Carlos: Tarih Türkiye'yi göreve çağırmaktadır
Çakal Carlos unvanıyla tanınan Ilich Ramirez, Timeturk’e yaptığı açıklamalarda “Tarih, Türkiye’yi göreve çağırmaktadır” dedi.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-04-15 08:11:00
Çakal Carlos unvanıyla tanınan Ilich Ramirez, Timeturk’e yaptığı açıklamalarda “Tarih, Türkiye’yi göreve çağırmaktadır” dedi.
Fazıl Duygun* / TİMETURK
Fransa'da ömür boyu hapis cezasına çarptırılan "Çakal Carlos" unvanıyla tanınan Vladimir Ilich Ramirez Sanchez, Timeturk’e açıklamalarda bulundu. Carlos, “Kudüs, bu sapkın Yahudilerin işgali altında olduğu müddetçe, ‘Barış’ gerçekleşemez!” diye konuştu.
Çakal Carlos (Ilich Ramirez Sanchez-Salim Muhammed) 10 Nisan 2010 tarihinde, avukatlarından Sayın Güven Yılmaz Bey’le gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde, TimeTürk adına kendisine sorduğumuz aşağıdaki soruları cevapladı. Verdiği cevaplar için Carlos’a, bu görüşmenin gerçekleşmesini sağlayan Av. Güven Yılmaz Bey’e ve büyük bir emekle bu röportajı, İngilizceden Türkçeye tercüme eden Sayın Hayreddin Soykan’a Timetürk olarak teşekkür ederiz.
********
Dünyanın birçok entelektüeline göre emperyalist bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri'nin yeniden dünyaya hâkim olmaya çalıştığı şu demde, Latin Amerika ülkeleri ve İslâm ülkeleri arasında ne tür bir stratejik dayanışma geliştirilebilir?
Her şeyden önce, “Latin Amerika ülkeleri” gerçekte bir “blok” ismi olmadığı gibi, “Latin Amerika” da ABD sınırından, Rio Grande'den başlayarak Patagonya'ya kadar uzanan bir coğrafî bölgenin ismidir aslında.
“Latin Amerika” deyimi, Meksika'yı işgal eden III. Napolyon tarafından icad edilmiştir. “İber Yarımadası'ndan, bir Latin ülkesi olan Fransa'dan gelen ve bir Latin dili olan Fransızcayı konuşan bizler aynı zamanda Amerikalıyız” demeye getiriyordu ki, elbette bu, tarihî bakımdan yanlış bir kavram belirtir.
Evet, Latin Amerika ülkeleri bir “blok” değildir, demiştik. Şimdi, bunlarla dayanışma içinde olup olamayacağını tartıştığımız “İslâm ülkeleri”ne bir bakalım dilerseniz.
Peki, “İslâm ülkeleri” ne demektir? Çoğu, halkı Müslüman fakat rejimi Müslümanlıktan uzak ülkeler... Hatta bunlar arasında olup da rejimi zâhiren Şeriat kanunlarına uygun görünen Suudî Arabistan ve birkaç küçük ülkeye gelince; bunlar da tamamen emperyalizmin müttefikidirler, üstelik kimilerinin en iyi iktisadî veya sair nitelikteki ilişkileri Siyonist varlıkla, yani İsrail'ledir.
Bu yüzden, “iki blok arasında bir dayanışma”dan bahsedemeyiz, çünkü ne o tarafta ne bu tarafta, böyle bir “blok” varlığı mevcuttur. Ancak şundan bahsedebiliriz; evet, Amerikan toplumlarıyla İslâm toplumları arasında bir dayanışma olabilir ve olmalıdır da!
Üstelik, Arab ülkelerinden Amerika kıtasına çok büyük göçler de gerçekleşmiştir ki, sadece Venezüella'da bizim 4 milyon Arab asıllı vatandaşımız vardır. Yalnızca bu bile, mezkûr iki ayrı bölgenin insanları arasındaki bir yakınlaşmanın vesilesi olabilir.
Ne var ki, “dayanışma” dediğimiz hâdise, sadece duyguların aynılığı meselesi olmayıp, bir “eylem” mevzuudur ve “devletler planında” pratiğe dökülme gereğine kadar gider.
Bu çerçeveden baktığımızda, çoğu Amerikan devletinin “devrimci” karakteri hâiz olmadıkları da bir başka gerçektir. Aksine, İslâmî hareketlere bakışlarında ABD'nin bakışına yer yer paralellikler arz etmektedirler. Nasıl ki, bugün İslâm ülkeleri denilen çevrede de aynı husus söz konusudur.
Venezüella ve Küba, birer istisnâdır. Aynı şekilde, Bolivya ve Ekvador da öyle. Daha da gidersek, Uruguay ve Paraguay da daha müsbet bir çizgide ilerlemektedir ama, neticede bunlar hep istisnâ çerçevesindedir.
Bölgenin en büyük gücü olması bakımından mühim bir mevkii olan Brezilya'nın ise, milyonlarca Arab asıllı Hıristiyan vatandaşı olması hasebiyle, bunda bir rol oynayabileceği düşünülebilir. Neticede bir ihtimaldir.
Burada asıl mühim rolü Türkiye oynayabilir. Şu ân, tarihî rolünü oynamasını engelleyen Sabetayist ağırlıklarını atma yolunda olan, daha iyi bir rejim var Türkiye'de. Bölgesinde büyük bir güç olarak Türkiye, coğrafî uzaklığa rağmen, sadece toplumlar arasında değil, devletler arasındaki dayanışma bahsinde de çok önemli roller icrâ edebilir bence.
Karamsar değilim ve bugüne değil, ileriye bakmalıyız. Ne var ki, böylesi yaygın bir dayanışma, şu ân için çok mümkün gözükmüyor. Daha katedilecek uzun bir yol var önümüzde.
Müslüman olduktan sonra Batı hayat tarzına ve medeniyetine yönelik bakışınız değişti mi? Dünya ve Batıyı bu bakımdan nasıl değerlendirirsiniz?
Ben kendimi asla inkâr etmedim.
Şimdi burada konuşurken, ön tarafımda Afrikalı bir arkadaş var. Geldiği bölgeye has an'anevî elbiselerini üzerine giymiş bir Müslüman. Şimdi benim onu veya bir başka bölgeden gelen diğer bir Müslümanı şeklen taklid etmem, bir nevî karikatürleşme olur.
Ben, ideallerin, prensiblerin adamıyım. Bu, sathî veya şeklî bir mesele değildir. Kaldı ki, komünizm mücadelesi verdiğim gençlik yıllarımda, ülkemde komünist bir genç lider olduğum o dönemde dahi, ben asla bir Che Guevara gibi giyinmedim meselâ. Asla böyle bir şey yapmadım. Gerçi, OPEC operasyonu sırasında başımda bir bere vardı ama, bu da yalnızca polisçe tanınmamı engellemeye ve bu amaçla yüzümü gizlemeye matuf “istisnaî” bir durumdu. Şeklî bir özenti değildi yani.
İnancım odur ki, ben, sadece benim; ve kimliğim de buradan geliyor. Bir kültürüm var ve onu inkâr etmiyorum. Giysi ve diğer vasıflar bakımından sahib olduğum gelenekler var, içinden gediğim bu geleneği yok saymıyorum, aksine, sahipleniyorum.
Lâkin benim hakikaten reddettiğim bir şey vardır; o da, Batı medyasının -özellikle ABD'ninki!- tahakkümü vasıtasıyla empoze edilen belli şekilde giyinme, belli şekilde yiyip içme, belli şekilde yaşama ve bu çizgide resmedilen bir hayat tarzıdır. Bu hayat tarzını kökünden reddediyorum! Hem ben, bu hayat tarzını sadece Müslüman olduğum için değil, daha öncesinde de reddediyordum.
Evet, ben köklerimden, İspanyol kültürümden kopmuş değilim; aksine, daima bu geçmiş köklerime, kendi mahallî kültürüme, geleneklerime bakar ve onları sahiplenirim. Yani, Müslüman olduktan sonra -bu anlamda- yeni bir kültür, medeniyet ve hayat tarzı kazanmış değilim; hayır, böyle bir şey olmadı.
Bence herkes, öncelikle kendi köklerine, anavatanına, aile geleneklerine dayanmalı ve “otantik” dendiği veçhile, “orijinal” olmalı. Bir diğer ifadeyle, bugün İslâm ülkelerinde şu veya bu kesimin yahut liderin giydiği giysilerle “mücahid” olunmaz. Böyle bir şey sizi “mücahid” kılmaz.
Cezaevindeki durumunuz nasıl? Haklarınız veriliyor mu? Fransız hükümetinin cezaevindeki Müslümanlara ve Mücahidlere karşı tutumu nedir? Ziyaretçileriniz veya avukatlarınızla kolayca görüşebiliyor musunuz? Avukatlarınız, hükümet tarafından herhangi bir engellemeye uğramadan sizi savunabiliyor mu?
Siyasî tutuklu ve mahkûmlar, diğer tüm tutuklu ve mahkûmlardan daha az hakka sahiptir. Gardiyanların çoğunluğu “siyasî” kimliğinizden ötürü size belli bir saygı duysa dahi, durum bu merkezdedir. Size saygı duyulur; çünkü siz, şahsî kazançlarınızın peşinde koşarken değil, idealleriniz uğruna cezaevine düşmüşsünüzdür.
Diğer yandan, başka bir kısım gardiyanlar da,
siyasî tutuklu ve mahkûmlara karşı bilhassa saldırgan bir tutum sahibidirler. Bunlar, esas itibariyle polis muhbiridir. Şu yüzden ki, normal gardiyanlar için konuşursak, ne hâkimdir bunlar ne de savcı, nihayet gardiyandırlar ve mesaileri bittiğinde evlerine gitmek üzere vakitlerini geçirmeye çalışacaklardır. Fakat bazıları böylesi hususî bir kin taşıdığına göre, bunlar yalnızca gardiyan değil, demek ki aynı zamanda polis muhbiridir, özel olarak görevlendirilmişlerdir.
Başka bir zâviyeden baktığımızda ise, “sistem” itibariyle, siyasî tutuklu ve mahkûmların farklı ve özel bir uygulamaya tâbi tutulduğu âşikârdır. Bizler, daha fazla kontrol ve takib ediliriz. Mektublarımız, belgelerimiz, telefon konuşmalarımız dikkatle izlenir. Avukatlarımızla münasebetlerimizde bile durum aynı minvâldedir. En basit izinlerin alına bilmesi dahi büyük meseledir ve günler alır.
Fransa ve Türkiye, evet, birinci olarak Fransa, hemen ardından Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından en çok kınanan iki ülkedir. AİHM “devrimci” bir kuruluş değildir ancak, benim durumum ve maruz kaldığım müşahhas cezaevi şartları hakkında aldığı ve Fransa'yı açıkça kınadığı kararları vardır. Meselâ, beni tüm dünyadan tecrid etmeye ve manevî bakımdan çökertmeye matuf “izolasyon-tecrid” uygulamaları hakkında aldığı kararlar. Böyle bir tecrid uygulamasına ne Avrupa'nın kalan kısmında ne de Türkiye'de rastlanmıştır.
Evet, başka Avrupa ülkelerinde de tecrid uygulaması vardır fakat, yalnızca sınırlı bir zaman dönemine hastır. Öyle, aylarca, yıllarca, onyıllarca sürmez. Fuad Ali Salah isimli birisi var, misâl olarak. Paris'teki birtakım bombalı saldırılardan dolayı tutuklanmıştı. Tam bir tecrid altında şu ân ve 1987'den beri de aynı şartlarda cezaevinde.
Avukatlarımız ise, daimî bir engelleme ve kontrol altındadır. Yılda birkaç kez mâlî teftişe uğrarlar. Özellikle eşim Isabelle, sayısız kez mâlî teftişe, vergi kontrolüne maruz kalmıştır. Yetmiyormuş gibi, sürekli başka bazı şeyler icad ederek, avukatlarımız ve bizim üzerimizde kesintisiz bir taciz politikası tatbik ederler. Eşim meselâ, siyasî değil normal ticarî avukatlık işlerini bile yapamaz hâle getirilmiştir. Gece gündüz telefonla taciz edilir, küfür ve hakaretlere maruz kalır ve bu telefonları dinleyen polisler de elbette müdahale etmez, sorumluları yakalamazlar. Acaba niye? O hâlde bu tacizciler kimdir!?
Kısacası, beni savunmak hiç de kolay değildir.
Maalesef, Venezüella hükümeti de, hem de en üst seviye yetkililer olarak, benim savunmama “yardımcı olmamak” bakımından ellerinden gelenin azamîsini yapmaktadır. Bana yardım etmemek ve savunmamı geciktirmek için daima bir yol bulma gayreti içindedirler. Bunlar, hem dışişlerinde, hem de büyükelçilik çevrelerinde bulunan, kariyer yapmış bürokrat veya diplomatlardır. Benim herhangi bir hakkımı kazanmam yahut hak kaybımın engellenmesi için, şimdiye dek tek bir diplomat veya bürokrat kılını kıpırdatmış değildir. Venezüella Devlet Başkanı seviyesinde bana olan desteğin dillendirildiği doğrudur fakat, bu asla tatbikata aksetmiş değildir.
Kaldı ki, Venezüellalı bu bürokrat kesim, zaten en başta “devrimci” falan değildir ve tek düşündükleri şey, -hepsi ille de bana düşman olduklarından da değil üstelik-, kendilerini “Chavez sonrası” döneme sağ sâlim saklamaktır. Çünkü ne devrime ne de devrimin uzun süreceğine inanmaktadırlar. Ola ki Chavez öldürülürse, sonra geleceklere, “Aman bize ilişmeyin, Carlos'a yardım etmemek için elimizden geleni ardımıza koymadık!” deme hazırlığıdır onlarınki.
Kısacası, şartlar böyle devam ettiği müddetçe, benim ve avukatlarımın durumu pek iç açıcı olmayacak. Bana sadık az sayıda avukatım var zaten. Üstelik, benimle uğraşmaktan dolayı, kendilerine tek kuruş ödenmiş de değil.
Son olarak, burada öyle hastalar var ki, Türkiye'de olsa cezaevi dışında, meselâ bir hastanede tedavi edilirdi. Ancak, bunlar cezaevinde tutuluyorlar hâlâ.
Filistin'de yaşadınız ve yıllarca onun için savaştınız. Kudüs ve Mecsid-i Aksâ'nın ehemmiyeti üzerine neler söylemek isterdiniz?
Kudüs... Filistin'in, hem Müslümanlar hem de Ehl-i Kitab dediğimiz çerçevedeki inananlar için mukaddes topraklar olması bir yana, Yahudî sapkınların, Siyonistlerin gayrimeşrû işgaline karşı tavır almakla tüm insanlığın sorumlu olduğu bir meseledir bu.
Bu yüzdendir ki, Filistin dâvâsına, Arab milletine ve İslâm Ümmetine ihanet eden, yani işgalcilerle işbirliği yapan tüm lafta Müslümanlar yahut lafta İslâm devletleri, bu hainliklerinin bedeli olarak, en ağır biçimde cezalandırılmayı haketmektedirler. Enver Sedat ve benzerleri, buna bir örnektir. Filistinlilerin Siyonist düşman tarafından kuşatıldığı ve imha edildiği bir durumda, bu katil sürüsüyle, bu teröristlerle işbirliği yapmanın bir bedeli olmalıdır elbette. Ki, işgal altındaki o insanların herhangi bir diplomatik ilişkisi, hukukî bir statüsü ve ağır silahlarla mücehhez bir ordusu da yoktur.
Filistin bu sapkın Yahudilerin işgali altında olduğu müddetçe, dünyada herhangi bir “barış” gerçekleşemez! Kaldı ki bu işgal, milletlerarası tüm hukuk kurallarına aykırı bir durumdur. Ortada böyle hukuksuz bir işgal varken, dünyanın herhangi bir yerinde “adalet”ten bahsedilemez!
Her mü'minin birinci vazifesi, bilâhare Filistin'i de hürriyetine kavuşturmak üzere, öncelikle kendi ülkesinde İslâmî bir devrim gerçekleştirmesidir. Bu, esaslı ve önemli bir mevzudur.
Neticede söyleyebileceğim şey, bazı aklıbaşında Yahudilerin dahi itiraf ettiği üzere; İsrail'in varlığı komşularınca asla kabullenilmeyecek; sadece sürekli bir savaş ve komşularına karşı daimî bir askerî zaferle “geçici” olarak yaşatılabilecek bu devletin belli bir zaman sonra sonu gelecek; sonra ise bir daha asla böyle bir devlet vücud bulamayacaktır. İşgalcinin bile bildiğini başka herkesin de bilmesi ve İsrail'in sonunu getirecek olan adımların buna göre atılması gerekmektedir.
Salih Mirzabeyoğlu hakkında “soylu İslâmî mücadelemizin lideri” diye bir tâbir kullandığınızı biliyoruz. Niçin böyle bir tesbitte bulundunuz?
Şimdi elimde onun Başyücelik Devleti adlı eserinin İngilizcesi var. Böylesi bir kitab kaleme almış bir insan için başka ne söylenebilirdi? Bu kitab, üzerinde yorum yapabilmem bakımından, henüz yeni bir eser. Ancak, bir devrimden sonra İslâmî devleti idare edecek olan liderlerin “aydın elit sınıf”tan olması şartı çok doğru ve çok mühim.
Burada mesele şudur bence: Peki, bu “elit”i kim seçecek. Kitabta bu da teferruatlı biçimde anlatılmış.
Evet, bu “seçkin aydınlar” sadece bizim taraftan olmayacaktır, çünkü diğer tarafın da hakikaten seçkin aydınları vardır ve -“işin ehline verilmesi” ölçüsünce- bir zamanlar düşmanımız da olsalar, bunlar da vazife almalı, kendilerine vazife verilmelidir.
Demokrasi meselesi karşımıza çıkmaktadır burada. “Halkın idaresi” gibi albenili bir ifadeyle takdim edilen demokrasi, bugün Batıda ve her yerde, iktisadî gücü, basın gücünü, siyasî nüfuzu ellerinde tutan bir azınlık tarafından kitlelere, sokaktaki insana empoze edilmektedir. Fakat, nedense kazananlar hep kendileri olmaktadır. İşin özü, demokrasi veya halkın idaresi manipüle edilmekte, halkın iradesi hiçbir yerde tecellî etmemektedir. Son sözü söyleyen, daima bu “azınlığın iradesi” olmaktadır.
“Demokratik” Türkiye'yi düşünün. İktidarda olanlar Amerikan müttefikidirler ve sokaktaki halkın Amerikan karşıtı hissiyatı ve protestolarının belirleyici bir neticesi yoktur, son sözü yine iktidardakiler söylemektedir. Demek ki, “demokrasi” sözü veya idaresi, bu bakımdan tam bir aldatmacadır. Olan biten, yine bir “seçkinler idaresi”dir.
Evet, bir “aydınlar idaresi” olmalıdır ancak, demek ki, “doğru fikirler” temelinde, bu idealler ve halkın iyiliği için herşeylerini fedâ edebilecek seçkinlikteki aydın şahsiyetler etrafında teşkilâtlandırılmış bir idare olmalıdır bu. Ne var ki, sadece “doğru fikirler” de yetmez; bu fikirlere uygun teşkilâtın, idarecilerin ve davranışların da bir seçim sistemiyle denetlenmesi gerekir. Salih Mirzabeyoğlu'na katılıyor ve eserini böyle yorumluyorum.
Son bir not olarak; bugünkü “demokratik” sistemlerde, “basın” belirleyici bir rol oynamakta ve kapitalistlerin elinde bu güç, halkı manipüle etmekte, emperyalistlerin ve yönetenlerin çıkarlarına paralel bir yayın yapmaktadır. Şu hâlde, öncelikle “basın”ın millîleştirilmesi gerekmektedir.
Türkiye'nin tarihî misyonunu üzerine alması, bunun gereğini yapması çağrısında bulunuyorsunuz. Türkiye'nin dünya ve İslâm Âlemi bakımından bu tarihî rolü nedir sizce?
Biliyorsunuz, Halifelik bir zamanlar İstanbul'daydı ve Osmanlı Devleti, idaresi altında olan tüm milletlerin kültürlerini, lisanlarını, inançlarını -Sultanın otoritesine saygılı oldukları müddetçe- himâye ediyordu. Bu, kimsenin inkâr edemeyeceği bir hakikattir. O muazzam Osmanlı coğrafyasında, Macaristan'dan yola çıkan bir kişi, Orta Asya'ya, Türkistan'a kadar, yine Somali'den kalkıp Kafkaslar'a kadar, Sultanın sağladığı bir emniyet içinde ve rahatça seyahat edebiliyordu. Ne sınır muamelesi ne vergi ödemesi sözkonusuydu.
Sonra ne oldu? “Her kavme bir devlet” milliyetçiliği kışkırtıldı, “bağımsızlık kazanma” diye bir cereyan alevlendirildi ve sonuçta, güya bağımsız bir sürü devletçik, İngiliz ve Fransız güdümünde kukla yapılar doğdu, gövdesine İsrail diye bir de zehirli kazık çakıldı. Osmanlı'dan güya kurtuldular ama, geçmişin aksine olarak, zalim emperyalistlerin kuklası ve mağduru oldular.
Tüm bu acı hatıralar ve tecrübeler sonrasında, şimdi Türkiye yeniden o tarihî rolü üstlenebilir ve Arabların yahut Ermenilerin yaşadığı türden menfî tatbikatlardan ders çıkartarak; burada yaşanan acı hatıralara saygısını göstererek; Osmanlı'nın daha geçmiş tarihindeki müsbet pratiğini kendinde örnekleştirebilir ve kendi halkının en tabiî hakları yanında bünyesindeki azınlıkların haklarına da saygı gösterici bir yapılanmaya gidebilir. Böylece, tüm İslâm dünyasının göstermeye hazır olduğu bir “konsensüs”le liderlik görevini yeniden devralabilir, bölgesindeki en büyük güç olabilir, yıllardır kendisini mahkûm ettiği o marjinal mevkîden çıkabilir.
Liderlik potansiyeli bakımından Mısır'ı da unutmayalım. Fakat, orada olan bitenler hiç de ümid vaadedici değildir. Saddam Hüseyin de bir dönem böyle bir liderlik teşebbüsünde bulundu. Fakat, malûm olduğu üzere, ülkesi işgal edildi, kendisi de şehid edildi.
Kısacası, hem tarihî tecrübesi hem de aktüel şartlar bakımından, yalnızca Türkiye bu rolün hakkını verebilecek bir potansiyel taşımaktadır.
Üstelik, Doğu Türkistan'dan Bosna'ya kadar çok geniş bir coğrafyada Türkçe konuşulmaktadır ve kültürel bakımdan hepsi Türkiye'ye bağlıdır.
Lâkin, bunun için Türkiye'de öncelikle “millî” bir hükümet olmalıdır; gerek Amerikan müttefiki hükümet olmaktan, gerekse NATO'nun ayakçısı bir ordu olmaktan çıkılmaldır.
Tarih, Türkiye'yi göreve çağırmaktadır!
Irak ve Afganistan'da NATO ve ABD'nin başarılı olabileceğini düşünüyor musunuz?
Irak için konuşmak gerekirse, iktisadî sömürü anlamında ve geride bıraktıkları kuklaları bakımından siyasî anlamda belli bir başarıya ulaştıkları söylenebilir. Ne var ki, bu kalıcı bir hâkimiyet değildir ve kurdurulan hükümet de tüm Irak halkını temsil etmiyor. Kendileri açısından nihaî bir çözüme ulaştıramamışlardır oradaki işgali. Yani şimdiki siyasî durum geçici ve gidicidir.
Afganistan'a gelince... Afgan toprağı tarihte hiçbir zaman yabancılarca fethedilememiştir. Makedonyalı Büyük İskender bile, Afgan dağ ve vadilerinden geçerek Hindistan'a gidebilmek için, oradaki Afgan kabilelerine para ödemek zorunda kalmıştır.
Büyük İskender'in ordusu gibi, yine zamanının en büyük ordularından birine sahib İngilizler bile, Afganistan'da yaptıkları üç büyük savaşı kaybetmişlerdir.
Yine zamanının en büyük, en eğitimli, en güçlü, en teçhizatlı ordularından Sovyet ordusu, Kızılordu da, Afganistan'da Mücahidlere karşı verdiği savaşı kazanamamış, sonunda Afganistan'ı terketmek zorunda kalmıştır.
Şimdi, olanca azametine rağmen Amerikan ordusunu bekleyen de kesinlikle budur.
Amerikalılar, bir kilometre ötede bir Mücahid farkettiklerinde hemen hava kuvvetlerini yardıma çağırıyorlar ve o tarafa uçaklarla, helikopterlerle hava saldırısı düzenliyorlar ki, her bir saldırı milyonlarca dolar demektir. Böyle bir savaş sürdürülemez, böyle bir savaş kazanılamaz.
Kaldı ki, gerek Irak'ta gerekse Afganistan'da istediklerini yapamadıklarını, savaşı diledikleri gibi sonuçlandıramadıklarını, hele Afganistan'da tamamen kaybetmeye başladıklarını söyleyenler de Amerikalıların tâ kendileridir.
*Fazıl Duygun, gazeteci-yazar, Carlos’un Türkiye’deki temsilci gazetecisi
SON VİDEO HABER
Haber Ara