Dolar

34,8889

Euro

36,7706

Altın

3.041,05

Bist

10.058,47

Fanatik bir Ermeni milliyetçisinin hayat öyküsü

24 Nisan. Ermeni soykırımı iddialarının yıl dönümü. Diaspora’daki Ermeniler yine protesto yürüyüşleri ve anma törenleri yapacaklar. Ancak Erivan’da yaşayan bu Ermeni’nin sesine kulak vermek gerekiyor.

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-04-22 23:06:00

Fanatik bir Ermeni milliyetçisinin hayat öyküsü
Ben bir Ermeni milliyetçisiydim, bir dönem Türkler’e yönelik korku ve nefret ortamında aktif ve saldırgan bir diaspora Ermenisi olarak yetiştim. Ayrıca Ermeni siyasetindeki en milliyetçi grubun faal bir üyesiydim. Taşnak Partisi’nin (Türkiye ile yakınlaşmaya mesafeli duran radikal milliyetçi parti) bir mensubu olarak hayatım boyunca “Ermenistan ulusunu savunma ve ona hizmet etme” yemini etmiştim. Bu kutsal ve doğal yemindeki vaadin ardında bulunabilecek anlamı sorgulamadan bu yemini çok ciddiye aldım.

Fakat yaşadıklarım, Türkiye’ye karşı militan bir eylemciden normalleşme sürecini destekleyen, ılımlı bir insana dönüştürdü beni. Bu arada, ABD’de rahat bir hayat süren, milliyetçi bir Ermeni-Amerikalı’yken; zor şartların hüküm sürdüğü Ermenistan Cumhuriyeti’nde yaşayan, ABD’den göç etmiş, vatansever bir Ermeni olmayı seçtim.

Aslında benim evrimim başlangıç noktasına dönüştü. Yolculuğum çok uzun zaman önce Doğu Anadolu’da başladı, ABD’ye kadar uzandı ve yine Doğu’ya yöneldi, şimdi Ermenistan’da sürüyor. Köklerim Anadolu’da. Hikâyemin baş kahramanıysa, bugünkü Elazığ’da, o zamanki adıyla Harput şehrinde 1907’de doğmuş, 1915 olaylarından sonra anne ve babası da dâhil olmak üzere ailesinin büyük kısmını kaybetmiş büyükbabam. Hayatta kalan en büyük çocuk olarak, Amerikalılar’ın işlettiği bir yetimhanede erkek ve kız kardeşine bakmış. Fakat Suriye’nin kuzeyindeki çöle göçe zorlanıp yollarda telef olan diğer Ermeniler’den farklı olarak, büyükbabam yaşadığı bölgedeki bir Türk ailesi tarafından kurtarılmış.

Peki neden benim hikayemin baş kahramanı o? Çünkü annemi dokuz yaşındayken kaybettim ve onun ölümünün ardından beni büyüten ta kendisiydi. Anadolu geleneğinde en büyük torun olmamdan ve onun için daha da önemlisi en büyük erkek torun olmamdan ötürü hep ayrıcalıklı oldum. Büyükbabam, hayatının büyük bölümünde 1915 olayları hakkında konuşmaktan hiç hoşlanmadı. Bu anılar sanıyorum onun hafızasında bastırılırken, kâbus olarak gece yarısından sonraki karanlıkta kendini gösterdi sadece. Doğrusu, kendi ölümünün yaklaştığını sezene dek yani hayatının son yıllarına kadar kendi geçmişini bana anlatmadı. Ve son bir dilek olarak ölümünden önce zihnime kayıt ettiğim anılarını unutmamamı istedi benden, fakat bu trajik öyküyü saplantıya dönüştürmemem gerektiği konusunda da uyardı.
Aslında hikâyesi, o zaman diliminde ve o bölgede yaşayan çoğu Ermeniden farklı değil. Hayatta kalmak için inanılmaz bir mücadele vermişlerdi. Yıllar sonra, o döneme dair yapabildiği aslında yaşadıklarının üzerinden hızlıca geçmekten ibaretti. Belki de hafızasını hâlâ meşgul eden geçmişin hayaletlerini yeniden diriltmekten korkuyordu. 1915 sonrası yıllardan veya onu yanına alan Türk aileden bahsederken acı bir öfkeyle konuşurdu. Ben her ne kadar adlarını anmayı bile istemediği Türk aileye karşı minnettarlık duysam da, büyükbabam “onlar beni önemsediklerinden değil, kendilerine köle yapmak istedikleri için kurtardı” diyordu ve “hayvanlarıyla birlikte yatmaya” zorlandığını hatırlıyordu. Tabii gençtim ve bu fikre karşı olamayacak kadar ona saygılıydım.

O Türk ailenin yanından ayrılıp yeni kıtaya ulaşması ise bambaşka bir serüven. Anlatmaya hiç gönüllü olmadığı o yıllara dair sorularımı geçiştirmek istediğinde, “bir parça eşyamı yanıma alıp kaçmaya karar verdim” derdi. Oysa henüz yaşı çok küçüktü. Daha da meraklanıp üstüne gittiğimde, bir gün büyükbabam yanında kaldığı Türk aileden birkaç koyun çaldığını ve onları birkaç altına sattıktan sonra da yürüyerek Suriye’ye doğru yola koyulduğunu anlattı. Yolda geçen günlerin ardından Suriye’nin kuzeyinde, çoğu yetim çocuklardan oluşan, çok sayıda Ermeninin göç ettiği Halep’e varmış.

Pek çok kişi Ermenilerin Anadolu’dan ilk gidişinin 1915’te gerçekleştiğini sansa da, aslında bugün Ermeni diasporasının dünyanın dört bir yanına dağılması sürecinde çok bilinmeyen bir halka daha var. Ermenilerin ilk göç dalgası, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşandı. Protestan misyonerlerin etkisiyle Batı’ya göç eden yaklaşık 15 bin Ermeni’nin yanı sıra sonra bir grup da Sultan Abdülhamit dönemindeki şiddetten ötürü Anadolu’dan Avrupa ve ABD’ye göç etti. Geri dönenler göç ve iş bulma deneyimlerini anlattıkça yeni göçmenlere yol gösterdiler.
İşte büyük büyükbabam da (büyük büyükbabam, dedim lütfen yanlış okumayın!) Anadolu’daki köyünü terk edip yüzyılın başında ABD’nin Doğu Sahili’ne gidenlerden biriymiş. Burada birkaç yıl çalışan büyük büyükbabam, 1905’lerde Anadolu’ya geri dönmeden evvel mümkün olduğunca çok para biriktirmiş. Ve biraz da onun sayesinde yolumuz Amerika’ya uzanmış. 1915 olaylarında kaybettiği babasının ABD vatandaşı olduğunu bilen büyükbabam, Halep’te, önce bir Ermeni kilisesindeki papazlardan yardım almış. Ardından Halep’teki Amerikan konsolosluğuna başvurmuş. Hatta 15 yaşlarında bir çocuk olarak, elinde bunu kanıtlayacak belgeler olmadığı halde, konsolosluktaki yetkilileri ABD vatandaşı olarak kendisine seyahat belgeleri vermeleri için ikna etmiş.

Ardından gemiyle muhtemelen önce Beyrut ve sonra da Marsilya’dan geçmiş. Amerika’ya vardığında, akranlarının çoğu gibi çok az parası hatta çok az İngilizcesi varmış. Diğer Ermeniler gibi bir iş bulmuş. Eğitimi olmadığından o zamanki tüm diğer göçmenler gibi el işçiliğine dayalı bir “kariyer” seçerek, mücevherat işinde çalışmış. Bu işi bütün hayatı boyunca farklı pozisyonlarda ve çeşitli işletmelerde icra etmiş. Fakat dil sorunu nedeniyle veya rahatlık ve güvenlik duygusuyla hep diğer Ermenilerle birlikte olmuş. Doğrusu, işi de sosyal hayatı gibiydi, her zaman sadece Ermenilerle birlikteydi. Okula akşamları gitmiş, dil öğrenmiş ve bir süre sonra tabiî ki Ermeni bir kadınla evlenmiş.

Büyükbabam şüphesiz şanslıydı fakat hiçbir zaman buna içtenlikle şükredemedi. Hiçbir zaman kendisini “şanslı” hissetmedi. İçinde her zaman bu trajik olaylardan sağ kurtulanların çoğunda olduğu gibi bir tür suçluluk duygusu vardı.

Hikâyesi ölüm ve şiddet doluydu. Bu dönem İttihatçıların liderliğinde hareket eden silahlı çeteler veya yerel Kürt aşiretleri için Ermeniler kolay kurbanlardı, hedef alındılar ve sürüldüler. Veya başlarına daha kötüsü geldi. Büyükbabam ailesinin büyük bir kısmının ölümünü hatırlamıyor ya da hatırlamamayı tercih ediyordu. Hatta sadece kızgınlık anlarında Türkçe kelimeler kullanıyor ve tipik bir Anadolu köylüsü gibi aniden sinirleniyordu.
Türkleri tanıdıkça daha da iyi anladım ki büyükbabam bir Anadolu insanıydı. Mesela, asla domuz eti yemedi. Bunu bir tür “yabancı adeti” olarak gördü ve “bir insanın yiyebilmesi için fazla kirli bir hayvan” derdi. Hatta balık ya da deniz mahsullerinden de hiçbir zaman hoşlanmadı.
Destansı bir hikâyesi olduğunu düşündüğüm bu gizemli Ermeni ile, özellikle de annemi dokuz yaşında kaybettikten sonra, zamanımın giderek daha büyük bir kısmını geçirdim. Benim için onun alışkanlıkları, dili ve gelenekleri egzotik ve heyecan uyandırıcıydı. Hep onu mutlu etmek istedim. Ermenice öğrenmeye başladım ve ABD’den çok uzakta olan sihirli Ermenistan tarihini öğretmesi için ona yalvardım.
1915’in o karanlık günleri hakkında bir şeyler biliyordum fakat beni geçmişe yolculuk etmek için karşısına oturttuğu güne kadar onun hikâyesini bilmiyordum. Çok şaşırmıştım.
Başından beri onun “Türklere” karşı duyduğu derin nefreti biliyor ve hissediyordum. Hiçbir zaman Türkiye’yi bağışlayamadı ve açıkça sağlıksız ama belki de anlaşılabilir Türkiye nefretini bir şekilde sürdürdü. Büyürken bu beni de etkiledi. Kişisel yolculuğum, büyük ölçüde Anadolu doğumlu büyükbabamın beni şefkatle büyütmesi ve verdiği cesaret beni pek çok diaspora Ermeni’sinin izlediği olağan yola soktu. Her anlamda katı bir Ermeni milliyetçisi oldum.

Olağandışı bir şekilde, saatlerce, haftalarca ve aylarca masa başında oturarak bir Ermenice dilbilgisi kitabından, bu dili kelime kelime, cümle cümle ezberleyerek ve pratik yaparak kendi başıma öğrendim. Telaffuzumu ise büyükbabamla konuşarak test ediyordum. Ve Ermeni tarihini kafama yerleştirdim.

O dönemde ailenin diğer fertleri tarafından biraz tuhaf karşılanıyordum. Çünkü babam Ermenice bile konuşmuyor, bunu önemsemiyordu. O Ermeni olmaktan ziyade Amerikan olmayı isteyen göçmen çocuk tipiydi. Bunda çok şaşıracak bir şey yoktu aslında. Zira ABD’ye ilk göç eden Ermeniler oradaki yaşama adapte olmakta ciddi güçlük çekmiş ve önyargıyla karşılanmışlardı. Tarihçi Ayşe Hür’ün aktardığına göre, 1920’lerde ABD’nin Kaliforniya Eyaleti’nde Ermenilere yerleşme, iş bulma, iş değiştirme ve kamu vasıtalarını kullanma konularında belli yasaklar getirilmişti. Öyle ki birçok işyerinin kapısına ‘Zenciler ve Ermeniler giremez’ levhaları bile konmuştu. Belki de bu olayların etkisiyle bir nesil Ermeni değil Amerikan olmayı istedi.

Bense zamanla daha da milliyetçi oluyordum. Bu, benim için babamdan ve onun da mensubu olduğu Ermeni – Amerikan neslinden uzaklaşabilmek için bir başka adımdı. Hatta belki de asi ve farklı olmanın bir yoluydu. Babamla yaşarken, Ermeni geleneği kendini sadece bazı yiyeceklerde gösteriyordu. Pirinç pilavı yemeğin başlıca unsuruydu. Ama diğer Ermeni yemekleri babamın pişirme becerisinden fazlasını gerektiriyordu.

Oysa büyükbabamın evi çok farklıydı. Hafta sonlarını dolma, kebap ve onun bahçesinden sağlıklı yiyeceklerle yapılan her tür yemeğe ekmek banarak geçiriyordum. Bunu bir yerden hatırladığınızı sanıyorum. Alkol tüketilmiyordu onun yerine Türk kahvesi içiliyordu. (Ermenilerin buna Ermeni kahvesi demesine de şaşırmadığınızı umuyorum.)

Üniversite yıllarında daha da radikalleştim, sosyalizme eğildim ve sol politikaları seslendirmeye başladım. Bundan kısa bir süre sonra da kısaca Türkiye’ye karşı sert tutumuyla tanınan Taşnak Partisi’ne katıldım. Ermeni siyasetinde aktif yer almaya başladığımda, entelektüel gelişimim hiç durmadı. Taşnak’taki eylemlerim de… Her 24 Nisan’da Washington’daki Türk büyükelçiliğinin önünde sloganların atıldığı, elçiliğe nefretle haykırılan gösterileri düzenlemeye başladım. Evet, itiraf etmeliyim ki, “Türklere” karşı korku ve nefretin öğretildiği atmosfer bana da bulaşmıştı.

Fakat zamanla kimi şüpheler peydahlandı. Taşnak Partisi’nin daha şahin kanadıyla anlaşmazlıklar yaşamaya başladım. Türklere karşı nefret ve korku gibi sınırlı ve negatif bir düşüncenin ötesine geçen bir şeyler de hissediyordum. Entelektüel faaliyetlerin bunda önemli rolü var elbet. Ama olgunlaşmaya da başlamıştım. Bu arada Amerikan Kongresi’nde çalıştım, kendimi profesyonel bir analist olarak geliştirdim. Düşünmeye ve Ermeni milliyetçiliğinin doktrinlerini sorgulamaya başladım. Onların katı fikirlerinden, zehir gibi sivri siyasetlerinden rahatsız olmaya ve endişe etmeye başlamıştım. Ve nihayet o gün de gelip çatmıştı.

Büyüdüğüm topraklardan binlerce kilometre uzaktaki Ermenistan’ı ilk ziyaretim, benim için çok farklı bir deneyimdi. 2000 yılıydı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (agit) daveti üzerine, Ermenistan Meclisi’ndeki bir gruba bir dizi eğitim vermek üzere başkent Erivan’daydım. Ve hayalimdeki efsanevi uzak ülkenin yerini gerçek Ermenistan almıştı.

Şahit olduklarım arasında yoksulluk, işsizlik ve insanların hemen göze çarpan umutsuzluğu ilk sıralardaydı. Şehrin sokaklarında yürüyenlerin gülümsemeyen yüzleri aklımdan çıkmıyordu. Arkadaş canlısı değillerdi, en azından yanlarına yaklaşana dek. Sanki şehirde mahcup, bir tür dünyadan vazgeçme hali vardı. Belki Dağlık Karabağ Savaşı nedeniyle sınırların kapalı olmasından, belki de işsizlik ya da demokrasi eksikliğinden kaynaklanıyordu bunlar. Ama o yüzlerdeki keder, bu nedenlerin hepsinden derine iner gibiydi. Hayal ettiğim ya da bana anlatılan şanlı Ermenistan, gördüğüm ülke değildi. Bu durum, beni daha fazla harekete geçmem ve parti politikalarını değil halkın yararını gözeten işler yapmam konusunda motive etti.
Yaklaşık üç milyon nüfusu olan, halkın yüzde 50’sinin yoksulluk sınırında veya altında yaşadığı, kişi başı milli gelirin yaklaşık 1500 dolar olduğu Ermenistan’da gerçeklik oldukça farklıydı. Taşnak tarzı milliyetçilikten çok farklı bir yönelime gereksinim vardı. Aslında artık ideolojisi “diğerinden nefret etmek” olan bir milliyetçilik istemiyordum. Arzum, insan ve ulus olmaktan gurur duyan daha pozitif bir vatanseverlikti.

Tamamen tesadüfen ABD hükümeti adına çalışmayı bırakıp Ermenistan’a danışman olarak gidişim ve orada çalışmam beni büyük bir karar almaya yöneltti. Boşanmıştım ve Erivan’da Ermeni bir kıza âşık oldum. Bu aşk benim ABD’deki rahat hayatımı terk edip Ermenistan’a yerleşme kararımı tetikledi.
2007’de Ermenistan’a geldikten sonra, olaylara bakışım da değişti. Türkiye’yi sorgusuz sualsiz bir düşman olarak değil bir komşu olarak gördüm. Ermenistan’ın geleceğinin Türkiye’ye bağlı olduğunu algılamaya başladım. Türkiye ve Ermenistan müşterek noktalara ve ortak bir geçmişe sahip, komşu olmayı kendileri seçmedi. Fakat coğrafya kaderlerini belirledi.

Artık dünyanın beş kıtasına, onlarca ülkesine yayılmış, sayıları 8 milyona yaklaşan Ermeni diasporasının bir mensubundan çok Ermenistan’da yaşayan bir diaspora Ermenisiydim. Ama neredeyse bütünüyle yalnızdım. 1991’de kuruluşundan bu yana nüfusunun dörtte birini yitirmişti bu ülke. Yıllar süren göç, durumu kötüleştirdi. 1990’larda ülkede kalan Ermenilerin çoğu, mali gücü ayrılmaya yetmeyenlerdi. Ama yine de buradaydım. Bir avuç dolusu insandan veya “doğduğu ülkeye geri dönen” diğer diaspora Ermenilerinden biri olarak yolumuzu bulmaya çalışıyorduk.
Buradaki Ermenilerin hemen hepsi ABD’deki hayatımı bırakıp onlarla birlikte yaşama kararımı şaşkınlıkla karşıladı. Bazıları çılgın olduğumu diğerleriyse macera aradığımı düşündü. Ama büyük çoğunluğu kararıma saygı duydu. Gerçekten etkilendiler. Bu, bizi birbirimize yakınlaştırdı.
Erivan’a taşındıktan sonraki en büyük gelişme, kuşkusuz Türkiye ve Ermenistan arasındaki “futbol” diplomasisiydi. En başından beri konuyla yakından ilgilendim. Hata futbol maçına eşimle birlikte gittik. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan’a resmi ziyareti benim bir analist olarak Türkiye’de konuşmam ve yazmam için yeni fırsatlar sundu.

İki ülke arasındaki heyecan verici yakınlaşma süreci çeşitli engellerle karşılaşsa da, iki halk arasında normalleşmenin çoktan başladığını söylemek asla yanlış olmaz. Tamam, editörümün ısrarlarına dayanamayarak itiraf ediyorum. Türkiye’yle ilgili düşüncelerimin değişmeye başlamasında, seneler önce İzmirli bir kız arkadaşımın da etkisi olmuştu. (Ki bu, Ermeniler arasında hiç kabul görmeyen bir davranıştı o dönem) İlişkimiz ciddi ve uzun soluklu olmasa da, ikimizin de kafasındaki klişeleri yıktı. Ailesi beraberliğimize onay vermedi ama bu sadece ilişkimizi daha romantik ve heyecanlı hale getirdi. Engeller kafamızdaki önyargıların yok olmasını önleyememişti.

Evrim döngüsü artık tamamlanıyor. Nihayetinde ben Ermenistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerde bir “normalleşme” sürecine girilmesinin güçlü bir destekçisi olarak, yeni bir yola yelken açtım. Ama bunun yanı sıra ben, Hrant Dink değilim. Ne Dink kadar gözü kara ne de onun kadar cesur biriyim. Yine de kaderim farklı olsa bile mesajım aynı.

Her iki taraf için de mesaj, geçmişin ötesine geçmek ve geleceğe odaklanmak. Amaç, geçmişi unutmak ya da inkâr etmek değil, sözcüklerin yarattığı engellerin ötesine geçmek. Türkiye hâlihazırda tarihiyle yüzleşmek için girişimlerde bulunuyor. Hatta artık “soykırım” sözcüğü bir suç değil; “iddialara göre” veya “sözde” gibi ifadelere başvurulmaksızın sarf edilebiliyor. Bir söz, bir ulusu asla bu kadar derinden etkilememeli, ne Ermeniler için yegane kriter ne de artık Türkler için en büyük hakaret olmalı.
Normalleşme süreci aslında tam olarak soykırımla da ilgili değil. Bundan hem çok daha fazlası hem de çok daha azı. Soykırım konusu ancak uzlaşmanın bundan sonraki evresinde gerçekten ele alınacak. Diplomasi ve protokollere dair sürecin tümü bir normalleşme çabası, uzlaşma değil. Daha uzun zaman alacak. Hatta belki bir sonraki nesil bu sürecin meyvelerini görebilecek. Ama Türkiye ve Ermenistan normalleşmesi, uzlaşmaya doğru ilk hayati adım. Ve uzlaşma beni heyecanlandıran en büyük amaç.

Artık bir babayım. Beş aylık kızım Lilly’nin kendisi kadar güzel bir dünyada büyümesini arzuluyorum. Şu rüyamın gerçekleştiğini görmesini istiyorum: Türkiye - Ermenistan sınırını geçerek piknik yapmak, eğlenmek. 19. yüzyılda siyasette ne olup bittiğini tartışmaksızın veya 1915’de yaşananların bir soykırım olup olmadığına dair münasip bir tanımlama yapmaksızın, Lilly’yi “küçük yarı Amerikalı yarı Ermeni yeğenleri” olarak kabul edecek teyzeleri, amcaları olsun istiyorum Türkiye’de.

Belki de kızım yüzünden “komşularla sıfır problem” benim için siyasi bir slogandan daha anlamlı. Farklılıkların üstesinden gelmenin ve savaşı kınamanın gerekliliğini de işaret ediyor. Kızım üniversiteye başladığında onun Türkiye-Ermenistan ilişkileri okumasını ve soykırımı güncel bir gelişme olarak değil tarihin bir konusu olarak çalışmasını da istiyorum.

Kızım ve akranları adına bazı basit gerçekleri hatırlamalıyız. Türkiye - Ermenistan ilişkilerini iyileştirme çabası yeni ve bunun kolay ve hızlı gelişeceği asla düşünülmedi. Ama birçok kişi bunun gerçekleşmesi için çabalıyor. Eğer kişisel yolculuğum hiçbir şey ifade etmiyorsa bile, hiç değilse her iki tarafın birbirlerini daha iyi anlamaya, bir kere daha birbirlerini tanımaya ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Bir umut var, özellikle de eskiden militan düşüncelere sahip benim gibi bir Taşnak barış için çabalayan ılımlı bir sese dönüştüyse. Bu nedenle, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ermeni diasporasıyla ilişkiye geçme çabalarını memnuniyetle karşılıyorum. Sayın Bakan, ben kendi adıma hazırım. Çok geç olmadan başlayalım.

Adem Demir
Newsweek
SON VİDEO HABER

Kassam, İsrail askerlerini araçlarıyla birlikte imha etti

Haber Ara