ABD, İran tehdidini abartıyor mu?
İran'ın askeri kapasitesi ABD veya İsrail'inkiyle boy ölçüşemeyeceği gibi, 'nükleer silahların tepkisel yayılması' iddiası da sanıldığı kadar kesin değil
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-04-27 08:39:00
İran'ın askeri kapasitesi ABD veya İsrail'inkiyle boy ölçüşemeyeceği gibi, 'nükleer silahların tepkisel yayılması' iddiası da sanıldığı kadar kesin değil. Nükleer sorunda yaptırımlar da işe yaramayacağına göre, Obama saldırı tehdidini masadan kaldırıp diyalog önerisinde bulunmalı.
Bu blogu yazmaya başladığımda, İran’a karşı önleyici savaş fikrinin sırf Barack Obama ABD başkan oldu diye gündemden düşmeyeceğine dair uyarıda bulunmuştum. Mesele son günlerde ufak çapta tekrar gündeme geldi; Savunma Bakanı Robert Gates tumturaklı bir muhtıraya benzeyen açıklamalar yaparken, Genelkurmay Başkanı Amiral Michael Mullen Columbia Üniversitesi’nde bir konuşma yaparak bazı sözler sarf etti. Özellikle Mullen İran’a yönelik askeri harekâtın bu ülkenin nükleer silah kapasitesine sahip olmasını ertelemek konusunda ‘epey fayda sağlayabileceğine’ işaret etti, fakat bunun sadece bir ‘son çare’ olabileceğini ve desteklediği bir seçenek olmadığını açıkça belirtmekten de geri kalmadı.
ABD de terörü destekledi
İran konusunda sürekli alarm zilleri çalınmasının daha dikkat çekici veçhelerinden biri şu: İran’ın mevcut kapasitesi aslında hiç dikkate alınmıyor ve Tahran’ın tavrıyla ilgili her türden en kötü durum senaryolarına bel bağlanıyor. Aşağıdaki olguları herkesin dikkatine sunuyorum; büyük kısmı Londra merkezli saygın düşünce kuruluşu Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nün yıllık Askeri Denge raporunun 2010 baskısından alınma:
Gayrısafi milli hasıla: ABD 13.8 trilyon dolar; İran 359 milyar dolar (ABD’nin gayrısafi milli hasılası
İran’ın yaklaşık 38 katı).
Savunma harcaması (2008): ABD 692 milyar dolar; İran 9.6 milyar dolar (ABD savunma bütçesi İran’ın
70 katından fazla).
Askeri personel: ABD 1 milyon 580 bin 255 aktif, 864 bin 547 yedek (çok iyi eğitimli); İran 525 bin aktif;
350 bin yedek (kötü eğitimli).
Savaş uçağı: ABD 4 bin 90 (hava kuvvetleri, donanma, deniz piyadeleri ve yedekler dahil); İran 312 (görev yapabilirlikleri şüpheli).
Büyük savaş tankları: ABD 6 bin 251 (kara kuvvetleri + deniz piyadeleri); İran 1.613 (görev yapabilirlikleri şüpheli)
Donanma: ABD 11 uçak gemisi, 99 ana savaş gemisi, 71 denizaltı, 160 devriye gemisi, artı, büyük destek filosu; İran 6 ana savaş gemisi, 10 denizaltı,
146 devriye gemisi.
Nükleer silahlar: ABD 2 bin 702 konuşlandırılmış; 6 bin yedekte; İran, sıfır.
İran’ın, bir dizi terör örgütünü destekliyor ve çeşitli şekillerde gizli operasyonlar yürütüyor olsa da, İslam devriminden bu yana kimseyi işgal etmediği de bunlara eklenebilir. Aynı dönemde ABD de terör örgütlerini destekledi ve gizli operasyon-lar yürüttü. Bunun yanında aralarında Panama, Granada, Sırbistan, Sudan, Somali, Irak (iki kez) ve Afganistan’ın da olduğu bir dizi ülkeye saldırdı.
Yani hangi nesnel ölçüye vurursanız vurun şu görülür: Gizli güç, seferber haldeki imkânlar ya da bunları kullanma isteği bakımından İran ABD’yle aynı sayfaya bile konamaz. İran İsrail’den de ciddi ölçüde daha güçsüz; faal ve yedek asker sayısı İran’la aşağı yukarı aynı olan İsrail ordusu, çok daha eğitimli. İsrail ayrıca daha çok sayıda ve daha modern zırhlı birliklere ve hava kuvvetlerine, yanı sıra kendine ait hatırı sayılır bir nükleer cephaneliğe sahip. İran’ın güçlü müttefikleri yok, kaba güçle boyun eğdirme yeteneği sınırlı ve ideolojik temeli zayıf. Alarm
zilleri çaldıran bazılarının düşündüğü gibi, İran Nazi Almanya’sının reenkarnasyonu falan değil ve kimseye yeni bir Holokost yaşatmaya hazırlanmıyor.
Bu konu üzerinde düşündükçe, İran’la ilgili saplantımız giderek daha tuhaf görünüyor. Elbette gayet kötü bir rejim söz konusu, fakat İran’ın gerçek gücü göz önüne alındığında, Amerikalı liderler daha ileri ekonomik yaptırımlara (ki işe yaramayacaklardır) destek toplamak veya yayılma gücü açısından hiçbir dişe dokunur işaret vermeyen İran’ı ‘caydırmak’ yönünde stratejiler üretmek için niye bu kadar vakit ve çaba harcıyor?
Georgetown Üniversitesi’nden Philipp Bleek’in yayımlanmamış tezine göre, İran’ın müstakbel atom bombasının yeni bir bölgesel silahlanma yarışını başlatabileceği yönündeki uyarılar bile abartılı. Bleek’in tezi 1945’ten beri nükleer silahlanma tarihini inceliyor ve şu meşhur ‘nükleer silahların tepkisel yayılması’ iddiasına dair pek az kanıt buluyor.
Bleek haklıysa, İran gelecekte bir gün ‘nükleer güç’ olsa bile komşularının onun yolundan gitmeyebileceği anlaşılıyor.
Yukarıdakine benzer basit sayısal veriler iki ülke hakkında veya İran’ın komşularına yaşatabileceği siyasi sorunlarla ilgili her şeyi anlatmıyor elbette. İran endişe kaynağı olan bir dizi eyleme imza atıyor, sözgelimi Lübnan’daki Hizbullah’a destek veriyor.
İran’ın Afganistan’daki gelişmeleri etkilemek bakımından da belli bir kapasitesi var. Dahası, hem Irak’tan hem de Afganistan’dan öğrendiğimiz üzere, nesnel olarak zayıf düşmanlar yabancı bir işgalciye karşı ciddi direniş operasyonları düzenleyebiliyor. Ve saldırıya uğraması halinde İran, hiç hoşumuza gitmeyecek çeşitli missilleme seçeneklerine sahip; mesela İran Körfezi’ndeki nakliye gemilerine saldırabilir. Yani İran’ın mevcut zayıflığı ABD’nin gidip burayı hiç zarar görmeden bombalayabileceği anlamına gelmiyor.
Uzlaşma çerçevesi belli
Bütün bunlar şu anlama geliyor:
Bu nispeten küçük ‘tehdidi’ yerli yerine oturtmalı ve bildik tehdit tellallarının bizi yeni bir gereksiz savaşa sürüklemesine izin vermemeliyiz.
Benim izlenimim Amiral Mullen ve Savunma Bakanı Gates’in bunu anladığı yönünde. Umarım haklıyımdır.Fakat yine de Obama yönetiminin cidden bir işe yarayabilecek tek stratejiyi neden denemediği sorusunun içinden çıkamıyorum: Güç tehdidini masadan kaldırın, Tahran’a onların canını sıkan ve bizim de canımızı sıkan meselelerde ciddi şekilde görüşmek istediğimizi bildirin ve İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nın Ek Protokolü’nü onaylanıp uygulamasını, bunun ardından meşru amaçlarla ve silah üretimi düzeylerinin altında uranyum zenginleştirmesine izin verilmesini sağlayacak bir uzlaşmaya varmaya çalışın. Elbette bu da işe yaramayabilir, fakat mevcut gidişatımız ya da Mullen’in geçen hafta dem vurduğu o ‘son çare’ de işe yaramayacaktır.
*Harvard Üniversitesi’nde profesör, Foreign Policy dergisine bağlı blogundan alınmıştır, 20 Nisan 2010
Tercüme: Radikal
SON VİDEO HABER
Haber Ara