan biri de Cemil Meriç'tir. "Bu Ülke"yi ortaokuldayken ezberlemeye kalkıştım. Nuri Pakdil, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Atasoy Müftüoğlu benim için çok önemlidir. Kâbe'de ismini anarak özellikle dua ettiğim üç isim var. Nuri Pakdil, Atasoy Müftüoğlu, Ayşe Şasa. Tabii ki bütün Müslüman yazar-çizerlere de dua ettim.


Röportaj: Murat Tokay

Haber: Zaman
SON VİDEO HABER

Annenin uyuşturucu isyanı: 'Oğlumu kurtarın, artık kafayı yedim!'

Haber Ara